Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adını Koyalım (92): Mutabakat metni sonrası Millet İttifakı

Altı partiden oluşan Millet İttifakı, Congresium Ankara’da Ortak Politikalar Mutabakat Metni’ni 30 Ocak’ta açıkladı.

CHP, İYİ Parti, DP, Saadet, Gelecek ve DEVA Partisi’nin uzlaştığı Ortak Politikalar Mutabakat Metni şu başlıklardan oluşuyor:

  • 1- Hukuk, adalet yargı
  • 2- Kamu yönetimi
  • 3- Yolsuzlukla mücadele, şeffaflık ve denetim
  • 4- Ekonomi, finans ve istihdam
  • 5- Bilim, Ar-Ge, yenilikçilik, girişimcilik ve dijital dönüşüm
  • 6- Sektörel politikalar
  • 7- Eğitim ve öğretim
  • 8- Sosyal politikalar
  • 9- Dış politika, savunma, güvenlik ve göç

Dokuz başlık, 75 alt başlık ile birlikte iki bin 300’den fazla somut hedef, politika ve proje ortaya koyuyor. Artıları ve eksileriyle Millet İttifakı’nın Ortak Politikalar Mutabakat Metni Millet İttifakı bundan sonra ne yapacak?

Ruşen Çakır, Ayşe Çavdar, Kemal Can ve Burak Bilgehan Özpek, Adını Koyalım’da değerlendiriyor.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal 

Ruşen Çakır: Merhaba iyi günler. Adını Koyalım’la karşınızdayız. Yine Burak Bilgehan Özpek,Ayşe Çavdar ve Kemal Can’la bir konuyu konuşuyoruz. Bu hafta, Millet İttifakı’nın Pazartesi günü açıkladığı Ortak Politikalar Mutabakat Metni’ni konuşacağız. Ben Ankara’da izledim. Ayşe, Kemal ve Burak da gün boyu canlı yayında sıcağı sıcağına yorumladılar. Şimdi, üzerinden 2 gün geçmiş hâliyle, metnin üzerinden tekrar geçelim. Bir de bundan sonra ne olacağını konuşalım. Ayşe siz dün akşam Aysuda (Kölemen) ile Geniş Zaman’da konuştunuz bu konuyu. senin hepimizden daha fazla çalışmış olduğunu varsayıyorum, onun için seninle başlayalım. İlk turda metin hakkında görüşlerinizi sormak istiyorum; pozitif, negatif, eksikler, tatmin eden yerler, beklentiler… Metin bir bütün olarak nasıl bir program vaat ediyor. Ayşe nasıl buldun Mutabakat Metni’ni?

Ayşe Çavdar: Benim nasıl bulduğum o kadar önemli değil ama Altılı Masa’dan nihayet ‘’Başkan adayı kim olacak?’’ mevzusundan öte bir şey tartışabileceğimiz bir metin var. Aslında daha önce de metinler çıkardı Altılı Masa. Ama önemli metinler olmasına rağmen, çok üzerinde durmadılar. 28 Şubat’ta ilk açıkladıkları Mutabakat Metni bayağı iyi bir metindi. Açık söylemek gerekirse, böyle şeyler yaptıkları zaman şaşırıyorum. Çünkü o Masa’dan bu kadar nitelikli şeyler o kadar da beklemiyorum. Şaşırtıcı metinler. Sevindirici anlamında şaşırtıcı diyorum. O metin bayağı iyiydi. Önerdikleri anayasa değişikliği tasarısı da aynı şekilde. Kişisel olarak, ‘’şöyle yapılsa daha iyi olurdu’’ dediğim bir sürü şey var, ama bütünlüklü ve hoş bir metin; müzakereye açık bir metin. 

Her iki metnin de ortak amacı, siyasetin alanını biraz açmaktı ve üçüncü bir meselesi daha vardı: ‘’Biz 6 parti bu işi yapabiliriz. Aramızdaki farklılıkları müzakere edebildiğimize göre, Türkiye’yi de birlikte yönetebiliriz’’ gibi bir mesaj vermekti. Bu mesaj, bu metinde artık ayyuka çıkmış bir vaziyette. Ayyuka çıkmasının sebebi de metnin çeşitli kategorileri olması. Okuyabildiğim kadarıyla o kategorileri birkaç şekilde ele alabiliriz. Metnin tamamını okumadım. Dün kategorileri Aysuda ile paylaştık. Aysuda sosyal devlet, kadınlar, gençler, çocuklar, sağlıkla ilgili bölümleri okudu, ben de anladığım bölümleri okudum. Yargı bölümünü okumamıza rağmen üzerinde konuşmadık. Ekonomiyi hiç konuşmadık. Çünkü zaten şu ânda herkes onu konuşuyor sadece. O yüzden ‘’biz başka alanlara bakalım’’ dedik. Şöyle kategoriler çıkarılabilir metinden: Birincisi, iyi tartışılmış, gerçekten üzerinde uzlaşılmış bölümler. Bir de, iyi tartışılmadan eklektik bir şekilde düzenlenmiş bölümler var. İyi tartışılmış bölüm, giriş ve devletin mimarisine ilişkin bölümler. Oralarda gerçekten hemfikir oldukları alanlar da çokmuş. ‘’Bu iş nasıl yapılır?’’ sorusuna verdikleri cevaplarda ortaklaşmışlar ve devletin mimarisinin nasıl olacağına dair sağlam bir program çıkarmışlar.

O bölümün başlıca işi, Cumhurbaşkanlığı Kabine Sistemi’ni tasfiye etmek ve daha geçiş döneminden başlayarak kuvvetler ayrılığını bir şekilde tesis etmek. Bunun sebebi de çok açık. Çünkü eğer seçimleri kazanırlarsa, bakanlıkları da paylaşacaklar. Dolayısıyla o bakanlıklarda, kendi aralarında bir nizam, bir intizam olması, herkesin oralarda özerklik elde etmesi gerekiyor. Dolayısıyla bunun metne yansıdığını görüyorsunuz. Sadece giriş bölümünün yekpareliğinde ve iyi müzakere edilmişliğinde değil, geriye kalan icraata yönelik bölümlerin eklektisizminde de o özerklik arayışının olduğunu görüyorsunuz. Kabaca ‘’Devleti şöyle yöneteceğiz. Siyaset şu hatlardan gidecek. Öbürlerini de biraz zamana, kimin hangi işi üstlendiğine bırakacağız’’ gibi bir mana çıkıyor buradan.

Metinle ilgili ikinci bir kategorizasyon şöyle yapılabilir: Sahaların aktörleriyle temas ettikleri ve etmedikleri bölümler var. Mesela o bölümlerden bir tanesi, benim çok ilgi alanım olduğu için tarım diyebilirim. İyi bir bölüm. Mevzuyu çakmışlar ve uğraşmışlar orayla. Öneminin de farkındalar. Ama mesela kentleşme ile ilgili bölüm, tamamen kentsel dönüşümle ilgili bir bölüm. Orada aktörlerle hiç konuşmamışlar. Biraz üstünkörü yapmışlar. Kültür alanı aynı şekilde; hiç üzerine konuşmadıkları bölümler. Aile, kadın ve gençlik bahislerinde çok tartışıldığı çok belli. Uzlaşmaya da varılmamış ve tartışmayı fazla uzatmamak için o da olmuş, o da olmuş. Dolayısıyla o bölümler tutarsız kalmış. Özellikle aile konusu bir hayli tutarsızlık içeriyor. Dolayısıyla böyle bir takım kategoriler çıkartabiliriz ve bu metinden yola çıkarak, neredeyse bir senedir neleri tartıştılar, nelerin üstesinden geldiler, nelerin üstesinden gelemediler, öncelikleri nelerdi gibi bir çıkarsama yapabiliriz. 

Onun dışında, bu metne ‘’hükümet programı’’ deniyor ama bence bir hükümet programı değil. Çünkü bir geçiş dönemi vadediyor; lafız böyle yani. Bir ara döneme ilişkin bir metin. Dolayısıyla başkan adayı açıklandığında, belki de öncelikleri ondan öğreneceğiz. O öncelikleri öğrendiğimizde de, artık geçiş döneminin tam karakteristiği ortaya çıkmış olacak diye tahmin ediyorum. Üstünden tekrar geçeyim mi bilmiyorum. Fazla da uzatmasam diye düşünüyorum. Çünkü dün zaten programda aşağı yukarı bütün konuların üzerinden geçtik. 

Ezcümle, bence bu metnin söylemeye çalıştığı şey: ‘’Anlaşıyoruz arkadaşlar. O kadar da kötü durumda değiliz. Biz birlikte yola devam etmeye, bu seçime birlikte girmeye ve ondan sonrasında da yola devam etmeye karar verdik. Bu kararlılığımız sürüyor. Aramızdaki anlaşmazlıkları bir şekilde bertaraf edeceğiz’’. Dolayısıyla başkan adayının açıklanması sürecinin bir krize dönüşmeyeceğini de aslında en kısa vadede vaat eden bir yapısı var bu metnin. 

Önemli mevzulardan bir tanesi bence HDP ile ilişki meselesi. Yerel yönetim reformu sözü vermesi, metindeki kayyumlarla ilgili laflar, sanki HDP’ye bir taviz veriyormuş gibi oldu, ama bence öyle değil. Çünkü oradaki küçük partiler… Şimdi biz onların hacimlerini öğrenemeyeceğiz. Çünkü CHP ya da İYİP’in listelerinden girecekler. Ama hemen sonra, yani genel seçimlerden bir sene kadar sonra bir yerel seçim var. Dolayısıyla o yerel seçimlerde bu partiler ittifaktan özerkleşmeye başlayacaklar artık. Ben o vaatleri, HDP’ye yönelik bir tavizden çok –ki verseler kötü olmaz. Keşke verseler-  HDP’ye o süreçte, siyasi partilerin kendi teşkilatlarını yerel seçime motive edebilecekleri alanlar olarak gördüm. Çünkü yerel yönetimlerle ilgili verdikleri sözler, burada vaat ettikleri şeyler, bana biraz 2004’teki CHP’nin -Baykal CHP’sinden bahsediyoruz- üzerinde çok durmasıyla, Ömer Dinçer’in yazdığı ve bertaraf edilen Kamu Reformu Yasa Tasarısı’nın içeriğini hatırlattı. O yasa tasarısına AKP’nin dememek lazım. Çünkü Ömer Dinçer o yasa tasarısını farklı bir yöntemle, herkesle konuşarak, özel bir çaba sarf ederek yazmıştı. Şimdi bu da, o Kamu Reformu Yasa Tasarısı’nın içeriğini anımsatan, yerel yönetimlerin merkezden özerkliklerini biraz arttıran, bunu hem bazı merkezi idare birimlerinin taşra birimlerini yerel yönetimlere devrederek hem gelir kaynaklarını çeşitlendirerek, yerelden kendi kaynaklarını da oluşturmasına izin vererek, yerel yönetimleri bayağı güçlendiriyor ve özerkleştiriyor. O nedenle ilk bölüm, hem devletin mimarisinde, dolayısıyla devletin mimarisinde yaptığı değişikliklerle, hem yerelde hem denetim mekanizmalarını açarak, parlamentoyu güçlendirerek, yargıyı özerkleştirerek, siyasetin alanını açıyor. Medya’ya yönelik vaatleri de bence tutarlı ve mevcut medya düzenini okuyan vaatler. Orada, siyasetin ilk bölümünde devletin mimarisini elden geçirerek siyasetin alanını açıyor. Diğer bölümlerin o kadar eklektik olması da o zaman fazla rahatsız etmiyor. Kötü ama fazla rahatsız etmiyor. Çünkü diyor ki: Ben buraları seçimlerden sonra geçiş döneminde, her düzeydeki siyasi müzakereye bırakıyorum.’’ 

Böyle olunca, metnin, bir umut, bir iyimserlik, bir heyecan, hiç değilse bir konuşma azmi verdiğini görüyorum sosyal medyadan. Buna mahal verecek bir metin olması dolayısıyla da iyi bir gelişme olduğunu düşünüyorum açıkçası. Eğer seçimi kazanırlarsa ve yapmaya başlarlarsa, tabii ki bu metin üzerinden çok tartışılacak, çok kavga çıkacak;  bayağı krizlerimiz olacak. Bu eklektisizm ona da açık. Ama o türden krizler iyidir. Taşlar yerine oturur diyerek böyle umutlu bir çerçeve çizmiş olayım. Teşekkür ederim.

Ruşen Çakır: Evet, Kemal. Ayşe, daha çok, pozitif konuştu. Sen de pozitif mi bakıyorsun bu metne? Tabii detaylarda özellikle dikkatini çeken hususlar ya da olanlar kadar, olmayanlar da bazen önemli olabiliyor. Genel olarak nedir değerlendirmen?

Kemal Can: Pozitif kısmı, kendi ihtiyaçları. Yani artık Masa olmaktan ittifak olmaya dönmüş olan bir birlikteliğin, kendi ihtiyaçları açısından hayli pozitif olduğu söylenebilir. Açıkçası bu, 11. toplantıdan sonra çıkan metinde de gördüğüm şeyle çok bağlantılı. Yani daha fonksiyonel bir seçim ittifakının, artık adını kendilerinin ‘’ittifak’’ diye tarif ettikleri bir birlikteliğin, fonksiyonel ihtiyaçları açısından pozitif tarafı daha fazla olan bir metin. Hatta açıkçası bu ‘’hazırlanılmış’’ meselesi açısından, biraz fazlalık olduğu kanaatindeyim. Fazla hazırlanılmış. Fazla lüzumsuz detaya girilen, çok sayıda başlığı içeren, biraz da Ayşe’nin söylediği “Bizim birlikte anlaşabildiğimiz noktalar çok” iddiasının altını doldurmak için, “Anlaşabildiğimiz şeylerin listesini ne kadar uzun tutarsak o kadar çok etkili olur” gibi bir arayışın da izlerini taşıyor. 

Ama bu hikâyede iki türlü tutum var. Bazı maddelerde problem yaratabilecek yerlerde iki türlü çözüm yöntemi uygulanmış. Birincisi, “O da olsun. Bu da olsun. Ne fark eder? Sizin istediğiniz de bulunsun. Tamam, önemli değil” denmiş. Bazı çözülemeyen noktalarda ise “O hiç olmasın” denilerek idare edilmiş. Bu işte temel mesele, “Bunlar beş benzemez’’ ya da ‘’altı benzemez” denilerek… Aslında benzemez sayısının kaç olduğu da tartışmalı. Ama asıl mesele “Bunlar benzemezler. Dolayısıyla birlikte bir şey yapmaları imkânsız. Aynı lafı söylemeleri de imkânsız” iddiasına cevap vermek. Yani bu metnin temel derdi bu.

Bu dert üzerinden yola çıkıldığında da, elbette ortak söylenebilecek şeyleri bir arada tutan, ayrıntılı çalışılmış bir taslak var. Aynı şey, Anayasa metninde vardı. Aynı şey, ilk açıkladıkları mutabakat metninde de vardı. Açıkçası ben burada büyük bir sürpriz ve büyük bir şaşırtıcılık görmüyorum. Yani “Vay” denecek, mutabakatın tam olarak nerede oluştuğunu da çok anlamış değilim. Mutabakat, “Biz birlikte bu kadar lafı, iki bin küsür başlığı, beraber söyleyebiliyoruz”, tamam. Ama o ‘’5 benzemez, 6 benzemez, farklı ideolojik hatlardan gelen, çok başka siyasi geleneklerin bir uzlaşma metni’’ meselesinin uzlaşma kısmında, kimin hangi noktada hangi geri adımı attığını, kimin hangi noktada kime doğru bir adım attığını gördüğümüz bir şey de yok. Çünkü aslında böyle bir fark da yok. Bu böyle bir efsane olarak, bu muhalefet ittifakı fikri doğduğu andan itibaren “Süper bir şey. Bak, birbirleriyle alâkasız, ideolojik olarak çok farklı siyasi hareketler bir araya geldiler. Bu azımsanacak bir şey mi?’’ Hayır, değil. Azımsanacak bir şey değil. Sembolleri ve taşıyıcı kadroları açısından bir arada bulunmaları çok değerli bir şey, daha önce çok da olmamış bir şey. Ama bunun arkasında, böyle büyük ideolojik farklılıklar, büyük tercih farklılıkları da yok açıkçası. Onun için de bu mutabakatın oluşturulması son derece hızlı oldu. 

Bunun işaretlerini ne zaman görmüştük? Bütün partiler kendi vizyon programlarını ortaya koyduğunda –  ki bu partilerin çoğu, kendi iddialarını ve kendi programlarını daha önceden açıkladılar. İYİ Parti açıkladı, CHP açıkladı, DEVA Partisi açıkladı. Sonuçta o metinleri alıp teknik olarak baktığımızda, bunların aynı metinde buluşması anormal değil. Değil bu partilerin uzman heyetleri, herhangi bir editoryal kadro bile o üçünden ortak bir tane mutabakat metni yazardı. Yani çok zor, çok anlaşılmaz, çok uzlaşılmaz şeyler yoktu. En temel tercihlerden bahsediliyordu. Yani bu altı partinin arasında, devlet algısı, devletin meselesinde çok radikal bir ideolojik pozisyon alan bir parti var mı? Yok. Dış politikada çok radikal bir şey var mı? Ne var? Bu iktidarın yürüttüğü karmaşık politikaya, daha net, eski tutuma dönen Batı merkezli bir perspektif var. Ekonomik tercihler meselesinde var mı? Daha önce çıkardıkları programlarda da yok. Birinde sosyal devlet öncelikleri fazla, birinde finansal öncelikler, büyüme stratejileri ya da kalkınmacılık önde. Ama sonuçta “Merkez Bankası’nın başkanı özerk olsun, kafaya göre değiştirilmesin” konusunda çok ciddi ideolojik farklar mı var? Çok ayrı bir tutum mu var? Yok.

Senin söylediğin gibi, birtakım meselelerde eksikler var. Kürt meselesini, kadın meselesini, laiklik meselesini “Bunlara şimdi bakmayalım, sonra bakalım. Bunları çok da mesele etmeyelim” şeklinde geçmişler. “İdeolojik etiketli problemlerde, kim hangi noktadan hangi noktaya gelmiş de bir uzlaşma oluşmuş?” sorusunun cevabı yok. Çok ayrıntılı, “Biz bunları yapabiliriz” denilen, çok isabetli sorunlar tespit eden ve onlara da makûl çözümler öneren bir revizyon programı, bu revizyon programıyla önemli bir hasar tespiti ve düzenlemesi var. 

Ama benim burada önemli gördüğüm noktalardan biri olarak ve belki bunun politik kampanyaya taşınmasında da etkili olabilecek bir nokta olarak, şunun bir aşama ileri gittiğini düşünüyorum: Hatırlanırsa, helalleşme işinde ve Altılı Masa çatılırken çok lafı edilen “Aman, devr-i sabık yaratmayalım” meselesinin, bu kadar abartılı bir kırmızı çizgi olmaktan çıkmasını hayırlı bir gelişme olarak görüyorum. O da şu: Bu hesaplaşma meselesi de önemli bir şey. Özellikle yargı ve ekonomide, biraz mutabakatla biraz daha pozitif bir tarafa çekilen nokta “Biz bu hasarları düzelteceğiz, tamam ama böyle devr-i sabık yaratmayacağız, beyaz sayfa açacağız” havasında bir şey değil. “Bunun hesabını soracağız” diyorlar. Kılıçdaroğlu son konuşmasında da bunun fazlaca altını çizdi. ‘’Çetemetre’’, geri alınacak paralar,  Beşli Çete söyleminde var. Mutabakat Metni’ne bu kısmın, daha önce başka partilerin biraz daha mesafeli durduğu şeyin, daha fazla baskın biçimde girdiğini görüyorum. Yani yaratılan sorunların sorumlularıyla ilgili bir vurgu ve bunun hem tazmini hem de hesabının sorulacağı var bu metinde. Mesela bu, politik olarak kampanyaya aksettirilebilecek önemli unsurlardan biri. Ortak bir program anlamında, bu yeni bir gelişme. 

Ama onun dışında, Ayşe zaten detaylarını söyledi. Yani eksikler, eksiklerin bazılarının nedenleri, eksikleri geçmenin yöntemleri konusunda biraz karmaşık bir çalışma yapılmış. Sonuçta bütününe baktığımızda, kendi amaçları açısından birinci oluşturmak istedikleri cevap “Ya bunlar ortak bir şey yapabilirler” fikrini yaratmak. Bununla ilgili hem iktidar tarafından hem de muhalefetin kendi içinden gelen tereddüt ya da eleştirilere bir tür cevap verdi. Bunu başarıyor mu? Başarıyor. Peki, ‘’heyecan yaratıyor mu’’ meselesine gelince ki ben bunu daha önce de, Mutabakat Metni açıklanırken, yayında da söylemiştim: Ne Anayasa metni ne seçim beyannamesi ne de hükümet programı, kendi başına heyecan yaratmazlar; böyle bir şey için kullanılmazlar. 240 sayfalık özeti de olsa, 20 sayfalık özeti de olsa, hükümet programını duyduğu için insanlar birdenbire sokaklara fırlamaz. Bu işler böyle olmaz. Bu tür metinlerin siyasi fonksiyonu bu değil. Bu tür metinlerin siyasi fonksiyonu,  birtakım kanaat önderlerinin, birtakım güç merkezlerinin, birtakım örgütlü toplumsal ya da siyasal yapıların, önlerine getirilecek çerçeve ile ilgili rezervlerini ya da memnuniyetlerini tetikleyecek, onlarda bir karşılık üretecek etkiyi yaratmaktır. Şu da olabilir: Birtakım geniş kesimler “Bizim için başka tür öncelikler ortaya getiriliyor. Bu da bizim yararımıza” diye düşünebilirler. Ama bunu, birileri onlara aktarır. Mesela, sendikalar, bu programın işçiler için faydalı olduğunu işçilere taşır. Ya da tersi de olabilir, iş çevreleri bundan endişe duyabilirler, “Çok acayip şeyler geliyor. Canımızı çok sıkacaklar” diyebilirler. “Bütün serbest piyasa işleyişini darmadağın edecek, bir de hakikaten karmaşa yaratacak birtakım şeyler söylüyorlar” endişesi de olabilir. Yani illa pozitif olması gerekmiyor.

Ama daha önemlisi, bu bir stok takoz metin olarak, alanda siyaset yapacak herkese malzeme temin eder. Yani oradan bir şeyi alıp slogana çevirirler. Biraz önce söylediğim gibi, Kılıçdaroğlu oradan Beşli Çete işini çetemetreye çevirecek, öbürü orada bilmem neyi alacak, “Biz şunu şunu şunu yapacağız’’, ‘’Çeşmeden akan suyu içeceğiz” diyecek. Aday ya da milletvekilleri, hangisi hangi bölgede hangi işe yarıyorsa, kendi seçmen bloklarında, bunu sloganlaştırarak taşıyacaklar. Burada bir havuz yaratılıyor. Bu açıdan da, bütün eksikliklerine rağmen iki bin küsür başlıkta ortaya konulan şey, herkese kullanışlı, zengin bir havuz sunuyor. Bu havuzdan çok kova doldurulur, çok bahçeyi de sular. Bütün bunlar ve kendi fonksiyonu açısından pozitif şeyler. 

Ayşe giderken ‘’Altılı Masa’nın aday probleminden daha anlamlı bir metin çıktı’’ dedi. Ama o problem, yol haritası ve aday rezervi durduğu sürece, bu dediklerimizin hiçbirinin olma kabiliyeti de yok. Tıpkı anayasa metnindeki gibi. Anayasa metni çıktı ne oldu? Şu ânda anayasa metnini konuşan var mı? Bırakın toplumda konuşulmasını, bu partilerin kendileri konuşuyor mu? Alanda bunu bir kampanya faaliyetine dönüştürebiliyor mu? Yok. Çünkü kenarda kaldı. Çünkü başka bir öncelik konuşulduğu için, o, gündeme girmiyor. Bunun da böyle bir riski var. Bunun işe yarayıp yaramadığını, bir an önce, aday meselesi, yol haritası, teknik problemler kısmının aşılıp, artık bir kampanya malzemesine dönüştüğündeki etkilerinden anlayacağız. 

İdeolojik farklar meselesi bir tarafa, şunu söylemem gerekiyor: ‘’Bu kadar ideolojik farkları olan partilerin bir arada bulunması mükemmel bir şey” düşüncesinin ideolojik kısmı son derece tartışmalı; En azından, ben çok net şeyler bilmiyorum. Evet, bunların ideolojik farkları var, ama bu birlikteliğin, o ideolojik farklardan kaynaklanmış sorunlarından daha büyük sorunlar, öbür tarafta var. Yani, bunların, farklı siyasal örgütler, farklı kadrolar ve farklı tabanlardan oluşuyor olması. Asıl mesele, onların etrafında oluşturulacak mutabakat. Yani ortak bir metin yazabilme kabiliyetleri değil, kendi temsil ettikleri çevreleri ortak hareket ettirme yeteneği belirleyici olacak. Ortak metin yazabildiklerini gösterdiler; defalarca gösterdiler, kanıtladılar. Şimdi, kendi temsil ettikleri teşkilatları, tabanları, kadroları, birlikte ve aynı doğrultuda hareket ettirip ettiremeyeceklerini göreceğiz. İş buraya geldiğinde “Biz çok güzel anlaşıyoruz” kısmı birdenbire kalıyor, “Vay! O olursa bizim seçmenimiz buna reaksiyon gösterir, hatta bizi bile dinlemez” gibi cümleler, pat diye asıl orada ortaya çıkıyor. Onu ya da bunu dedikleri için değil. Birdenbire başka bir alan doğuyor. Onu sanıyorum ikinci turda konuşacağız. Şimdilik ben de burada durayım.

Ruşen Çakır: Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın grup konuşmasında bu metne çok geniş yer ayırdığını gördük. O da eleştiriyor ama muhatap almak zorunda kalması da bence çok önemli bir şey. Onu özellikle hatırlatmak istiyorum. Burak sen ne diyorsun? Bu metin senin beklentilerini karşıladı mı?

Burak Bilgehan Özpek: Somut bir şey ortaya çıkartmaları her zaman iyidir. Bu açıdan, metnin açıklanmasından bir gün öncesinden daha iyi bir durumdayız. Ama burada çok sorunlu bazı noktalar var, onlara değinmemiz gerekiyor. Kemal Abi’ye tamamıyla katılıyorum. Partilerin zaten müstakil politikaları belli bir paradigma üzerine kurulu ve bunları bir araya getirdiğiniz zaman, zaten böyle bir metin çıkıyor. Partiler, hararetli tartışmaların sonucunda kendi çizgilerinden taviz vererek ve büyük fedakârlıklarda bulunarak böyle bir nihai sonuca ulaşmış değiller. Bunu da söylemek lazım. Dolayısıyla partilerin hâlihazırda programlarında bulunan bazı ilkeler var ve bunlar bir araya getirildi. Muhalif kamuoyunda haddinden fazla bir heyecan uyanması bekleniyor. Bu da biraz destekleniyor ama zaten insanlar muhalif. Muhalif oldukları için “Merkez Bankası Başkanı Kavcıoğlu olmayacak, daha muteber bir akademisyen olacak” dediğiniz zaman, zaten muhalifleri tatmin etmiş oluyorsunuz ya da “Merkez Bankası başkanı bağımsız olacak” dediğiniz zaman, muhalifler bundan mutlu oluyor. Bu da evrenin sırrını çözmüş ya da çok büyük bir devrim yapıyormuş havasıyla değil de, zaten olması gereken bir şey olduğu için böyle. Yani belirli bürokratik pozisyonlara, siyasi sadakat sahibi değil, Erdoğan’ın her söylediğini ânında yapacak kişiler değil, kendi uzmanlıkları zaviyesinde siyasetin direktiflerini belirli filtrelerden geçiren, itirazlarını sunan insanlar atanmalı. Bu böyle bir şey. Zaten bunun için muhalifiz. Muhaliflerin bundan etkilenmesi çok doğal. Çok da yeni bir şeyle karşılaşmıyorlar, onu da söylemek lazım. Yani burada okuduğumuz hükümet programının içeriğinde bizi şaşırtan, “Bu ne alâka da buraya geldi? Nasıl daha önce düşünemedik?” dediğimiz çok fazla bir şey yok. Genel itibariyle bunları partilerden duyduk. 

O yüzden tabii somutluk iyidir ama bu hükümet programından da büyük bir mucize beklemek ya da altı birbirinden farklı, sanki birisi Marksist, birisi anarko-kapitalist, anarko-sendikalist gruplar bir araya gelmiş ve bir şey üretiyormuş gibi reaksiyon vermemek lazım. Benim anlamadığım şey, altı ayrı partinin bir araya gelmesine bizim affettiğimiz anlam. Mesela, DEVA ve Gelecek partilerinin niçin iki ayrı parti olduğunu bile izah etmekte zorlanıyoruz. Ya da Demokrat Parti ile İYİ Parti arasındaki ayrımda da aynı şekilde zorlanabiliriz. Dolayısıyla sanki birbirinden çok kopuk, çok parçalı, sanki Lübnan iç savaşından çıkmış etnik ve mezhepsel topluluklar bir araya gelmiş de, bir iç savaş sonrası barış kuruyorlarmış gibi bir hayranlık beslemeyi de hakikaten doğru bulmuyorum. Sanki Marunîler, Şiiler ve Sünniler bir araya geldi, iç savaşı bitiriyor. Böyle bir şey yok.

Kemal Can: Bu partiler arasındaki farklar, her partinin kendi içinde çok daha sert biçimde var.

Burak Bilgehan Özpek: Evet, öyle. Yani İYİ Parti ve CHP içerisinde bu partilerin birbirleri arasında olan farktan daha derin farklılık yaşayan insanlar var. Bu zaten, benim başından beri çok anlam veremediğim bir şey. Böyle mucizevi bir iş başarılmış, çok zor ve başarılamayacak bir şey halledilmiş gibi bir hava estiriliyor. Buna kesinlikle katılmıyorum. Ne böyle bir metin hazırlamak ne de altı partinin bir araya gelmesi, çok hayranlık uyandıracak, bizim şükredeceğimiz, “Yaşasın! 15 sene süren iç savaş sonunda bitti. Artık sokaklarda kan akmayacak ve bu insanlar bir araya geldi” gibi bir sevinçle karşılayacağımız bir hadise değil. Neticede baktığımız zaman, zaten ikili bir sistem bu. Yani başkanlık sisteminde %50+1 oy almak istiyorsanız mutlaka ittifak kurmak zorundasınız. İstemeseniz de zorundasınız. Dolayısıyla bu bir aradalığı kutsama meselesine ve bir aradalığın ürettiği metinlere büyük bir hayret ve hayranlık içerisinde bakma eğilimini gerçekten anlayabilmiş değilim. Bu birinci noktay.

İkinci nokta, hükümet programı, aslında bağlayıcılığı olmayan bir metin. Hafta içi Kemal Abi ile de konuştuk. Protocoalition dediğimiz, seçimlerden önce koalisyon kurma meselesi var. Ön protokol meselesi de var. Avrupa örneğine baktığımız zaman orada parlamenter demokrasi söz konusu. Yani partiler ön protokollerini yapıyorlar ve aşağı yukarı alacakları oy ve parlamentodaki temsil oranları belli olduğu için, bu biraz zaman kazanma açısından ve seçmene, seçimden sonra kiminle ittifak kuracağını göstermesi açısından önemli bir şey. Burada böyle bir durum var. Fakat başkanlık sistemleri altındaki ön koalisyonlar, bu kadar sağlıklı olmuyor. Hafta içi yaptığımız toplantıda, yine bir akademik çalışmadan bahsetmiştim. Latin Amerika örnekleri burada bizim başvurmamız gereken örnekler. Çünkü başkanlık sistemi, hakikaten yetkiyi aldıktan sonra, başkanı, ön koalisyonda verdiği sözlere karşı çok sorumlu kılan sistemler değil. Özellikle bir şey söyleyeceğim: İdeolojik olarak farklı partilerin bir araya geldikleri durumlarda, başkanlık seçimi kazanılırsa, verilen sözler çok fazla tutulmuyor. Yani hangi politikaları uygulayacakları konusunda, başkan olan kişi, seçimden önce verdiği sözleri pek tutmuyor. İdeolojik farklılıkları eritmek için söylemlerini belli bir merkezde toplayan, belli bir alanda toplayan partiler olabiliyor. Son zamanlarda tartışılan CHP’deki dönüşüm meselesi de aslında biraz öyle. Bütün partiler birbirine benziyor, aşağı yukarı aynı söylemde ortaklaşmaya çalışıyorlar. O daha sıkıntılı bir durum. Seçimi kazanmak için oya ihtiyacınız var ve siz birbirinize benzedikçe, tabanınızdaki oylar daha farklı partilere gidiyorlar. Yani bugün CHP’nin Kemalizm’inden mutsuz olan insanlar Memleket Partisi’ne kayıyor. Çünkü onlara göre, Cumhuriyet Halk Partisi, söylemini DEVA, Gelecek ve Saadet Partisi’yle uyumlu kılmak için yanlış bir politika izliyor. Hiç uyumlu hâle gelmeye çalışmasa, yani Kemalizm yapmasa, ama aynı zamanda mesela Kemalist olduğu için de özür dilemese, bu sorun ortaya çıkmayacak. Fakat partiler bunu talep ediyorlar. “Biz sokağa çıkacağız, Kemal Bey. Sizin için oy isteyeceğiz. Dolayısıyla bazı şeyler söyleyin ki bizim elimiz rahatlasın” diyorlar. Kemal Bey de bunları söyledikçe tabanından Memleket Partisi’ne oy gidiyor.

Mesela yarın Meral Akşener, Altılı Masa’daki Kemal Kılıçdaroğlu adaylığını ve helalleşme söylemini onayladığı anda, Zafer Partisi’nde büyük bir yükseliş göreceğiz. DEVA, Gelecek ve Saadet partileri – özellikle Saadet Partisi burada önemli bir örnek – Cumhuriyet Halk Partisi’yle ve İYİ Parti’yle bazı medeni konularda mutabık kaldıkça, Saadet Partisi’nin tabanının da Yeniden Refah Partisi’ne gittiğini görüyoruz. Dolayısıyla o ideolojik farklılıkları eritmek için atılan adımlar, seçimi kaybetmenize de sebep olabiliyor. Altılı Masa girişiminin riskli tarafı bu. Çünkü Altılı Masa, seçimi kazanmak için bir araya gelmiş altı müstakil partinin pragmatik ittifakından ziyade, çok daha iddialı şekilde kabineyi kuran, hükümet programı üzerinde uzlaşmayı talep eden, dolayısıyla ülkenin sonraki dönemini de bir arada yönetmeyi amaçlayan bir ittifak. Biraz önce baktım; Temel Karamollaoğlu, yine genel başkanların yönetim sürecinde aktif olması gerektiğini söylemiş. Böyle bir durum seçimden önce kurulduğu zaman, seçimden sonra devam edeceğinin hiçbir garantisi yok. Yani Cumhurbaşkanı bir kararnameyle, altı genel başkanı Cumhurbaşkanı yardımcılığından azledebilir. Hükümet programını güzel bir klasöre koyup rafa kaldırabilir. Dolayısıyla başkanlık sistemi dediğimiz sistem, zaten bu tip koalisyonları önceden kurmaya pek müsaade eden bir sistem değil. 

O yüzden, oluşan heyecanın altının çok da dolu olmadığını düşünüyorum. Yoksa ben bir liberalim; iktisat politikasını çok olumlu bulurum. Masadaki iktisatçılar, partilerin içerisindeki ekonomistler, benim dünyamın hilafına çok fazla politika önermezler. Fakat dediğim gibi, bunu liberal olarak olumlu bulmam, demokrasi olarak olumlu bulmamı gerektirmiyor. Çünkü sürekli olarak söylediğim bir şey var: Demokrasi ve siyasi partiler, aslında belirli toplum kesimlerini, belirli çıkar gruplarını siyasi alanda temsil etmek için vardır. Yani biz bunun için siyaset yapıyoruz, demokrasi bunun için var. Şimdi toplam oy oranı %2’nin altında kalan dört partinin ülkeyi yönetmeye hevesli olması tabii ki iyi bir şey. Çok teknik personel çalıştırması ve teknik elemanlarla, teknik siyasetçilerle devam etmesi de iyi bir şey; bu takdirle karşılanacak bir şey. Fakat bu insanlar ekonomik krizin bu kadar konuşulduğu bir dönemde oy alamıyorsa, toplumun, bu insanların siyaset yapım sürecine girme konusunda bu kadar talepkâr olmadığını düşünmeliyiz. Bunu düşünmek zorundayız. Buna rağmen seçimden sonraki dönemde de yönetime erkinde iddia sahibi oluyorlarsa, bu demokrasi teorisi ile çok uygun bir şey değil. Çoğulculuk diyerek de geçiremezsiniz. Yani aldığı oydan bağımsız olarak belirli gruplara kota hakkı veren sistemler, consociational sistemlerdir. Buna consociational democracy derler ve genel itibariyle biraz önce söylediğim gibi Bosna Hersek ve Lübnan gibi iç savaş yaşamış toplumlara hastır. Yani belirli kimlik grubunun oyu ne olursa olsun, onun bir kotası vardır. Aksi takdirde, eline silah alıp dağa çıkarlar, iç savaş devam eder. Türkiye’de öyle bir durum yok. 

O yüzden metnin içeriği konusunda, muhalefetin ana omurgasını oluşturan grupların talepleri gerçekten yansıtıldı mı, Türkiye muhalefetini 20 yıldır taşıyan insanların talepleri yansıdı mı, onlar kendilerini bu metinde buldular mı, ondan çok emin değilim. Eğer insanlar kabinede kendilerini bulamıyorlarsa, Altılı Masa’da kendilerini bulamıyorlarsa, ortak hükümet programında kendini bulamıyorlarsa, insanların kendilerini temsil edecek bir şeye ihtiyacı olacak. Aksi takdirde, ciddi anlamda katılım oranının düşmesi ya da belirli adaylar konuşulduğu zaman insanların sandıktan soğuması gibi bir durum söz konusu olacak. Çünkü son derece seçkinci bir süreç ilerliyor. Ben buna plaza körlüğü diyorum. Yani Maslak’taki plazalar da beyaz yakalılar nasıl işin amacından çok, o plaza içerisindeki düzenin devam etmesi için kendi kendilerine iş uyduruyorlarsa ve çok sistemli çalışıyor gibi gözükmelerine rağmen, aslında asıl amacın para kazanmak veya üretim yapmak olduğunu unutuyorlarsa, aynı krizin Altılı Masa’da da yaşandığı kanaatindeyim. Kendisini devam ettirmek ve ortaya bir ürün çıkartmak, think tank’lerin, bazı danışmanlık şirketlerinin bu tip raporlar çıkartmaları onlar açısından bir başarı olabilir. Fakat Altılı Masa’nın temel bir amacı var: Seçimi kazanmak. Seçimi kazanma amacından uzaklaştığınız zaman, Altılı Masa’nın devamı ve ürettiği metinlerin kalitesi pek bir anlam ifade etmiyor. Ben bir muhalif olarak, seçimin kazanılmasını istiyorum. Dolayısıyla atılan her adımın, seçimi kazanma açısından ne anlam ifade edeceğine bakarım. Otomatik olarak, içten gelen bir tepki olarak buna bakarım. 

Keşke bu metin, yeni seçilecek Başkan adayıyla müzakere edilseydi. Çünkü Başkan adayımızın da belki başka bir önerileri olabilir, başka bir vizyonu olabilir, başka bir toplum kesimini temsil ediyor olabilir. Keşke bu yapılsaydı. Ama şu anda ilerleyen süreç, bütün sistemin kurulduğu ve başkan adayının kendisinin de önemsizleştiği; dolayısıyla küçük partilerin sürecin eşit ortağı olarak görüldüğü, onların aldıkları halk desteğinin önemsizleştirildiği ve halkın destek verdiği büyük partilerin, bir şekilde onlarla eşitlenerek onların ağırlığının azaltıldığı bir sürece benziyor. O yüzden, açıkçası metnin kendisi ile ilgilenmeyi çok önemli bulmuyorum açıkçası. Bunların seçim kazanmaya yönelik ne anlam ifade ettiğiyle daha çok uğraşmalıyız.

Ruşen Çakır: Evet. Burak aslında bir anlamda ikinci tura da giriş yapmış oldu. Metnin kendisi, aslında bundan sonra seçime yönelik ilk ciddi çalışma. Yani bundan öncekilerin çoğu seçim sonrasıydı. Güçlendirilmiş parlamenter sistem, anayasa değişikliği vesaire… Ama bu mutabakat metni gerçekten kampanyada partilerin ve esas önemli olan Cumhurbaşkanı adayının kullanabileceği malzemeydi. Ama Burak’ın dikkat çektiği hususlar önemli. Mesela bugün Meral Akşener, grup konuşmasını sonunda yine birtakım mesajlar verdi. Olay, anlaşıldığı kadarıyla hala “Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylığına İYİ Parti evet diyecek mi?” sorusuna geldi, sanki kilitlendik. Öyle gözüküyor. Diğer 4 partiden pek bir itiraz yok. HDP çevrelerinden de genellikle Kılıçdaroğlu konusunda pozitif mesajlar geliyor. 

Ayşe, ne diyorsun? 13 Şubat’ta Saadet Partisi’nde yapılacak olan toplantıda bu iş artık bağlanacak deniyordu. Ama bugün İsmail Saymaz da yazmış. Gerçekten hala İYİ Parti meselesi çözülebilmiş değil. Bir de ortada çok acayip bir durum var. Sanki bütün diğer aday adayları elendi. Yani Mansur Yavaş’la Pazartesi günü kısa da olsa biraz sohbet etmeyi imkanı buldum. O da artık çok yorulduğunu, bir an önce şu işin bitmesi gerektiğini söylüyor ve hiç kendisiyle ilgili bir beklenti kalmış gibi görmedim. Ekrem İmamoğlu keza öyle. Dolayısıyla ya Kılıçdaroğlu ya Kılıçdaroğlu gibi bir yere geldik, kaldık. Arada birtakım sürpriz isimler telaffuz ediyorlar ama bana bu çok inandırıcı gelmiyor. Ama ortada bir sorun hala var. Tabii ki bir de Pazartesi günü açıklanması beklenen ama sona ertelenen ve Burak’ın da değindiği yol haritası meselesi var. Diğer parti liderleri ne olacak, konumları ne olacak, kabine ne olacak gibi konuları aday açıklandıktan sonra adayın sunmasını düşünüyorlarmış ama onlarda da hala bir belirsizlik var. Ne dersin Ayşe?

Ayşe Çavdar: Ben bu aday meselesini konuşmayı reddediyorum izninle. Gerçekten çok sıkıcı ve çıkışsız bir şey. Tam söylediğin gibi ‘’ya Kılıçdaroğlu, ya Kılıçdaroğlu’’. İYİP’in Kılıçdaroğlu’na ‘’Evet’’ deyip demeyeceği de, muhtemelen başkan yardımcılıkları ve bakanlıklarla, hangi icracı bakanlığın kimde olacağı ile ilgili pazarlığın arkasındadır. Bu o kadar da karmaşık bir mesele değil. O pazarlığı yapacaklar ve başkan adayına ‘’Evet’’ ya da ‘’Hayır’’ diyecekler; bu çok belli. ‘’Hayır’’ derlerse mutabakat bozulmuş olacak. Bunun sorumluluğu da bayağı büyük. Herkesin elindeki kozlar bu şekilde paylaştırılmış vaziyette. Dolayısıyla, bu tartışma gerçekten heyecan öldüren, insanın içini her şeyden soğutan bir tartışma. O nedenle ben, bu tartışmayı daha fazla uzatmaktan yana değilim. 13 Şubat’ta ya da 20 Şubat’ta, bir şekilde onu verecekler. Hani ‘’zurnanın zırt dediği yer’’ derler ya, şu ânda öyle bir vaziyetteyiz. Öyle ya da böyle, sonunda diyecekler. Bunu ister Kemal Kılıçdaroğlu’nun mevzunun buraya gelip kilitlenmesini, ister Kemal Kılıçdaroğlu’nun hırsına, ister siyasi becerisine verin, her durumda gelip kilitlendiği yer burası. Çözümünü de bence, geçiş döneminde elde edilecek çıkarlar, pazarlıklar belirleyecek. O da icracı bakanlıklar için olacak. Mesela, Akşener’in, İçişleri Bakanlığı’nı İYİP’e isteyeceğinden eminim. İçişleri Bakanlığı’nın İYİP’e gitmesi, HDP’lileri yabancılaştıracaktır. Dolayısıyla orada böyle bir tartışma olduğundan eminim. Ama esasında, hangi icracı bakanlığı, yani ‘’en çok rantın döndüğü bakanlığı kim alacak?’’ tartışmasıyla, o iş tatlıya bağlanacak. Tarafları beğeneceğiz ya da beğenmeyeceğiz, pazarlıkta ortaya konulan kozlar nedeniyle belki biraz midemiz bulanacak, ama devam edecek. 

Ben o metin hakkında ne güzel pozitif bir çerçeve çizmiştim. Sizden de 2 saat öndeyim. Sabahları da gayet pozitif olurum. Dolayısıyla öyle bir çerçeve çizmiştim. Beyler beni karanlık tarafı bakmaya yönlendirdiler, biraz da oradan gideceğim. Önce, bu partiler arasındaki ideolojik farklılıklar meselesine girmek istiyorum. Bu partilerin arasında hakikaten ideolojik farklılıklar yok. Hiç yok bence. Devlete bakış açıları da, topluma bakış açıları da aynı kibirli bakış açısı. Her biri kendisini devletin asıl sahibi zanneden partiler bunlar. İdeolojik farklılıklarının ortadan kalktığı yer de burası, kaybettikleri yer de burası. Açıkçası, kişisel olarak söylüyorum; aralarında ideolojik farklılıklar bulunan siyasi partilerin oluşturacağı bir koalisyonu ve o tartışmayı izlemeyi daha çok isterdim. Bu tartışmayı karanlık yapan şey, birbirine bu kadar benzeyen partilerin rekabeti. AKP’yi buralara getiren şeyin ‘’benzerlerin rekabeti’’ olduğunu iddia ediyorum senelerdir. Burada da, benzerlerin rekabetinden başka bir şey yok elimizde. 

Bunun metne yansıdığı yerlere baktığımızda, hakikaten karanlık bir çerçeve çıkıyor karşımıza. Neyle karşı karşıyayız, ne için bu partiler birbirleriyle yarışıyorlar ya da müzakere ediyorlar ya da pazarlık ediyorlar? Aynı güce ve aynı nitelikteki bir güce, aynı şekilde muktedir olmak üzere yarışıyorlar birbirleriyle. Mevzuyu, herhangi bir etik ve estetik çerçeveden uzak tutan şey de bu. Dar anlamda siyaset ve kötü siyaset. Ne için mücadele ediyorlar son tahlilde? ‘’Kim, hangi koltukta ne süreyle oturacak ve orada kimlere ne dağıtacak?’’ mevzusuyla ilgili bir şey yapıyorlar. Normalde, olağan koşullar altında böyle bir tartışmaya ‘’Evet, siyaset de budur sonuçta. Doğası bu. Ne yapacağız ki?’’ deyip geçeriz ve yüzümüzü öbür tarafa çeviririz. Ama öyle bir dönemdeyiz ki devletin yeniden tanımlanması gerekiyor. Yurttaşın, hukukun yeniden tanımlanması gerekiyor. Böyle bir ortamda… Yani bir enkaz devralmış AKP. O enkazı 20 yıl boyunca yağmalamış ve o yağmalanmış enkazdan geriye kalan şeyden ne yapacağımızı düşündüğümüz bir ortamda, meselenin hâlâ rant ve güç paylaşımı üzerine kurulması, benim kalbimi kırıyor açık söylemek gerekirse. O tarafa bakmayı, bu müzakereyi, bu tartışmayı, bu yarışı, bu rekabeti izlemek, hakikaten iç karartıcı bir şeye dönüştürüyor. 

Bu iç karartıcı mevzunun, kendisini nerede ve nasıl gösterdiği ile ilgili, hiç de eğlenceli olmayan bir örnek vereceğim. Bütün metinde, ideolojik kavganın bariz bir şekilde görüldüğü iki yer var. Bu çok acayip. Yani ekonomide anlaşıyorlar, devletin mimarisinde, iskeletinde, omurgasında, her bir konuda anlaşıyorlar; oraları paylaşabiliyorlar, tamam, güzel. Ama paylaşamadıkları iki şey: kadınlar ve eğitim. Geriye kalan bütün yerler eklektik, buralarda verilen tavizler, karşılıklı olarak bir şekilde telafi edilmeye çalışılmış. Ama kadınlar konusunda -kadınlar dediğim zaman aileden bahsediyorum- inanılmaz bir tartışma döndüğünü metinden anlıyoruz. Bu da kalp kıran bir şey. Yani anlaşamayacağınız iki alan, bundan mı ibaret, ey adamlar ve kadın? Bunlar çok önemli konular. Ama bu kadarcık mı aranızdaki siyasi tartışma? 

Kadınlar konusunda bu meseleyi İstanbul Sözleşmesi’nde görüyoruz. İstanbul Sözleşmesi’nin adı bile geçmiyor. Ama yukarıda Meclis’in yetkileri ile ilgili bölümde ‘’Türkiye’nin tek taraflı olarak, TBMM’nin imzaladığı ama Cumhurbaşkanının seçildiği sözleşmelere geri dönülecek’’. Tam cümleyi size net olarak söyleyemeyeceğim ama onu söylemeye çalışıyor. Bilebildiğim kadarıyla bu nitelikte sadece İstanbul Sözleşmesi var. Saadet Partisi ve Gelecek Partisi’ni, kadınların İstanbul Sözleşmesi’ne ihtiyaç duydukları bu Sözleşmeyi önemsedikleri üzerinden ikna edememişler ama Meclisin yetkileri üzerinden ikna etmişler. Onlar da orada taviz vermişler. Mevzunun kurgusuna, ideolojik tartışmanın hangi düzeyde döndüğüne bakın. Bu hakikaten bütün o müzakere çerçevesinin nasıl kurulduğuyla ilgili utanç verici bir şey. Çünkü Saadet Partisi ve Gelecek Partisi, ille de ‘’aile’’ demişler. İlk madde aile ile ilgili. ‘’Ailenin korunması ve kollanmasını önceleyeceğiz’’. Aşağıya doğru gidiyorsunuz, çocuklara daha anaokulundan itibaren hak hukuk eğitimi vermekten bahsediyor; orada biraz yumuşatmaya çalışıyor hikâyeyi. Ama sizin üzerinde tepindiğiniz, birbirinizle anlaşamadığınız alan bundan mı ibaret hakikaten?

Eğitim konusuna bakalım. Eğitim konusunu iyice karmaşık hâle getirmişler.  İlk madde çok komik ve ironik gerçekten. İdeolojik tartışmalardan uzak tutacaklarmış. İlk madde bu. Bence metindeki bütün o 2000 küsür madde arasındaki en imkânsız, en ütopik madde bu. Elbette ideolojik tartışmaların gölgesinde gidecek eğitim. Ama son tahlilde yine kadro paylaşımı ile çözecekler o işi; bir kişilik kazandırmayacaklar eğitime. Orada da eğitimin süresi ile ilgili bir şey var. Anaokulunu zorunlu eğitimin bir parçası olarak alıyor, 1 ekliyor oraya. 1+ 4 + 3 olarak gidiyor. Matematiğini şimdi söyleyemeyeceğim. Biz 4+4+4’e niye karşı çıkmıştık? Çünkü ilk 4 yıldan sonra, bu çocuklar, ‘’özellikle kız çocukları okula gönderilmeyecek, belli’’ diye karşı çıkmıştık. Sonuçta Hayat da, deneyim de bunu doğruladı; kız çocukları okulsuz kaldılar. Dışarıdan sınavlara girerek bitirecekler vesaire. Zorunlu eğitim süresini neredeyse 11-12 yıla uzatıyor. Gayet güzel, tamam peki bunun ne kadarında çocuk okulda? Yani ne kadarında çocuk ailesinin mülkü olarak oraya devredilmiş değil? Ne kadarında devlet bu çocuğun geleceği ile ilgili, vücut bütünlüğü ile ilgili, emeği ile ilgili sorumluluk alıyor, belli değil. Oraya böyle gayet yuvarlak bir şekilde, çocukların haklarıyla ilgili devletin sorumluluk alıp, çok yuvarlak, hiç sıranın gelmeyeceği anlaşılan bir şey koymuş. Kalp kıran şey bu. 

Az önce metnin pozitif taraflarını söyledim. 6 parti yan yana gelmişler. 6 partinin yan yana gelmesini bir mucize kılan, bu partilerin ideolojik farklılıkları değil. Çünkü farklı değiller. Bunu mucize kılan, aynı güç için yarışıyor olmaları. Bu benzerler arasındaki rekabetin ne kadar sefil bir şey olduğunu, zannediyorum dün gece Gültekin Uysal’ın sosyal medya hesabından Ümit Özdağ’a yazdığı tweette görüyoruz. O kadar bel altı, o kadar çirkin benzerler yarışırken… Çünkü hakikaten birbirlerini en çok nereden yaralayabileceklerini bildikleri yerlerden saldırıya geçecekler ve oralardan vuracaklar. Bu kadar bezerler arasında bu çirkinliğin olmaması bir mucize. 

Burak Bilgehan Özpek: Birbirlerini yaralasalar iyi Ayşe. Tacize, tecavüze uğrayan çocukları yaralıyorlar. 

Ayşe Çavdar:  Tabii.  Gültekin Uysal ne yapacak merak ediyorum. Ümit Özdağ gibi birinden bir mağdur yaratmayı başardı dün itibarıyla. Olacak şey değil. Dolayısıyla ‘’bu 6 parti yan yana geldiler ay ne de güzel oldu’’ dediğim zaman – ki arada söylüyorum bunu- ‘’bütün ideolojik farklılıklarına rağmen yan yana geldiler’’ demiyorum. Keşke tartışma ideolojik olsaydı, keşke azıcık Türkiye tahayyülü, dünya görüşü duysaydık. Bu dünyanın, Türkiye’nin tarihinin neresinde duruyorsunuz ey kadın ve adamlar? Bize bunu bir söyleyin. Çünkü oradan ‘’biz neredeyiz’’ meselesini çıkarabilirdik 

Yine pozitif tarafa geçip söyleyeyim. Bu metinde şimdi yaptıkları şey devletin mimarisini, siyasetin alanını birbirleri için açarlarken, sızıp onlarla dövüşebileceğimiz bir zemin yaratıyorlar. İyimserliğimin sebebi bu. Birbirleriyle dövüşmeyi âdil haline getirebilmek için kurdukları bir devlet mimarisi var. Ama o devlet mimarisi, aynı zamanda onlar dışındakilerin de o dövüşte bir tara olmasına zemin açacak nitelikte. Çünkü elleri mahkûm buna. Bunu yapmazlarsa birbirleriyle de dövüşemeyecekleri için oralar öyle açılmış. Dünyanın toplam küresel siyasi tarihiyle konuştuğu bir yer var. Dünyanın hiçbir yerinde ne kuvvetler ayrılığı ne demokrasi, insanlar birbirlerini çok sevdikleri için kurulmadı. Bunlar, tam da aynı çıkarları için birbirleriyle kavga eden insanların, birbirlerine öldürmemek ve o zeminleri ileride ya da şimdi, onlara hâkim olabilmek için açık tutmak arzusuyla kuruldu. Dolayısıyla bana umut veren şey, bu gayet birbirine benzer,  birbirinin aynısı ve aynı şekilde iktidar etmemek için birbirleriyle yarışan, esasında kendi sahip olacakları koltuklar ve ayrıcalıklar için yarışmakta olan bu insanların, birbirlerinin gözlerini oymak yerine, bir masa etrafında buluşup çekişmelerini, şu metinler üzerinden yapmalarında iyi bir taraf görüyorum. 

Aynı tehlike, AKP’nin merkez sağ, sadece kendisini değil, merkez sağı yok edip, bütün siyaseti radikal uçlarına çektiren, iteleyen siyasetinin burada da devam etme ihtimali var. Bunun da zeminini söyledim. Yani Allah rızası için İstanbul Sözleşmesi mi en çok tartıştığınız şey? Kadınların neredeyse hemfikir oldukları bir sözleşme mi, sizin ideolojik farklılıklarınızı karşılıklı deneyeceğiniz, sınayacağınız, ideolojik güç gösterinizi yapacağınız yer bundan mı ibaret? Eğitim mi? Çocukların ne kadar süreyle devlet gözetiminde olacaklarıyla ilgili bir düzenleme mi? ‘’Zorunlu olarak 12 sene boyunca gidecek’’ diye niye söyleyemiyorsun ey CHP?

Bu arada bir şey daha söyleyeyim: CHP, muhtemelen ‘’en çok oy bende, dolayısıyla en çok bakanlık bende olacak. İleride oraları bildiğim gibi yaparım’’ diye kendini bir sürü alandan çekmiş. Çünkü ne önerdikleri sosyal politikalarda ne bu yeşil dönüşüm, çevre, madencilik gibi alanlarda CHP yok. Mesela madencilik konusu korkunç. Tarımı okuduğum için madenciliği de okudum. Madencilik korkunç bir şekilde ele alınmış. Tamamen AKP’nin de yürüttüğü, kaynakların mümkün olduğu kadar çok ekonomiye mâl edilmesi üzerinden – ki eğer tarımı o kadar iyi düzenlediysen, suyla ilgili özel bir idare kuruyorsan-, planlama gibi bir şeylerden bahsediyorsun. Devletin mimarisini planlamayı ekliyorlar. Bence bu müthiş ve iyi bir katkı olması gereken bir iş. Çünkü plan yapmak, yasa yapmak demektir. Plan yasa hükmündedir, çünkü bir tür yasadır; dolayısıyla olması gerekir. Mesela çok ayrıntı gibi görünüyor ama bence zihniyetin ne kadar devam ettiğini göstermesi açısından önemli. Çok acayip bir şey söylüyor: Açtığı maden alanını kapatırken, rehabilite etmeyene bir daha maden ruhsatı vermeyecekmiş. Allah Allah. Onlar da çok üzülecekler muhtemelen. Çünkü o maliyete bakacaklar ve kazandıklarıyla gidecekler. 

Dolayısıyla ideolojik tartışmanın bu alanlara yayılmayıp, sadece kadınlar ve çocuklar, yani en çok istismar edilen ve istismarı en çok konuşulan iki grup üzerinden yapılması çok acayip bir şey. Geriye kalan taraflarda anlaşıyorlar. Bu bize neyi söylüyor? Aslında müzakerenin konusunun hiç de ideolojiler olmadığını, bu arkadaşların birbirleriyle hiç de benzemez olmadıklarını, aslında gayet benzer olduklarını, birbirlerinin neredeyse karbon kopyası olduklarını, her bir şeyi paylaşabildiklerini, ideolojik ayrımlarının farklarının ne kadar sınırlı olduğunu ve aslında hakkında yarıştıkları şeyin de o kadrolar ve ayrıcalıklar olduğunu gösteriyor bize. Zaten bir araya gelmelerini mucize kılan da, aralarındaki farkların bundan ibaret olması. Çok olsaydı da yan yana gelselerdi, konuşabilecekleri mesafeler, konular farklı olurdu ve biz de hakikaten gerçek bir siyasi tartışmayı izlerdik. Keşke aralarındaki farklar çok olsaydı. Ne yazık ki değil. 

Bir şey daha ekleyeceğim: Hiç konuşmadığımız Emek ve Özgürlük İttifakı meselesi var.  Bir ara bunu konuşalım. Mesela, CHP’nin kendi açıkladığı Vizyon Belgesi’nde, Hacer Foggo ve Selin Sayek Böke’nin öne çıkarılmasında bile Emek ve Özgürlük İttifakı’nın nihayet şekillenmiş olmasının etkisini gördük. Altılı Masa ya da Millet İttifakı, AKP- Cumhur İttifakı ile yarıştığı zaman başka bir şey konuşuyor, araya başka bir rekabet unsuru girdiği zaman başka şeyler oluyor. Benim iddiam: Bizim ideolojik farklılıklara daha çok ihtiyacımız var. Keşke daha çok olsaydı. İlk bölümde kısa konuşmuştum, sanıyorum bu bölümde bütün haklarımı kullandım. Çok teşekkür ediyorum. 

Ruşen Çakır: Kemal sen de aday meselesini konuşmak istemeyenlerden misin?

Kemal Can: Aday meselesini de konuşuruz ama önce Ayşe’nin bıraktığı yerden devam edeyim. Aslında bu işin özü şu: AKP iktidarının ortalarında, 2010’larda gelişen bir temel strateji var:  “Bu iktidarı nasıl yenebiliriz? Bu iktidarı nasıl değiştirebiliriz ya da yenilmez gibi görünen bu iktidarı yerinden etmenin siyasi formülü nedir?”  İstedikleri kadar sağ-sol bitti desinler ama aslında en temel ve en kaba haliyle temel refleks şudur: Taban anlamında, sağı ikna etmeden, sağ değerlerle bir ilişki kurma yolu bulmadan bunun mümkün olması imkânsız. Dolayısıyla bu stratejinin temel mantığı, sağcıları sağ semboller üzerinden ikna etmeye dayalı. Yani milliyetçileri milliyetçilikle ikna edeceksiniz, muhafazakârları muhafazakârlıkla ikna edeceksiniz. O tabanı başka bir paradigma veya başka önceliklerle, onların dâhil oldukları başka kimliklerle ikna etme perspektifini bir kenara bırakacaksınız. Onları işçi olarak, kadın olarak, köylü olarak değil, muhafazakâr ya da milliyetçi olarak ele alacaksınız, o kimlik özelliklerini, iknanın nesnesi haline getireceksiniz ve öyle ikna ederek sonuca ulaşacaksınız. 

Alay edilse de edilmese de, şimdi oluşturulan bu mucizevî Altılı Masa’nın, yaklaşım ve bakış açısı açısından, Ekmeleddin İhsanoğlu formülünden çok bir farkı yok bu anlamda. O alay edilen örneğiydi, bu ise alkışlanan örneği. Ama sonuçta baktığı pencere aynı pencere. Mutabakat Metni’nde ortaya çıkan tablo da temel olarak bu. Ayşe’nin işaret ettiği o iki noktada ideolojik gibi görünen şeyler nerede var? Kadında var, ailede var, laiklik meselesinde var, Kürt meselesinde var. Çünkü oralar, bütün bu operasyonun amacı olan ikna edilmesi gereken çevrelere dair şeyler. Dolayısıyla oradan kurgulanmalı ve orada geri basılarak onlar tedirgin edilmemeli, onlar endişeden uzak tutulmalı, hatta daha ileri giderek, ikna edilmeli. 

Bu temel ayrım oluştuktan sonra şöyle bir şey işlemeye başladı: Bu ittifak formülünün karşısında iktidar, hiç doğru olmamasına rağmen “Bunlar 5 benzemez, 6 benzemez, birbirlerine benzemez. Alâkasız şeyler, sırf bizi yenmek için bir araya gelmişler” iddiasını ortaya koydu. Bunu, bu ittifakın zayıf noktası olarak işaret etti. Ama ittifak da, kendi güçlü noktası diye aynı şeye yüklendi. Yani “Biz farklıyız, farklılar olarak bir araya geldik” dedi. Yani aslında eleştirilen şeyle, kendisinin en önemli ve en güçlü tarafı olduğunu söyleyen şey, birlikte yürüyor. Bunun yarattığı bir komplikasyonla karşı karşıyayız. Burak’ın da dediği gibi Altılı Masa tam da bunun üzerine inşa edilmiş. Dolayısıyla bu mutabakatı ararken, mutabakatı da en az yere dokunarak ve en az çevreyi rahatsız ederek kurmaya çalışmanın, başka birtakım radikal talepleri dışarıda bıraktığı için, – haklı talepleri de diyebiliriz, bazen radikal olması gerekmez –büyümesinin, belki de güç kaybetmesinin nedeni olarak ortaya koydu. 

Bu ‘’kazanacak aday’’ tartışmasında, aynı tablo ortada değil mi? Çünkü Kılıçdaroğlu’nu hariç tutsak bile, mevcut adayların avantajları diye ileri sürülen şey ne? En az çevrede alerji duyulacak ve herkesin oy verebileceği insanlar. Yoksa özel bir programı olan ya da özel bir önermesi olan, çok kuvvetli önerileri olan insanlar olduğu için temayüz etmiş değiller. Altılı Masa’nın kendine biçtiği şeyi, adayla yaratmanın tartışması yapılıyor. Yani bunu Altılı Masa mı sağlayabilir, aday mı sağlayabilir? Altılı Masa’nın kendisi için biçtiği şeyin, Altılı Masa’nın yapamayacağı, bunu ancak bir adayın yapabileceği tartışmasından daha ileriye götürülmüş bir aday tartışması yaşamadık. Çünkü aslında orada yaşanan şey, ‘’seçimi kazanma önceliğinden başka bir şey düşünmüyor” perdesinin arkasında, apaçık pozisyon ve etkinlik mücadelesinin sorunuydu. Çünkü şöyle bir durumla karşı karşıya değiliz ve muhalefetin önünde şöyle bir seçenek çeşitliliği yok: “Altılı Masa, zorlama bir mutabakatın ve bir sürü haklı talebin dışarıda bırakılmasının adresi. Buna karşılık, çok net ve çok etkili program ortaya koyan adaylar var. Dolayısıyla o büyük bir heyecan”. Hayır. Adayların heyecan yaratacağı ya da kazanabilir olduğunun iddiası da, yine o tuhaf mutabakatın, Umre’de verilmiş fotoğrafın, dergâhta verilmiş bilmem nenin ya da ölüm yıl dönümlerinde, çok acayip radikal simgelere büyük bir şey bahşeden sosyal medya paylaşımlarının ürünü. “Herkes onu çok seviyor, hiç kimse ondan rahatsız değil” iddiasından daha öte bir şey değil. Dolayısıyla muhalefet kaçınılmaz olarak şuna sıkışmış durumda: Yıllardır geçerli olan siyasi yelpazenin katılığını, aslında ‘’bitti mitti’’ denilen şeyin aklıyla düşünmeye devam etmeleri. Ya sahiden sağ, sol bitti mi ona karar versinler. Ama bitmemiş gibi strateji kurup, sadece bittiğini, kendi yapmadıklarının iddiası olarak ortaya koymak gibi bir zaafla baş başalar. Problem buradan doğuyor ve Altılı Masa’nın eksiği ya da problemi diye koyduğumuz şeyin, Altılı Masa’nın fonksiyonu dışında, aday tartışmalarında da aynen tekrar edildiğini söylemek istiyorum. 

Böylece aday tartışmasına girmiş oldum. “Girmek istemiyorum” dediğin aday tartışmasının tam ortasındayız. Dolayısıyla aslında kazanacak aday tartışması da Altılı Masa’nın kendine biçtiği misyondan çok farklı bir bakış perspektifi açmıyor. Hatta daha problemli şeyler açıyor. “Bu sistemin gereği olarak, tabii ki elini serbest bırakmak lazım. Halkla doğrudan temas edebilen bir adam, çok daha heyecan yaratır” diyorlar. Halkla doğrudan temas edip, kendi partisi dâhil herhangi bir organla siyasi bağı ve denetim ilişkisi olmadığını iddia edenin neye yol açtığını, 20 senede hep beraber seyrettik. 2007’de doğrudan halk tarafından seçilen Cumhurbaşkanı ile başlanması sürecinin, bizi sonunda nasıl bu ucube başkanlık sistemine adım adım taşıdığını ve oradaki argüman bütününü doğru görmemiz lazım. Dolayısıyla aday tartışması hem böyle bir zemine oturtuluyor hem de problemli biçimde, mevcut durumu kabul etmeye zorlayan bir seçmen aklını canlandırıyor.

Pratik olarak yaşanan şu; çok açık bir tablo var: İYİ Parti’nin, kendisi dışında başka bir partinin adayını masaya taşıması, hatta o partiye ve adaya rağmen onu aday göstermesi, Ümit Özdağ’ın Mansur Yavaş’ı aday göstermesi gibi bir pozisyon yaratacağı için, yapamayacağı bir şey. Dolayısıyla bu seçeneğe zorlanıyor. Bunun karşısında, elinde çok seçenek varmış gibi durmasına rağmen, Kılıçdaroğlu’nun adaylığına ‘’seçilemez’’ düşüncesiyle itiraz gibi bir seçenek var. İYİ Parti şöyle bir açmazla karşı karşıya ve galiba Akşener de bunun sıkıntısını yaşıyor: “Sen seçilemezsin” diyeceksiniz ve bunun için itiraz edeceksiniz. Ama aday da gösteremiyorsunuz. Ya da siz kendiniz, bunun adayı olmayacağınızı daha önce açıklamışsınız. Dolayısıyla bu, kaçınılmaz olarak bir ağırlık pazarlığı olarak algılanmaya çok müsait. Gelinen aşamada, bunun masada sadece itirazlar ve pazarlıklarla çözülecek bir sıkışmaya gelmesi, çok ciddi bir problem. Çünkü daha önce Mansur Yavaş seçeneği vardı. Mansur Yavaş kendini o seçenekten çıkarttı. İmamoğlu çıkarttı mı, çıkartmadı mı bilmiyorum. 

Sonuçta şöyle bir durumla karşı karşıyayız: Herkesin, kendisinin daha iyi sonuç vereceğine inandığı adayı ileriye süreceği bir seçenekler manzumesi, giderek daralmış durumda. Altılı Masa’nın “Bizde seçenek çok, o yüzden bu önemsizdi” iddiası vardı, ama sonuçta iş böyle bir noktaya kitlendi. Şimdi, kendi adaylığını dayattığı iddiasındakiler de, bunu durdurabilecek pazarlık gücüne sahip olduğuna inananlar da, aslında kendi yarattıkları açmazın içindeler. Bu açmazdan mucizevî bir formülle çıkmaları çok zor. Üstelik de, şu ânda yarattıkları ve bizim biraz abartılı bulduğumuz, bir sürü insanın çok heyecan verici bulduğu, mutabakatla birlikte yapabilirliği iddiasına bindirilecek bir kampanyanın hemen önünde, böyle bir kriz yaratmak, çok büyük riskler taşıyor. Ben, bu saatten sonra kimsenin, bu riskleri alma konusunda çok hevesli olacağını düşünmüyorum. Burak’ın söylediği gibi, uçlara savrulma ya da kendini o mutabakatta görmeyenlerin, sandıktan uzaklaşması ya da başka partilere yönelmesi olasılığı mutlaka var. Ama Altılı Masa şöyle bir varsayım üzerine yürümüştü: Bu iktidarın değişmesi önceliği herkes için belirleyici olacağı için, o savrulmalar ya da kendini ifade etme önceliği bir kayba yol açsa bile, karşıda kazanabilme ihtimalinin avantajı bunu dengeler, hatta daha da üste çıkarır. Çünkü bunun örnekleri de var. Daha önce, kendi içinden daha radikal unsurları dışarıya atmış partilerin büyüdüğü oldu, daha çok oy aldığı da oldu. Türkiye siyasetinde bunun örneklerini gördük. Ya da, kendi içinden doğmuş daha radikal partilerin ivmesini arkasına alan, onları risk olarak göstererek, kendi seçmen tabanını büyüten partilere de şahit olduk. Ama şu andaki gelinen siyasi vasat, bunu sağlamaya, hem zaman olarak hem imkân olarak çok el vermiyor. Aylardır tartıştığımız şey bu.

Yine Ayşe’ye referans olarak söyleyeyim: Keşke, ideolojik tartışmalar, içerik tartışmaları, hatta problemler daha açıklıkla konuşulmuş olsaydı, daha çok olgunlaşmış bir siyasi zeminde yürüyor olsaydık, daha çok problem başlığı olsa bile, bu sürecin bir ivmelenmeye yol açması mümkün olurdu. Şimdi, mutabakatla geldiğiniz bir yılın sonunda, bir aylık krizle problem çözemezsiniz. Bu, Altılı Masa’da oturan hiçbir liderin elindeki kozlarla mümkün görünmüyor bana.

Ruşen Çakır: Burak sen biraz önce başlamıştın aslında bundan sonrası ile ilgili. Bir kere, artık ‘’Altılı Masa’’ demiyoruz, ‘’Millet İttifakı’’ diyoruz. Senin ona da bir itirazın var galiba. Aslında İYİ Parti ısrarla ‘’Altılı Masa’’ yerine Millet İttifakı diyordu. Ama o derken sanki daha çok CHP ve İYİ Parti’den ibaret bir koalisyonu çağrıştırmak istiyordu. Şimdi 6 partinin birlikte olduğu yere ‘’Millet İttifakı’’ dendi. Mutabakat metni de ortada. Artık ayın 13’ünü bekliyoruz. Beklemeye devam mı edeceğiz?

Burak Bilgehan Özpek:  Bence ayın 13’ünde adaylıkla ilgili herhangi bir gelişme olmayacak onu söyleyeyim. Öncelikle Millet İttifakı seçime kazanmaya yönelik, partilerin oy nispetinde pay aldığı ve bir araya gelerek daha fazla kazanmayı amaçladıkları bir ittifak. Yani pragmatizmi, siyasi sonuçsalcılığı temsil ediyor benim dünyamda. Altılı Masa ise zaten hâlihazırda seçimi kazanılmış kabul ettiği için, Türkiye’yi demokratik bir dönüşüme taşıyabilecek, sürekli olarak seçim sonrasını planlayan bir mekanizma. O yüzden bu ikisi arasında çok fark var. Literatürde bunların bir tanesi Millet İttifakı election coalition, diğeri de winning and governing coalition olarak tanımlanır. Bunlar birbirinden farklı şeyler.  O yüzden, Biraz önce Ayşe’nin ve Kemal Abi’nin söylediği gibi, partilerin, olabildiğince siyasi pazarlık meselesinden utanmadan devam etmesi gerektiğini savunanlardanım. Bu utanılacak bir şey değil. Fakat bunlardan bahsetmek çok tiksinç, mide bulandırıcı bir şeymiş gibi gözüküyor. Altılı Masa insanlara bunu söyledi. Adeta kendi nefislerinden, dünyevi hırslarından vazgeçmiş ve ellerini taşının altına koyup… O ne demekse onu da hiç anlamıyorum.

Ayşe Çavdar: Öyle söyledi ama onu yapmadı. Onu tiksinç görmekle beraber, pazarlığın içeriği bundan ibaret, başka bir şey yok.

Burak Bilgehan Özpek: Ben de onu söylüyorum zaten Ayşe. ‘’Altı lider ellerini taşın altına koydular’’. E koymasaydın. Siyasi parti olarak hayır kurumu musun?  Her neyse. Bu pazarlık meselesine gelelim. Partiler pazarlık yaparlar, bu çok doğal. Ama Cumhuriyet Halk Partisi ve İYİ Parti birbirini yeni gören tanıyan partiler değil. Eğer bir pazarlık masası olsaydı bunun için dört ayrı partiyi oraya oturtup, bunlara da pazarlıktan pay vermek gibi bir eğimleri olmazdı bence. Akşener’le Kılıçdaroğlu’nun pazarlık yapmak için Altılı Masa’ya, 4 tane siyasi parti genel başkanına pay vermeye ihtiyacı yok. Yani Meral Hanım’ın Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylığına Evet demesi karşılığında, zaten şu anda ziyadesiyle bir pazarlık gücü var. Bence en başında da vardı. Bu pazarlık gücünü kullanmak için böyle bir Altılı Masa mekanizmasına gerek de yok. 2019’da nasıl pazarlık yapıldıysa yine yapılırdı bence birliktelik inşa edilirdi. Bu birliktelik durumunda da zaten 4 partiye ihtiyaç yok. Dediğim gibi oy oranları çok azaldı ve ittifaka getirdikleri bir katkı da yok. Tam tersine, bu partilerin muhalefete kabul edilmesindeki amaç, ‘’muhalefet olarak iktidarlardan oy alalım ve o aldığımız oyla seçimi kazanalım’’ gibi bir mantık vardı. Çünkü genel itibariyle AKP’den oy alabilecekleri düşünülüyordu. Şu anda geldiğimiz noktada muhalefetin oyuyla meclisteki ağırlığımız azalacak. Yani biz DEVA ve Gelecek partilerin kurulması ile birlikte, muhalefetin meclisteki toplam ağırlığının artacağını düşünürken, muhalefetin hâlihazırdaki oyuyla bu partilerin Meclise gireceği, bir anlamda aritmetiğin çok değişmeyeceği, sadece bu insanların bir şekilde Meclise gireceği bir durumdan bahsediyoruz. O yüzden, yarın bu 4 partinin ittifaktan çıkması durumunda muhalefet çok fazla bir enerji kaybetmeyecek.  Dün, çok itibarlı bir anket şirketinin sonuçları elime ulaştı, belki size de ulaşmıştır. Bugün Muharrem İnce’nin oyu, oyu az olan bu 3 partinin oy toplamından daha fazla. O yüzden çok fazla bir kayıp yaşanmaz. Dört partiye gerek yok.

İkincisi, pazarlık argümanının varsayımı, Kemal Bey’in seçimi kazanacağı yönünde. Yani Kemal Bey’in seçimi kazanacağını varsayanlar pazarlık meselesini ikinci argüman olarak öne koyuyorlar. Hâlbuki Akşener’de ciddi anlamda Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçimi kazanamayacağına dair bir inanç var ve bunu da defalarca söyledi. Bununla birlikte bu inanç aynı zamanda bir bulguya dayanıyor. Yine aynı şirketin, -Türkiye’nin en itibarlı anket şirketinden bahsediyorum-, dünkü sonuçlarına göre İYİ Parti seçmeninin, yani şu anda İYİ Parti’ye oy vereceğini söyleyen mevcut seçmenin %49’u, Kemal Bey’in adayı olması durumunda oy vermeyeceğini söyledi. Bu oran 1 ay önce %47 idi, bu ay %49’a çıktı. Türkiye seçmeninin toplam %48’i adayın kim olacağına göre karar vereceğini söylüyor. Yani muhalefet kimi çıkartırsa çıkartsın koşarak gidip oy verecek seçmen varsayımı yani seçimi hâlihazırda kazanılmış gören varsayım, temelden yanlışlanmak veyahut sorgulanmak zorunda. ‘’Tayyip Erdoğan’dan memnun değilim’’ diyenlerin sayısını alıp ‘’zaten bu seçimi kazandık’’ diyemezsiniz. Siyaset böyle bir şey değil. Geçen haftalarda da söyledim: HDP, İYİ Parti ve CHP seçmenini olabildiğince mobilize etmeniz gerekiyor. O yüzden, zaten Akşener kazanamayacağını bildiği bir adayla pazarlık yapma sürecine girer mi, çok emin değilim. 

Burada ilginç bir şey var çünkü Altılı Masa ısrarla seçimin nasıl kazanılacağı koşullarını konuşturmadı. Hatta Kasım ayının sonunda yapılan anayasa değişikliği toplantısında adayla ilgili sorduğum zaman yüzüme çok garip baktılar diye siz anlatıştınız Ruşen Abi. ‘’Şimdi bu ne münasebetsiz bir soru?’’ dermiş gibi bakmışlar size ve bu işleri bir sıraya koyduklarını söylemişler. Doğru, Altılı Masa sürekli olarak ‘’adı önemli değil ha Ali olmuş ha Veli olmuş, her sorunu aşıyoruz’’ gibi bir mesele içerisindeydi. Fakat anlıyoruz ki Altılı Masa’nın gündemi başka seyrederken, dışarıda başka bir masa var. Ve bu masanın ayaklarında sosyal medya fenomenleri, sürekli kulis bilgisi sızdıranlar var. Altılı Masa daha geçtiğimiz hafta Perşembe günü başkan adayının nasıl seçileceğini tartışmaya başladı. Sıra ancak geçtiğimiz hafta geldi. Bu oldukça geç bir tarih bunu kabul ediyorum. Oldukça geç bir tarih, fakat sıra geçtiğimiz hafta geldi. Bazı usuller üzerinde mutabakata vardılar ve ortak bildiri yayınladılar. Ortak bildiri çıktıktan hemen 5 dakika sonra birkaç gazeteci ‘’Aday 13 Şubat’ta açıklanacak’’ diye tweet atıyor. Eğer başka bir masa, başka bir müzakere süreci varsa toplum bunu bilmeli. Fakat muhtemelen önümüzdeki toplantıda, Altılı Masa kendi sistematiği içerisinde adayların isimlerini Masa’ya koyacaklar. Ondan sonra genel başkanlar gidecek bunun saha araştırmasını yaptıracaklar, teşkilatlarıyla konuşacaklar. Bence Şubat ayı içerisinde el çabukluğu ile bitecek bir süreç değil bu. Yani bir Gaslighting stratejisi var. Sürekli olarak ‘’Kılıçdaroğlu aday. Oldu, bitti, tamam, aday listeleri kesinleşti. Her şey tamam. Şimdi artık bundan sonra ses çıkartan herkes bozguncudur, muhalefete muhalefet ediyordur’’ gibi bir strateji var. Bu çok komik, çok çocukça.. Ya Altılı Masa’da müzakere edeceksiniz bu konuyu ya da başka bir yerde yaptığınız müzakereyi Masa’nın kararı gibi yansıtmayacaksınız. Sürekli olarak insanların kulisleri yalan çıkıyor yanlışlanıyor. Böyle strateji olmaz

‘’Aday önemli değil’’ meselesi ile ilgili de bir şey söylemek istiyorum. Bence aday önemli. Şu açıdan önemli çünkü ortaya konan program kadar, programın nasıl bir irade ile uygulanacağı meselesi konuşulmak zorunda. Mesela Muharrem İnce’nin programı harikaydı. Birçok akademisyen oturdu, bir hafta boyunca kampa girdi ve bu programı yazdı. Yeşil dönüşüm var, alternatif enerji kaynaklarının ekonomiye kazandırılması var, Merkez Bankası ile ilgili, bu programda söylenmiş her şey var. Ve hepimiz çok iyi biliyoruz ki Muharrem İnce seçilseydi, yine normal bir insan atayacaktı Merkez Bankası başına, normal bir insan ekonomi bakanı olacaktı. Buna karşı Tayyip Erdoğan’ın vaadi, millet bahçesinin çimenlerinde çay içip kek yiyip çimlerde yuvarlanmaktı. 

Bizim Türkiye’deki seçmen davranışı üzerine biraz kafa yormamız lazım.  Seçmen hakikaten bu tip metinlerin içeriğiyle ilgilenmekten ziyade, bir liderin yönetme kapasitesi ve yönetme ciddiyeti üzerine daha çok duruyor olabilir. Mesela seçmen Muharrem İnce’yi söylediklerinin ve miting performansının ötesinde, ciddiyetsiz bir aday olarak görmüş olabilir ya da muhafazakâr seçmen buna inanmamış olabilir. Barış Terkoğlu’nun birkaç hafta önce yazdığı yazısında  olduğu gibi. Sarayda şu anda görevli bir akademisyenin makalesinden bahsediyor. Bu akademisyen diyor ki: ‘’Biz 2017 başkanlık referandumunun içeriğini kimseye anlatmadık hiç kimse bu içeriğin farkında olarak gidip oy vermedi. Herkes Tayyip Erdoğan’ın yönetme kapasitesine, şimdiye kadar nasıl yönetiyorsa öyle yöneteceğine gidip oy verdi’’. Dolayısıyla aday meselesi önemli. Bu otoriterleşme korkusunun da nereden çıktığını hakikaten anlamıyorum. Muhaliflerin gündeminde, şu âna kadar gösterdikleri bir adayın, ikinci Tayyip

Erdoğan’a benzeyip benzemeyeceği korkusu yoktu. Bu hafta Medyascope’taki yazımda da belirttim. Bu, DEVA ve Gelecek partilerinin travması. Tayyip Erdoğan’ın seçimi kazandığı, bu isimlerin de yönettiği bir dönem yaşadık biz. Seçimi kazanan adam başka, yöneten adam başka olmalıydı. Bu işin hamallığını başkasıyla yapıyor, bürokrasideki gerekli uzmanlığı da başkası sarf ediyor. Böyle bir şey var. Bu insanların travması, seçimi kazanan kişinin ülkeyi yönetmeye kalkışmasıyla gerçekleşti ve çok kötü oldu. Doğru, haklılar orada; çok kötü, berbat yönetti. Ama bu her seçimi kazanan insanın veyahut seçim kazanma olgusunun hızlı bir şekilde Tayyip Erdoğan’a benzeyeceği anlamına gelmez. Tayyip Erdoğan Türkiye’de otoriterliğini sürekli olarak seri şekilde seçim kazanarak kurdu. Yani biz bir anda bir otoriterlikle karşılaşmadık. 

Bundan sonra, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’nın asıl meselesi -eğer Tayyip Erdoğan olmayacaksa- otoriterlik değildir, otorite kurabilme meselesidir. Acaba yeni başkan otorite kurabilecek mi? Emniyet güçlerine, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne hükmedebilecek mi? İstediği atamayı yapacak mı? Ekrem İmamoğlu Başkan olduktan hemen sonra belediye otobüslerinin şoförlerine söz geçirememişti, hatırlayın. Yani muhalifler olarak asıl meselemiz, gerçekten yeni seçilecek başkanın hızlı bir şekilde otoriterleşmesinden korkmamız mı, yoksa hükümeti ele geçirdikten sonra otorite kuramaması mı? Açıkçası beni ikincisi daha çok korkutuyor. Bu kadar. 

Ruşen Çakır: Evet bugün bayağı uzun bir Adını Koyalım yayını yaptık. Ekleyeceğiniz bir şey var mı diye sormaya korkuyorum… Ayşe söyle hadi. 

Ayşe Çavdar: Hayret diyorum sen kısa olsun dememiştin, buna rağmen uzattık. 

Ruşen Çakır: Peki burada noktalıyoruz. Çok teşekkür ediyorum Kemal Can’a Ayşe Çavdar’a ve Burak Bilgehan Özpek’e. İzleyicilerimize de teşekkürler, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.