Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adını Koyalım (95): Deprem sonrası tutulan defterler, alınan notlar

Kahramanmaraş merkezli ve 11 il ile Suriye’nin bir kısmını da etkileyen iki büyük depremin üzerinden 17 gün geçti. Yaşamını yitirenlerin sayısı ise 42 bini aştı. Enkaz kaldırma ve yardım çalışmaları sürüyor.

AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Kahramanmaraş’taki ilk iki büyük depremin ardından yaptığı ilk konuşmada, “Gün onlarla tartışma günü değildir. Günü geldiğinde şu anda tuttuğumuz defteri açacağız” demişti.

AKP Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü Ömer Çelik ise Cumhurbaşkanı Erdoğan başkanlığında 17 Şubat’ta toplanan AKP MKYK sonrası parti genel merkezinde gazetecilere açıklamalarda bulunmuş ve “Biz afet bölgemizde vatandaşlarımızla birlikte olduğumuz için siyasi tartışmaların parçası olmadık. Bunları not ediyoruz” diye konuşmuştu.

Dün (21 Şubat) ise partisinin TBMM’deki grup toplantısında konuşan MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, “Fırsatçılığın karanlığından istifade etiketleri artıranlar, kiraları artıranlar, kasasını doldurmak için hareket edenler bu milletin bir ferdi olamayacağı gibi şerefli de sayılamazlar. Bunları tek tek not aldığımız da bilinmelidir” dedi.

Öte yandan Millet İttifakı’nın 18 Şubat’taki deprem gündemli toplantıdan sonra yayımlanan yazılı açıklamada ise “(Deprem felaketi ile ilgili) Hukuki, idari ve siyasi sorumlular da arşivlenerek dosyalarda ve hafızalarımızda not edilmiştir” denildi.

İktidar ve muhalefetten gelen karşılıklı “not ettik” açıklamaları ne anlama geliyor? Deprem karşısında Millet İttifakı partilerinin aldıkları siyasi tutum nasıl yorumlanmalı? Selahattin Demirtaş’ın muhalefeti birlikte hareket etmeye çağırması karşılık bulacak mı? İktidar ortakları seçim öncesi deprem üzerinden mi siyaset yapacak?

Ruşen Çakır, Ayşe Çavdar, Kemal Can ve Burak Bilgehan Özpek, Adını Koyalım’da deprem felaketinin siyasi sonuçlarını yorumluyor.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Adını Koyalım”la karşınızdayız. Kemal Can stüdyoda yanımda; Ayşe Çavdar ve Burak Bilgehan Özpek ile berâber yine depremi konuşacağız. Arkadaşlar, merhaba. 

Çavdar- Özpek- Can: Merhaba.

Ruşen Çakır: Geçen haftaki yayınımız çok büyük bir ilgi gördü. Gerçekten bayağı bir tartışıldı. İnsanlar artık depremin siyâsî boyutunu konuşmaya susamışlar, öyle görüyorum. Şimdi önümüzde konuşacak çok husus var. Öncelikle hafta sonu yapılmış olan Millet İttifâkı toplantısı ve orada çıkan metin var. Dikkat ederseniz, o metinde, “Bizler de not ettik” diye bir bölüm vardı. Bu, Erdoğan’a ve Ömer Çelik’e göndermeydi. Dün de Devlet Bahçeli tekrar not ettiğini söyledi. Karşılıklı olarak notlar alınıyor. Bakalım siyâsette deprem nasıl bir faktör olacak. Seçimin de normal şartlarda, zamânında yapılacağını varsayarak hareket ediyoruz.

Önce muhâlefeti konuşalım istiyorum. Burak, seninle başlayalım. Bunu geçen haftaki Adını Koyalım’da da epeyce konuştuk. Millet İttifâkı’nın iki büyük partisi arasında deprem konusunda bir strateji farklılığı vardı. Bu farklılık iyice belli oldu; ama aynı zamanda, 6 parti oturup, bana göre eli yüzü düzgün bir metin ortaya çıkarabildi. Ne diyorsun? Millet İttifâkı ya da Altılı Masa yola nasıl devam edecek, nasıl görüyorsun? 

Burak Bilgehan Özpek: Evet, ben de metni beğendim. Çok oturaklı bir metin olduğunu düşünüyorum. Ama netîcede o farklılık tespitine de katılıyorum. Evet, geçen hafta konuştuk; siz de bu konuyla ilgili bir yayın yaptınız, onu da izledim. Burada çok temel bir farklılık var ve o farklılık, aslında uzun süredir devam eden ikili bir muhâlefet anlayışının yansıması ve zaman zaman ortaya çıkıyor. İkili muhâlefet anlayışından kastım şu: Bir tarafta, muhâlefeti temsil etme iddiası içerisinde olan son derece seçkinci ve elitist bir Altılı Masa mekanizması var; öteki tarafta, Kemal Bey’in daha şahsî ve biraz da duygu siyâsetini içeren bir politikası var. Yani bir tarafta elitist, bir tarafta popülist bir strateji olduğunu düşünüyorum. 

Ruşen Abi, programlar ilgi gördü diyorsunuz da, o ilgi görmesi benim için iyi bir şey değil. Böyle konuştukça herkes bana kızıyor. YouTube yorumları benim için hiç iyi değil. Kemal Abi çok popüler, Ayşe de öyle. Ama ben hiç popüler değilim. Ama söylemem lâzım, yani burada böyle bir strateji var. Bence, muhâlefetin selâmeti açısından bu elitist strateji doğru değil. Çünkü o elitizm içerisinde, ciddî anlamda halk yok. Yani halkın çıkarları, toplumsal kesimlerin bir anlamda temsili gibi bir konu tâli bir mesele olarak görülüyor. Bence Kemal Bey’in bu stratejisi de doğru değil; çünkü o da muhâlefet içerisindeki birliği bir hayli tehdit ediyor. Deprem sırasında sağ partilerin genel îtibârıyla farklı politika izlediğini gördük aslında. Meseleyi çok fazla siyâsete boğmadan toplumun yaralarını sarmak, insanların acılarını kamuoyunun dikkatine sunmak; bununla birlikte, devlet ile hükûmeti bir anlamda ayrıştırarak gitme gibi bir durum var. Böyle yaptıkları için de, devletin aslında hükûmet tarafından iyi idâre edilmediğini söyleyemiyorlar. Biraz önce söylediğim gibi, Kemal Bey’in stratejisi, daha duygu siyâseti üzerine kurulu. Öfkeyi olabildiğince yansıtma ve bir anlamda, o sol popülizmin murat ettiği gibi halk ile seçkinler arasında çok ciddî bir karşıtlık yaratma üzerine bir mesele. 

Bu “popülizm” teriminin Türkiye’de doğru anlaşılmadığı kanaatindeyim. Meselâ ben Kemal Bey’e “sol popülist” derken ona hakaret etmiş olmuyorum. Hattâ ben sol popülizmin ciddî anlamda bir iktidar stratejisi olduğunu düşünenlerdenim. Uygulanabilir, çünkü genel îtibârıyla, sınıf temelli analizden ziyâde, elitlerle halk arasındaki bir karşıtlık üzerine kurulan bir analiz. Chantal Mouffe ve Laclau’nun ortaya koyduğu, tıkanmış Avrupa siyâsetine getirdikleri bir çözüm. Yani Avrupa siyâseti o kadar merkezde ve o kadar teknokrasi temelli ilerledi ki, halkın ve farklı çıkar gruplarının bir anlamda izole edildiği ve siyâsete müdâhale edemedikleri durağan bir dönem yaratıldı. Dolayısıyla insanların memnûniyetsizlikleri, başkentlerdeki bürokratlar tarafından çok önemsenmedi. O yüzden siyâsetin yeniden geri dönüşü, Laclau ve Mouffe, bir anlamda popülizmi bir strateji olarak örnek koydular ve orada da, insanların genel îtibârıyla ortaklaştığı duyguları, karizması ve söylemleri sâyesinde liderin yansıtması çok önem arz ediyor. Kemal Bey böyle bir strateji içerisinde. Bence bu strateji, Kemal Bey’in kendi durduğu noktadan bakınca mantıklı; çünkü kendi tabanı ya da açılmak istediği taban –Kemal Abi’nin sevdiği tâbirle– bir anlamda “konsolide oluyor. Ama öte taraftan, muhâlefetin bütünlüğünü de sarsan bir hal alıyor. Kemal Bey bugün CHP seçmeninin, sol ittifak seçmeninin o öfkeli hallerini yansıtan, hükûmetin yakasına yapışıp hesap soran bir siyâsetçi figürü olarak ortaya çıkıyor. Onları rahatlatan, onların temsil duygusunu tatmin eden bir durum bu. Ancak öte taraftan, muhâlefet içerisindeki sağ partilerin seçmenlerinin veya sağ parti elitlerinin de çok arzu ettiği bir şey değil. Çünkü onlar başka bir noktadan kuruyorlar. Özellikle Akşener, devletin AK Parti elinde hebâ olduğunu düşündüğü için, o noktadan siyâset kuruyor. Kemal Bey bambaşka bir paradigmanın peşinde. 

O yüzden Kemal Bey’in kendi stratejisi için mantıklı, ancak muhâlefetin stratejisi için çok mantıklı bir şey değil; onları bölen bir şey. Altılı Masa metni, tabiî ki Kemal Bey’in tavrının dışında ilerledi. O tavrı biraz yumuşatan, biraz sönümlendiren bir metin. Ama Kemal Bey’in tavrı bize Altılı Masa’nın geleceği hakkında bir şeyler söylüyor. Yani genel îtibârıyla o politika devam edecekse; Altılı Masa bir yandan muhâlefeti siyâsetsizleştirirken, Kemal Bey bangır bangır siyâset yapacaksa, bu aslında ortak aday çıkmama ihtimâlini de içinde barındırıyor bana sorarsanız. Eğer ortak aday çıkmayacaksa ve bir noktada Altılı Masa’nın ortak aday çıkarma konusunda başarısız olması düşünüldüğünde, Kemal Bey’in %30’luk, 35’lik, belki %40’lık toplum kesimini arkasında toplayarak seçime çoklu adayla girilmesi ve ikinci tura kendisini atması gibi bir hesâbı olabilir. Bunu ciddî ciddî düşünüyorum. Çünkü daha önce de bunu konuştuk: Altılı Masa’nın uzlaşamama durumunda nasıl bir yol izleyeceğine dâir bizimle paylaştığı bir usul yok. Ortak adayın oy çokluğuyla mı ya da oy birliği ile mi belirleneceğini bilmiyoruz. 

O yüzden, bunu bilmediğimiz için, Altılı Masa’nın bir noktada tıkanacağını düşünüyoruz. Çünkü çok açık şekilde, Akşener’in İmamoğlu ve Yavaş isimlerini öne sürdüğü, bu isimlerin Cumhuriyet Halk Partisi tarafından kabul edilmediği ve Akşener’in de Kılıçdaroğlu ismine çok sıcak bakmadığı gibi bir durum söz konusu. Şimdi buradan bir uzlaşma çıkabilir mi? Açıkçası ben çok ümitli değilim. Dolayısıyla çoklu adaya gidilebilir. O yüzden Kemal Bey’in izlediği sol popülist strateji, bir anlamda çoklu aday stratejisinin de önemli bir ayağını oluşturuyor. 

Meselâ dünkü grup konuşmasında “neoliberal sistemle hesaplaşma” vurgusu, Ali Babacan’ın, Ahmet Davutoğlu’nun, Meral Akşener’in ve bu partilerin kadrolarındaki iktisatçıların çok normal karşılamayacağı şeyler. Altılı Masa’nın ortak programının da çok normal karşılamayacağı şeyler. Ben Serkan Özcan’ı, Kerim Rota’yı, İbrahim Çanakçı’yı, Ümit Özlale’yi, Bilge Yılmaz’ı gözümün önüne getiriyorum. Aslında bunlar farklı partilerde olmalarına rağmen çok benzer paradigmanın ekonomistleri. Fakat neoliberalizmle hesaplaşma meselesi, tam olarak biraz önce söylediğim sol popülizmin paradigma değişikliği hedefi. O yüzden Altılı Masa’nın programına, elitizmine, uyum yakalama çabasına bir noktada tanık olurken, diğer noktada da Kemal Bey’in, kendisini toplumun öfkesiyle özdeşleştiren, “Ben Kemal! Geliyorum!” gibi sloganlarla kendisini ifâde eden stratejisini izliyoruz. Hatem Ete’nin sizinle yaptığı programda dikkat çektiği çelişki de aslında biraz böyle bir şey Ruşen Abi. Bunun da çok doğal gelişmediğini, ikinci tura kalabilecek bir seçim için, Kemal Bey’in çoklu adaylık durumunda muhâlefetin en çok oy alan adayı olmak için kendisini bu noktada konumlandırdığını düşünüyorum.

Ruşen Çakır: İlginç. Ben katılmıyorum. Ama neyse, tartışalım. Üzerinde bayağı konuşulacak bir mesele. Ayşe, muhâlefetin ortak çıkarttığı metne sen ne dersin? Bu arada, Selahattin Demirtaş’ın ilk andan îtibâren HDP’nin ve diğer ittifakların hep birlikte olması gerektiği yolundaki çok ciddî çağrıları var. En son, “Yürü Millet İttifâkı, yürü Bay Kemal”e kadar gitti. Ne dersin?

Kemal Can: Galiba Kılıçdaroğlu onu retweet etti. Galiba öyle bir şey gördüm.

Ayşe Çavdar: Öyle mi yaptı? 

Kemal Can: Yanıltmayayım, ama öyle bir şey gördüm. 

Ruşen Çakır: Ama tabiî birileri “Yürü Bay Kemal” deyince, bizim Kemal birden alınıyor.

Kemal Can: Yok, Kemal Bey’den de o zaman alınmam lâzım. 

Ruşen Çakır: Evet Ayşe, ne diyorsun? 

Ayşe Çavdar: Önce metinden başlayayım. Metin hakîkaten iyi yazılmış bir metin. Herkesin kendisine bir yer bulduğu, belli ki çekişilerek yapılmış, o kadar kolay yazılmış bir metin gibi görünmüyor. Tabii ki liderler oturup, “Bu böyle olacak” dememişlerdir. Ekipler arasında sıkı müzâkere edilerek, herkesin kendisine bir tarafından yer bulduğu, ama yine de bütünlüğü olan bir metin. Metnin en büyük eksikliği, angajmanının toplumla değil devletle olması. Yani müstakbel devlet konuşuyor burada, o yüzden de önemli bir metin. Angajmanının toplumla olmaması ne demek? Öfkesini dengelemeye çalışıyor ve o öfkenin farkında, görüyor, biliyor, ama bir tür, göğsünde yumuşatmaya da çalışıyor. Dolayısıyla, metin müstakbel bir iktidar metni ve ilk defâ böyle müstakbel bir iktidar metni yazıyorlar. Ben bu toplantı yapılmadan önce de, “Bu, bugüne kadar yaptıkları en önemli toplantı” demiştim. İstedikleri kadar bilgi ve belge açıklasınlar, metinler yazsınlar, bu, Türkiye’yi yeniden kurmayı gerektiren bir felâket. Bir hayli zamandır devam eden bir felâketin son aşaması yaşanmış durumda. Böyle bir felâketten sonra, sâhada kimin nasıl davrandığı, ileride, felâket sonrasında kurulacak bir Türkiye’de nasıl bir rol oynayacağını söyleyecek. Ayrıca ne yaptıkları da o devlet kapasitesinin nasıl işlediğini, nereye doğru genişleyeceğini gösterecek. Dolayısıyla böyle bir dengede oturmuş neredeyse. Farklılıklar gözümüze çarpıyor. Bazı paragraflara baktığımızda, o paragrafların kimden geldiğini görüyoruz, fark ediyoruz; ondan da kaçınılmamış, bu da iyi bir şey. Fakat dengesi de korunmuş. Ama denge korunurken vazgeçilen şeyin toplumla angajman olmasını da biz bir tarafa not edelim bence. Tıpkı şimdiye kadar yaptıkları gibi, kendi aralarındaki siyâseti dengelemeye çalışırken vazgeçtikleri şeyin toplumla angajman olması kenara yazılacak bir şey. 

Bu meselede, bizim kendimize de sormamız gereken birkaç soru var. Başından îtibâren kendilerine sorduğumuz halde, Altılı Masa / Millet İttifakı’nın bir türlü cevap veremedikleri, hâlen veremedikleri, biraz “Bakalım bizden ne çıkar?” diye, belki de, “Kervan yolda düzülür” kafasında ilerledikleri bir iki şey var: Biz bu Masa’dan ne bekliyoruz ve bu Masa’nın etrâfındakiler birbirlerinden ne bekliyorlar? Bence, bu iki soruya verilen cevaplar arasında çelişkiler var. Biz o yüzden Altılı Masa kurulduğundan beri, asıl onların krizlerini bir şekilde konuşmaya çalışıyoruz. En başta başkan adayının belirlenme hikâyesi olmak üzere, ne yapacak olsalar, zâten bir krizle geliyor. Çünkü dediğim gibi, Masa’dakilerin kendilerinden beklentileri ve Masa’nın ne yapması gerektiğinden beklentileri hem aynı değil, hem iki soru arasında biraz arada kalıyorlar. 

Toplum açısından bakıldığında, bizim ondan beklediğimiz şey, iktidarda bulunan mevcut ittifâkı ortadan kaldırması. Bu nedenle seçimden önce ve seçimden sonra birtakım stratejiler hayâta geçirmesi gerekiyor. Bir de onların koyduğu bir iddia var: Türkiye’yi tekrar parlamenter rejime geçirecekler. O da geliştirilmiş olacak. Onunla ilgili bir sürü tasarılar verdiler. Kendilerinden bekledikleri, bütün bu süreçte en belirleyici aktör olmak. Bizim derdimiz de bu. Yani İYİP’le CHP arasındaki en büyük mesele bu. “Son sözü kim söyleyecek?” tartışması yaşıyoruz. Niye söyleyecekler bu sözü? Çünkü geçiş döneminden sonra, “Türkiye’nin birinci partisi kim olacak? Başbakan kim olacak?” yarışını şimdiden yapıyorlar. Bence derdimiz bu. Bundan kaynaklanan bir şey. İYİP, “Altılı Masa, Kemal Kılıçdaroğlu’na başkanlık kazandırsın diye mi kurulmuş?” diye soruyor. CHP de, “Geçiş döneminden sonra iktidârı İYİP’e bırakalım diye mi kurduk bu Masa’yı?” diye soruyor. Ama bunlar yanlış sorular. Sâdece deprem dolayısıyla değil; deprem öncesinde de yanlış sorulardı bunlar. Çünkü pek çoklarının söylediği, benim pek paylaşmadığım ama madem öyle: “Seçimi kazandılar mı ki sonrasını bu kadar hesap ediyorlar?” Şunu da eklemek lâzım: Seçimi kazandılar da, geçiş dönemini sağlıklı bir şekilde atlattılar mı ki ondan sonraki dönemi hesaplamaya çalışıyorlar? Bu tür çelişkiler, Altılı Masa’yı, biraz fonksiyonlarını yitirmiş halde bırakıyor. 

Fakat şimdi, deprem sonrası halde bugüne kadar yaptıkları en ciddî ve en önemli toplantı. Bence bundan sonra da bundan daha önemli bir toplantı yapmayacaklar. Başkan adayının ya da kaç başkan adayı olacağının belirlendiği toplantı –hattâ dağılsalar bile o toplantıda–, bu kadar önemli olmayacak. Çünkü bu toplantı ve hemen öncesindeki 10 gün, bize kimin büyüyünce ne olmak istediğini söyledi. 

Bir şey daha ekleyeyim — bu da benim Kemal Kılıçdaroğlu’na eleştirim: Onun “ben, ben” demesinin arkasındaki sebep, zannediyorum etrâfındakiler, duygu siyâseti ile duygusal siyâseti karıştırıyorlar. O ikisi çok farklı şeyler. Duygusal siyâset doğrudan doğruya sâhadan aldığı ya da oradan almayı düşündüğü duyguyu yansıtmakla ilgili. İnsanlar üzgün olmalı, o zaman ben de üzgün olmalıyım. Öfkeli olmalı insanlar, o zaman ben de öfkeli olmalıyım. İnsanlar heyecanlı olmalı, onu istiyorum. Coşkuya ihtiyâcım var. Mitinglerimde karşımda beni alkışlayacak insanlar coşsun, o zaman ben de coşayım. Bu yüksek duygu performansları Kemal Bey’in üzerine yakışmadığı için, insanlara inandırıcı gelmiyor. Oysa duygu siyâseti hangi siyâseti harekete geçirdiğinizle ilgili. Meseleyi sâhada gördüğünüz duyguyu yansıtmakla ilgili değil. Hangi duyguyu, hangi argümanlarla, hangi araçlarla, hangi gerçeklere dikkat çekerek hangi duyguları harekete geçirdiğinizle ilgili. Aslında AKP söz konusu olduğunda, hangi yalanları üreterek anlamına geliyor o. Ama biz duygu siyâsetinin iyi tarafına bakalım. Hikâye dediğimiz şey de o duyguyu harekete geçirerek o hikâyeyi örmekle ilgili. CHP’nin duygu siyâseti yaptığını zanneden ve bunu Kemal Bey’e aktaran tâifesinde, ağır bir amatörlük ve hakîkaten bir karıştırma hâli olduğu anlaşılıyor. Fakat bu, diğerlerinde de farklı değil. Yani, liderin benim yerime öfkelenmesi, benim yerime bir şey yapması, bir kere benim yerimi alması demek. Ne münasebet? O yüzden Kemal Bey’e de sık sık kızıyorum. Niye “ben, ben?” Neden benim geleceğim senin mîrâsın olsun? Bunun dengelenmesi gerektiği doğru. Ancak, bunun dengelenmesi gerektiği yerin Altılı Masa olduğundan emin değilim. Özellikle şu aşamadan sonra, artık seçime çok az kalmışken, Altılı Masa eğer devam edecekse, iletişimin, dolayısıyla propaganda süreçlerinin de bir taraftan ortaklaştırılması gerekiyor. Buralarda buna dikkat çekeceklerini zannediyorum. Peki, bunlar ayrıntı mı? Değil. Çünkü şu aşamadan sonra, bu kadar büyük bir kriz yaşandıktan sonra, bir de 14 Mayıs’ta seçime gideceksek –nitekim giderecek gibi görünüyoruz– hemen ele almaları ve çözmeleri gereken çeşitli problemler, birlikte çalışamamalarına neden olan yanlış anlamalar bunlar. Birbirlerini yanlış anlıyor bile değiller; mevzûyu yanlış anlıyorlar. Apaçık yanlış anlıyorlar, eğer çeşitli sebeplerle böyle anlamayı tercih etmiyorlarsa. 

Şunu da söylemeden geçmeyeyim. Mâdem Burak kendisine gelen eleştirileri söyledi, bana gelen eleştirilerden bir tânesi, özellikle sâhada HDP’yi anmamış olmam. Pazarcık’ta HDP’nin yardım organizasyonuna kayyum atanması, bu partinin hangi koşullar altında siyâset yaptığını ve neden siyâset yaptırılmadığını da ortaya koymuştur Vazgeçmemesi de bundan. Siyâset yapmaktan da, dayanışmaktan da ve dayanışma siyâseti üretmekten vazgeçmeme hâlini görüyoruz. Bu yüzden HDP king maker. Bu yüzden başka bir king maker yok. İktidârın, hattâ devletin ileride ne olacağına, kim olacağına karar verecek olan insanlar, bu nedenle Kürtler. Bu kadar gadre uğramış insan kiminle yürümeye karar verirse, devlet o olacaktır. Ne yazık ki HDP bunu zamânında, çözüm sürecinde fark etmedi. Bence, bütün bu yaşadıklarımızda, o fark etmeyişin çok büyük bir önemi var. Fark etseydi başka bir şey olurdu. Zannediyorum, HDP’ye olan kırgınlığın büyük bir bölümü de, bu fark edemeyişle ilgili bir şey. Onlar da haklı olarak, “Bizi masaya kim dâvet ederse onunla konuşuruz” dediler. Şimdi, radikal bir biçimde o dönemden farklı bir siyâset izliyorlar. “Masa’ya dâvet etmeseniz bile, o Masa’nın sâhibi biziz” diyorlar. Siyâsette var kalmaya devam ederek, sözünü ettiğin Selahattin Demirtaş’ın mesajı HDP’nin mesajı değil sonuçta, ama HDP’ye, “Bu söz de bizim repertuarımızda olmalı” diyen bir öneri, bir tavsiye olarak görebiliriz onu. Dolayısıyla, Altılı Masa’yı bir tarafta bıraktım; sonuçta Altılı Masa ilerideki devlet masasının sâdece bir tarafı. Ama ilerideki devlet masasının içeriğine dâir bir müdâhalede, bundan vazgeçmiyor. Bundan vazgeçmemesi, Türkiye’nin ve mevcut ana akım siyasetin, aslında en büyük avantajlarından biri. “Bu kadar da cömert olunmaz” diyeyim. Hakîkaten büyük cömertlik. 

Özetleyecek olursam: Şu son depremin olduğu günden beri yaşadığımız mesele bizim gündemlerimizi çok değiştirdi. Çünkü deprem, gündemlerimizin üzerine de çöktü. Fakat önceden yapılan durumlar sâkinleştikçe –oysa sâkinleşmemesi gerekir– eskiden yapılan yanlış okumaların ve hatâların, bile bile ladeslerin devam etme eğiliminde olduğunu görüyoruz. O yüzden de söylemeye devam etmek gerekiyor. Hepimizin yorulduğunu biliyorum, ama yorulsak da, artık o tarafa bakmak hiç de derdimiz olmasa da, başka dertlerimiz de olsa, ne yazık ki gelecek orada kuruluyor. Bizim elimizden de ancak haklarında konuşmak geliyor. Teşekkür ederim.

Ruşen Çakır: Ayşe, seni dinlerken gözüm hep arkadaki Mirgün Cabas’ın kitabına takıldı. Mirgün de depremde bayağı iş çıkardı. Tekrar acar muhâbir gibi her yerdeydi. 

Ayşe Çavdar: El kitabım o benim.Hakîkaten çok iş görüyor, sık sık dönüp bakıyorum. O yüzden orada duruyor.

Ruşen Çakır: Mirgün’e de buradan selâm yollayalım. Evet Kemal. Muhâlefet, Cumartesi yapılan toplantı, bildiri, strateji farklılıkları… Bugün Meral Akşener grup toplantısında daha bir toparlamış.

Kemal Can: Siyâset yapmış.

Ruşen Çakır: Evet, siyâset yaptı. Ne diyorsun?

Kemal Can: Bunu haftalardır konuşuyoruz. Hattâ depremin birinci günü, bu “Siyâset yapılır, yapılmaz” meselesiyle başladı. İktidar bir taraftan, muhâlefet içerisindeki pozisyon ve tavır farklılıkları bir taraftan, kamuoyu bir taraftan, “Siyâset yapılır/yapılmaz, Siyâset ne? Ne olunca siyâset oluyor?” gibi konular konuşuldu. Bu, kriz ânında çıkan bir tartışma; ama kaçınılmaz olarak siyâsetin mevcut ve kabul edilmiş târifiyle ilgili bir mesele. Yani siyâset, nasıl târif ettiğinize bağlı olarak,“yapılır, yapılmaz; sınırları nedir, ne zaman işe yarar, ne zaman yaramaz?’’ gibi başlıklar, başka içerikler kazanıyor. Siyâset herkes için aynı târifleri içermiyor. Bunu daha önce de pek çok meselede konuştuk. Kimi bilim erbâbı, kimi siyâset erbâbının, “Siyâset şudur, siyâset budur” diye çizdiği çerçeveler var. Buradan kaynaklanan bir problem var. Senelerdir bunu konuşuyoruz. Aslında 20 yıllık AKP iktidârını, 100 yıllık bu Cumhuriyet’in bütün siyasal krizlerini oluşturan bir siyâsetin tanımını ve siyâset-devlet/siyâset-toplum ilişkisinin problemli zemininin yarattığı pek çok anomaliyi, bunu kullanan sistem ve siyâset esnafının buradan ürettiği sonuçları izliyoruz. Her kriz ânında önümüze geliyor. Ekonomik kriz olunca siyâsetin nerede başlayıp bittiğini konuşuyoruz, salgın hastalık olduğunda konuşuyoruz, ormanlar yandığında konuşuyoruz, güvenlik meselelerinde, dış politika meselelerinde ve asrın felâketinde de aynı şeyi konuşuyoruz. 

Burada çok açık bir şey var. Siyâsetin tarifiyle ilgili temel bir sorun olduğu için burada farklılıklar olması, sâdece iktidarla muhâlefetin değil, muhâlefetin içinde de farklar oluşması gayet anlaşılır bir şey. Ama bunun ortaya konmuş biçiminde şöyle bir problem var: Çok yakın bir vâdede seçime gidiliyor. Artık bunun olacağını üç aşağı beş yukarı öngörebiliriz. Çünkü zâten aslında bu erteleme meselesinin iktidârın çok işine yarayacak bir şey olmadığı da görüldü. Yani öyle avantaj yaratacak bir durum yok.

Ruşen Çakır: Mehmet Barlas’ın dediğini biliyor musun? “Muhalefet, Bülent Arınç’ı sahaya saldı” dedi.

Kemal Can: Gördüm. Bugün de birtakım kulis haberleri var. Birtakım Ankara gazetecilerinden, “İktidar seçim stratejisini değiştiriyor ve tamâmen deprem odaklı bir seçim stratejisine hazırlanıyor”şeklinde birtakım kulis bilgileri de gelmeye başladı. Zâten aldıkları pozisyon îtibârıyla şunu da anlıyoruz…

Ruşen Çakır: Onu ikinci turda daha da konuşacağız.

Kemal Can: Ama mesele, deprem siyâseti üzerine kurulacak. Yani seçim onun üzerine inşâ edilecek. Dolayısıyla depremi siyâset dışı bırakarak seçime yürümek gibi bir şans söz konusu değil. Olayın şöyle bir mantığı var: Siyâsetçi ve siyâsetçiyi sürekli negatif kodlayan, “Bu siyâsetçiler sahtekâr” ya da “Siyâset düşük bir şey” yaklaşımını yaratan şey, aslında reel siyâset veya rasyonel siyâset olarak kurgulanan şeyin kamuoyundaki algısıyla ilgili bir şey. Siyâsetle ve siyâsetçiyle kurulan organik ilişkiyi, bir iş ilişkisine, bir müşteri ilişkisine çeviren iki tâne unsuru var: Birincisi, neredeyse 50 yıllık sistemin ürettiği bir siyâsî mîmârî, bu tür bir ilişki kurduruyor. Yani artık siyâset çok teknik bir mesele. Herhangi bir hizmet faaliyetinden daha farklı bir şey değil. Dolayısıyla siyâsî partiler neredeyse reklam organizasyonları gibi, proje satan müellif firmalar gibiler, seçmen de müşteri. İşin bu tarafı var. 

İkinci bir tarafı şu: Türkiye’de siyâsî analizler yapılırken değişmez, yerinden oynamaz, değişmezliğinden başka bir tanımı olmayan sosyolojiler târif ederek ve devletle ilişkiyi çok dokunulmaz bir alan olarak kabul eden, siyâset algısındaki baskın karakter olarak sağ siyâsetin geleneği var. Bu ikisi de “Siyâsetten uzak duralım, siyâsete girmeyelim” meselesini köpürten şeyler. Bu meselede de karşımıza bu geldi. Biraz önce galiba Ayşe değindi. Burada devleti mi adres alan bir siyâsî performans yürütülecek, yoksa toplumla ilişkiyi mi baz alan bir performans yürütülecek? Orada en başta Burak’ın söylediği, biri sol popülizm diye târif ettiği, biri de daha elitist bir tavır olarak târif ettiği ikili yaklaşım ve ayrımı yaratan şey, aslında bu neyle ilişki kurulacağı meselesiyle ilgili. Ama buradaki performans farklıları şununla da ilişkili: Sol popülist bir dili kurduğunuz zaman, bunun içerisindeki tutarlılığı, onu sürükleyecek aktörün ilişki dünyasını ve onun arkasına o toplumsal dinamiği alıp almama yeteneğine bakmak gerekiyor. Meselâ şimdi çok yoğun biçimde tartışılan bir şey var; Burak da ona değindi. Kişisel performansların çok öne çıkması, ortak muhâlefet tavrını zorlayan bir şey. Ama şunu da hatırlıyoruz: Bundan çok kısa bir süre önce, tam da bunu yaptığı için problem teşkil eden Kılıçdaroğlu’nun kişisel performansı üzerinden bir tartışma açıldı. “Kazanamayacak aday” ya da “kazanacak aday” meselesi, tam da kişisel performanslar üzerinden yürütüldü. Yani alternatifi olan seçeneklerin hepsi, sadece kişisel performansları îtibâriyle işâret edilen şeylerdi. Toplumsal ilişkileri, oturdukları sınıfsal zemin, önerdikleri siyâsal proje veya ideolojik angajmanları îtibâriyle değil, tamâmen kişisel performanslar üzerinden yürütüldü. “Halka dokunuyor, halkla temas ediyor” denildi. Zâten birdenbire kişisel performans üzerinden kurulan seçeneklerden bir tânesi ayrıldı ve bu, sorunlu performans hâline getirildi. Burada bence, baştan îtibâren işi kişisel performans meselesinden çıkartıp, bu işi toplumla hakîkaten yeni ve kurucu bir dinamik olarak mı ortaya koyacağız, yoksa şu ya da bu nedenle, kazâen yanlış insanların eline geçmiş araçların başındaki adamları değiştirip, kaldığımız yerden devam mı edeceğiz? Yani sâdece geçici rahatsızlığın semptomlarını çözecek bir seçim yapıp aktörü mü değiştireceğiz? Ya da, başka şekilde târif edilirse, enkazın altından devleti çıkartıp, yeniden o muhteşem günlerine mi döndüreceğiz? Bu ihyâ üzerine kurulu akıl, ister “bir vesâyet döneminin geri getirilmesi” diye târif edilsin, ister “neoliberalizmin yeniden inşâ edilmesi” ya da “tâmir edilmesi” diye târif edilsin veya “devlete îtibârını geri vermek” olarak târif edilsin, bir kurucu enerji üretmiyor. Bunun sonuç alıcı olduğu iddiası, mevcûdun değişmezliği üzerine kurgulanıyor. Mevcûdun değişmezliği üzerine kurgulanan bir şeyin de, aktörü kim olursa olsun, büyük bir ivme yaratması mümkün değil. 

Ama deprem veya kriz anları, kaçınılmaz olarak şunu yaratıyor: İster bu öfke biçimde tezâhür etsin, ister “Artık değiştirelim” iddiasını beslesin, bir önemli zemin var. Bu önemli zemini kullanabilmek için bütün aktörlerin bence kendi ulaşabildiklerinden daha başka bir şeyle ilişki kurma cesâretini göstermeleri lâzım. Birileri, siyâsetin bu depremden sonra kaldığı yerden devam edebileceğini ve denge 5 Şubat îtibârıyla nasılsa, bugün îtibârıyla da aynı biçimde sürdürülebileceğini düşünüyor. Buradaki performanslar başka bir şey, bunun artık çok kalıcı bir şey değiştirdiğini düşünerek siyâset yapmak başka bir şey. Kılıçdaroğlu meselesinde Ayşe biraz değindi; oradaki problem, Burak’ın başta söylediği sol popülizmin iddialarının probleminden değil, o iddiaların tutarlı bir bütünlük içerisinde, toplumsal ayaklarının ne kadar kurulduğuyla ilgili bir şey. Kendi başına iddiaların sorunundan çok, bunu yapacak aktörün bu iddiaların taşıyıcısı olup olamayacağı ya da onun arkasının nasıl kurulduğuyla ilgili. Orada da Ayşe’nin “Devlete mi bakıyoruz, topluma mı bakarak konuşuyoruz?” meselesi gündeme geliyor. 

Bir noktaya daha işâret etmek istiyorum. Muhâlefet aktörlerinin içerisinde, Kılıçdaroğlu’nun söyleminin dışında duran, çoğu sağ gelenekten partilerin ekonomi elitlerinin, sol popülist söylemle o kadar yakınlık kuramayacağı iddiası genel olarak doğru olabilir, ama şöyle bir tarafı var: Bunu 70’li yıllarda bütün dünyada yaşadık, Türkiye’de de yaşadık; toplumu dönüştürme anlamındaki bir iddianın, sâdece kendi yapabilecekleri sınırın dışında, kendi dışındaki aktörleri de kendi durumlarına eleştirel olarak bakma imkânı sağlayan bir tarafı var. “Neoliberalizmin sorunları” diye konuştuğunuzda, neoliberal politikaya yakın insanların alerjisi değil, neoliberal politikanın içerisinde yer almışların kendi parçası oldukları politikanın problemlerini görme gibi bir ihtimalle davranmalarını yok sayıyorsunuz demektir. 70’li yıllarda yüksek bir sol popülist söylem dünyaya hâkimdi; ama pek çok sağ parti, sosyal politikalar ve sosyal devlet gibi iddiaları içselleştirmek, politikalarına dâhil etmek zorunda kalmışlardı. Bu, önemli bir gelişme. Şimdi burada, “Vay! Neoliberalizme lâf mı edildi? Biz yeniden geçen yüzyılın şeylerini mi tartışacağız?” diyerek blok koyacak ve eğer bu, muhâlefetin yaklaşımını bozacaksa ya da “Îmar faaliyeti doğru müteahhitlerle mi yapılacak, yanlış müteahhitlerle mi yapılacak?” tartışmasına sıkışmış bir muhâlefet kurulacaksa, “Bütün bu felâketleri niye yaşadık ve felâketi değiştirmek için nasıl bir hareket içerisindeyiz?” konusunu tartışmalı hâle getirir. Bence, bu farkların bu kısalıkta açığa çıkması zor; ama bunun işâretlerinin belirgin biçimde çıktığı bir eşikteyiz. Burada bence önemli olan, kamuoyunun, seçmenin buradan anladığı. Mevcut ve katı tablonun devam etmesi ya da değişmezliği, bunun imkânlarına göre siyâset yapmayı arzu edenlerin öne çıktığı bir resimden pek etkili bir sonuç çıkması bana çok mümkün görünmüyor. 

Ruşen Çakır: Evet Kemal, sağ ol. Şimdi ikinci turda iktidarı konuşalım. Kemal biraz değindi. Burak, ne dersin?

Kemal Can: Pardon, söyleyeceğim şeyi unuttum. Böyle durumlarda siyâset yapılıp yapılmayacağını ya da siyâset yapıldığında sonuç alınmayacağını gösteren bir gösterge de iktidâra bakmak. Biz bunu hep muhâlefete bakıp, siyâset yaptıklarında nasıl sonuç aldıklarını ve daha iyi sonuç alıp almadıklarını konuşuyoruz; ama ilk andan îtibâren siyâset yapmaya başlayan iktidârın aldığı sonuçlara bakalım. Bütün kriz anlarında, pandemide, ekonomide “siyâset dışı” iddiasını başkaları için ortaya koyarken, kendisi gayet açık siyâsî tutumlar ve tavırlar içerisinde oldu. Dolayısıyla siyâset yapıldığında nasıl sonuç alındığına bir de oradan bakmak lâzım.

Ruşen Çakır: Evet. Her ne kadar siyâset üstü dense de, siyâset yapan iktidar bileşenleri şimdi dozu ağırlaştırıyorlar. Hakaretler gırla gidiyor, defterler tutuluyor, kayıtlar alınıyor, notlar alınıyor ve bir tehdit havası var. Tabiî seçim de var. Kemal demin bahsetti; Murat Yetkin’in de yazısı öyle. İktidar ve Erdoğan, artık deprem üzerinden siyâset yapacağa benziyor gibi bir şey dile getirdi. Burak, ne dersin? İktidar nasıl hazırlanıyor ya da nasıl siyâset yapıyor? Tekrar televizyonlara yasaklar geldi, Ekşi Sözlük de kapatıldı. Bütün bunların giderek daha fazla olacağını düşünüyorum. Sanki baskıların, yasaklamaların devrede olacağı bir dönem…

Burak Bilgehan Özpek: Evet, biz aslında bunu geçen hafta konuştuk Ruşen Abi. Murat Yetkin bizden bir hafta sonra yazmış oldu. Bülent Arınç’ın seçimlerin ertelenmesi önerisinin, aslında iktidar tarafından bilinçli bir şekilde gündeme sokulmadığını, Bülent Arınç’ın kendisinin inisiyatif alıp yeni bir ajanda oluşturmak istediğini, buna karşın Tayyip Bey’in depremle mücâdele ya da depremin yaralarını sarma sürecini, bir inşaat şovuyla birlikte seçim kampanyasına dönüştüreceğini geçen haftaki programda söylemiştik. Burada konuştuk, çok net hatırlıyorum. Programı daha sonra izledim; evet, konuştuk. Aynı kanaatteyim, aynı sayfadayız. Orada bende bir değişiklik yok. Burada hızlı bir şekilde kendi ahbap-çavuş ilişkilerine dayanarak, onların depremden sonra inşaat sürecinde görevli kılınarak bir şekilde hükûmetin amansız mücâdele verdiği, hızla önlem aldığı ya da yaraları hızlı ve çok cevval bir şekilde sardığına dâir bir izlenim oluşturmak istiyorlar toplumda. Özetle söylemek gerekirse, “Yaparsa yine Erdoğan yapar” yargısını oluşturmaya çalışıyorlar. Meselâ hükûmet bu molozları temizlemek için çok acele ediyor. Ben açıkçası böyle bir acele görmedim. “Hızlı bir şekilde buraları temizleyelim ve inşaata başlayalım” gibi bir acele var. Televizyondan yayınlanan yardım toplama şovunun sebebi de o. Halka, “Bu işin parasını bulduk ve icraata başlıyoruz” gibi bir güven vermek istiyorlar. Buradan bir kampanya yaratılacak. Dediğim gibi, tam olarak ismini koyamıyorum ama, bu iş yapabilme becerisi, icraat becerisi, yani bir işi başlayıp sonuna kadar götürebilme ve o projeyi tamamlayabilme becerisi, bana sorarsanız oy verme davranışı üzerinde çok etkili. Biz sürekli olarak kimlikleri, ideolojileri konuşuyoruz ama, yani Asya tipi bir toplumda yaşadığımızı da unutmamak gerekiyor. Dolayısıyla burada bir “kerim devlet” anlayışı var ve kerim devletin de halkın hayâtını hızlı bir şekilde olumlu ölçüde etkileyen, âdeta bir babanın oğluna yaptığı masraf gibi masraf yapması bekleniyor. O yüzden bu işleri de hızlı bir şekilde bitirebileceğinin izlenimini vermeye çalışıyor. Bence iktidârın depremden çıkarttığı ders ya da depremden sonra belirlediği politika biraz bu. Benim görebildiğim kadarıyla 5 Şubat günü ile şu gün arasında, deprem olmasına rağmen, oy oranları açısından çok ciddî bir farklılık yok. Dolayısıyla hiçbir taraf açısından hâlen daha kesinleşmiş bir durum yok. Bu söylem üzerinden gidecek. 

Kemal Abi’nin söyledikleri üzerine bir şey söylemek istiyorum. Avrupa’daki refah devleti uygulaması ve emeklilik maaşı gibi meseleler Bismarck zamânında, Bismarck tarafından uygulamaya sokuldu. Bismarck sosyalist değildi. Ama sol hareketler, sendikal hareketler aslında o kadar etkili oldu ki, Avrupa siyâsetinde bir orta yol bulma ihtiyâcını berâberinde getirdi. Bu, sosyalistleri de dönüştürdü. Bernstein’ın, Marshall’ın “revizyonist sosyalizm”dediği, “Biz aslında vatandaş olarak da haklarımızı alabiliriz. İllâ devrimi yapmamıza gerek yok” gibi bir yaklaşıma sürükledi. Bu, iki tarafı da değiştiriyor. Zâten siyâsetin bir murâdı varsa, bence de bu. Çünkü 19. yüzyılın başına baktığınız zaman, birçok yerde piyasa ekonomisi liberallerinin asgarî ücrete ve çalışma saati kısıtlamasına bile karşı olduğunu görüyoruz. 20. yüzyılın başına geldiğimiz zaman, İngiliz Liberal Partisi yeni bir program açıklıyor. İşçi hakları, çalışma saatleri, çalışma koşulları gibi konular programına ekleniyor. Dolayısıyla evet, doğru söylüyorsunuz. Siyâset bir etkileşim içerisinde birbirini etkiliyor, dönüştürüyor, aktörleri dönüştürüyor ve bunun sonucunda ne oluyor? O devrimci radikalizm de etkisini yitiriyor. Bu yüzden George Sorel parlamentoya giren sosyalistlerin haysiyetsiz olduğunu düşünüyor. Yani takım elbise giyinip müzâkereye oturan bir sosyalist, dâvâsını satmıştır. Çünkü kendisini müzâkereye açık hâle getirmiştir ve bu yüzden radikaldir. 

Fakat ben, sol popülizmin meselesinin, normal olan, organik giden siyâsî etkileşimler sonucu partilerin dönüşmesinden daha başka bir şey olduğunu kanaatindeyim. O da genel îtibâriyle paradigmanın dönüşümü. Yani 79’dan sonra Thatcher ile berâber gelen neoliberal paradigmanın dönüşmesi gerektiğini ve o neoliberal paradigmanın toplumdaki huzursuzluğu çözmek için aldığı palyatif tedbirlerden ziyâde, daha farklı bir ekonomi anlayışı, daha farklı bir toplum anlayışı, daha farklı bir kent anlayışı paradigması üzerinden düşünmemizi salık veriyor. Şu anda DEVA, Gelecek ve İYİ Parti’nin içerisindeki akademisyenlerin, ekonomistlerin, aslında sosyal devlet duyarlılığı neoliberal paradigmanın yarattığı sorunları çözmek ve yine bu paradigmanın devâmı için ortaya konan şeyler. Ama sol popülizm, bu paradigmanın bir anlamda değişmesini istiyor. O bakımdan bir uzlaşmazlık olabilir, kanaatim o. 

Bir de, bu kişisel performans meselesi var. Burada bir haklılık payınız var. Onu ben şöyle düşünüyorum: Meselâ Ekrem İmamoğlu seçildikten bir sene sonra, tamâmıyla kişisel performans şovu yaptı ve berbat bir seneydi. Belki etrafındaki reklamcıların, halkla ilişkilercilerin ona verdiği bir inanç, güven ve kişisel performans şovuyla idâre edebileceğine dâir inanışı, İmamoğlu’nun seçimlerden sonraki 2 seneyi bomboş geçirmesine sebep oldu. Bana sorarsanız bu iş ne zaman tekrar döndü? Kent Lokantaları açtıktan sonra, metro yatırımları yaptıktan sonra, öğrencilere yurt açtıktan sonra, altyapı hizmetlerini bitirdikten sonra. Orada kişisel performans meselesini hakîkaten biraz ayırmak gerekiyor. Öfkeyi doğru mimiklerle, doğru kelimelerle, doğru wordingle temsil eden bir liderden mi bahsediyoruz; yoksa icraat alanını doğru kullanan, bunun iletişimini doğru yapan, talepleri doğru toplayan bir siyâsetçiden mi bahsediyoruz? Bence orada öyle bir ayrım yaparsak daha rahat ilerleriz.

O yüzden Kılıçdaroğlu karşısındaki adayların seçilebilecek olmasının sebebini kişisel performansla açıklıyoruz, ama o kişisel performans bence tek bir kişisel performans değil, tek kategoride incelenebilecek bir şey değil. Meselâ İmamoğlu’nu seçildikten sonraki iki sene boyunca, o süreçte faaliyetleriyle değerlendirdiğim zaman size hak veriyorum. O tamâmen kişinin kendi karizması ile öne çıkma girişimleriydi. Ondan sonra icraatlarıyla bir şekilde politika değiştirdi. O yüzden tek bir kategoride değerlendiremeyiz diye düşünüyorum. Bu kadar konuşacağım.

Ruşen Çakır: Evet. Sağ ol Burak. Ayşe, seninle devam edelim. Erdoğan, “Bu enkazı ancak ben kaldırırım. Bana bir yıl –tabiî artı 4 yıl– daha verin” diyerek bir siyâset stratejisi kurar ve başarılı olabilir mi? Ne dersin?

Ayşe Çavdar: İki aşamalı bir siyâset olduğunu düşünüyorum. Bu senin söylediğin belki biraz ütopyası, balı, kaymağı olur. Ama kısa vâdede, siyâsetinin, “Şu depremden hâsıl olan rantı da bir bölüştüreyim de, o da bizde kalsın” meselesinden ibaret olduğunu düşünüyorum. Ben Erdoğan’ın siyâsî ufkunun düşünüldüğü kadar geniş olduğunu hiçbir zaman düşünmedim. Evet, topun gelişine vurmakta biraz becerisi var, ama hep yolda, tarta tarta karar veriyor. Tartıda da yalnızca iki kefe var: “Bu benim işime yarar mı yaramaz mı? Bu beni iktidarda tutar mı tutmaz mı? Tutmazsa, sahnede ne alarak çıkıp gitmiş olayım?” gibi bir derdi var. Bence bundan ibâret.

Bahçeli’yi hiç konuşmuyoruz. Bahçeli bundan da fenâ bir durumda. Konuşmasını mutlaka dinlemişsinizdir. Hani o depremden doğru çıkan mistisizmle ilgili açıklaması, kendisiyle ilgili bayağı “endîşe” oluşturdu bende. 

Burak Bilgehan Özpek: Çok garip gerçekten. 

Ayşe Çavdar: Neyse. Orada bir politika filan yok, Oradaki deprem siyâseti tamâmen iki şeye indirgenmiş vaziyette. Bir, “Benim hakkımda konuşmayın” diyor. Herkese, “Benim hakkımda konuşmayın. Yan yana gelip konuşmayın, hiçbir şekilde benimle ilgili olumsuz bir şey söylemeyin” diyor. Korkutuyor. Şuna da benziyor biraz: Herkesin bir beklentisi vardı ya, acaba seçimlerden önce nasıl bir karışıklık çıkaracak da OHAL’de memleketi… Sâdece kurumsal olan OHAL’den bahsetmiyorum. Bir çatışma, olağanüstülük vaziyetinde memleketi seçime götürecek endîşesindeki olağanüstülük olarak depremi kullanma eğiliminde olduğunu düşünüyorum: “Hazır deprem var, hazır böyle bir durum var…” Troller, “Halkı galeyâna getiriyorlar” diye birtakım muhâlif insanlara saldırıyor. Şöyle bir durumda, “halkı galeyâna getirmek” ne demek? Halk zaten galeyanda, çünkü canının derdine düşmüş vaziyette. Dolayısıyla seçime kadar insanları susturmanın bir bahânesi olarak kullanacak bunu. Bu hızın sebebi, seçimde bir şey yapmaktan çok, seçimde ikisine bir ilâve puan getirmesinden çok, bence buradan hâsıl olacak rantı, gitmeden kazanın dibini son bir defâ sıyırma durumu. Ben çok büyük bir siyâsî ufuk olduğunu düşünmüyorum. 

İktidar hakkında konuşacak o kadar az şey var ki. Çünkü o kadar ayan beyan ki her şey hakîkaten. Şundan bahsedebilirim belki: Belli bir tür endîşe var. Bölgeye gidip gelen arkadaşlarımdan duydum: İnsanlar hâlâ vazgeçmiyorlar ondan. Hâlâ deli gibi AKP’liler. Muhâliflerin konuşturulmasını istemiyorlar. Özellikle Maraş’tan böyle şeyler çok duyuyorum. Anketler ne der ne demez bilmiyorum, önemsiz de değil böyle bir dönemde. Ama biraz duygu antropolojisi denilen şeye de bakan bir etnograf olarak şu kadarını söyleyebilirim: Böyle durumlarda insanlar neye inanıyorlarsa ona daha çok inanma hâline girerler. Yani bu birdenbire, deprem bölgesinde yaşayan insanların iktidardan yüz çevirmesi, iktidar neye inanıyorsa ondan yüz çevirmesi anlamına gelmeyecektir. Çeşitli yas aşamaları var. Biz hâlâ öfke aşamasında takılıp kalmış vaziyetteyiz; ilerleyemiyor. Çünkü felâket hâlen devam ediyor, hâlen enkaz altında cesetler var, biliyoruz ve onları defnedemedik. Dolayısıyla böyle bir anda, “Evet, evim yıkıldı. Ben artık iktidâra düşmanım, artık onu istemiyorum” diye olmayacak bu; aksine, ona sarılmaya devam edecek. Ama bu aynı zamanda felâket etrâfında AKP’nin ortaya koyduğu gösteri, her yerden izlenebilen bir şey. Felâketin merkez üssünden etrâfa doğru dağılan su dalgaları gibi dalgalardan bahsediyorum. O dalgalardan, geniş halkalardan mevzûyu seyredenler, kendilerine yeni bir yer arayacaklar siyâsette. Onlar kendilerini, inançlarını sorgulayacaklar. İktidar bunun da farkında. O yüzden medya ile, siyâsetçilerle, gönüllülerle, dayanışmayı örgütleyenlerle bu kadar uğraşıyor. Çünkü böylesi bir şokun dönüştürücü olduğu yer merkezi değildir, onun etrafındakiler o şoka bakarak, “Bu bana doğru geliyor, benden uzak geliyor, nedir? Ne oluyor?” diye yeniden pozisyonlarını belirler. Dolayısıyla bu tür beklentilere girmemek lâzım. 

Ayrıca bu tür şeyleri böyle tartışmamak lâzım. Çünkü seçimden önce de o kadar kazanası yoktu ki iktidârın. Evet, anketler bir şeyler gösteriyorlar, ama o kadar kıyıda bir yerde ki… Tamam, bir ara toparlar gibi oluyor. Fakat kendi doğal sınırına çoktan geldiği de o kadar ortada ki. Bunu da iki türlü bir fırsat olarak kullanmaya başlıyorlar önceki hikâyenin devâmında. Bir tânesi, “Acaba gerçekten seçimi kazanabilir miyiz? Bunu da kazanırsak, var ya…” filan gibi düşünüyorlardır. Ben eminim. O yüz ifâdelerinden bunu okuyorum. İkincisi, “Oldu da kazanamazsak, ki doğal olan bu, kazanamayız, o zaman kazanın dibinde de hiçbir şey kalmasın” durumu. Siyâseti bundan ibâret. Zâten başka da siyâseti olmadı hiçbir zaman. O yüzden bu kadar öfkeyle konuşabildi Erdoğan ve etrâfındakiler. 

Son bir şey söyleyeceğim — bunu şakalaşma olarak kabul et Burak: Neoliberalizm de Allah’ın emri değil ya. Ayrıca, yeni yeni, böyle baktıkça, “Evet ya” dediğin Bilge Yılmaz, meselâ kendisine liberal denmesinden hoşlanır mı o kadar emin değilim. Ümit Özlale’yi bilemem, ama Bilge Yılmaz’dan, hatta Kerim’in Rota’dan bile artık… Neoliberalizm bir iman biçimi, bir iman, bir inanma biçimi. “Piyasa, muhteşem piyasa, canımız piyasa. Hayâtımızı sana borçluyuz, bundan sonra da ona olacağız.” Şimdi hem bunu söyleyip, hem de aynı anda sosyal devletten bahsetmek… İkisini söylerken de neoliberal olmak bana çok mantıklı gelmiyor. Bu biraz, “Gerçek İslâm bu değil” deme hâline benziyor. Bunu bir şakalaşma olarak kabul et. 

Bir şaka da Laclau ve sol popülizmle ilgili yapacağım. Çünkü kendisiyle bunu bizzat tartışma şansını buldum. Yanılmıyorsam 2015’ti, İstanbul’a gelmişti. Uzun uzun bir söyleşi de yapmıştım kendisiyle. Hemen hemen iki günü berâber geçirmiştik. Pasaportunu kaybetmişti, yardıma ihtiyâcı vardı. İki günün sonunda şu noktaya gelmiştik — çünkü ben soldan bir popülizm çıkmasından, “İkisi nasıl yan yana gelecek?” diye biraz alerjikken, rahmetli şöyle bir şey söylemişti: “ ‘Şu teorik tartışmalarınızdan vazgeçin de biraz siyâset yapın’ demeye çalışıyoruz” demişti. Kendisini birkaç yıl önce kaybettik. Bence Laclau’nun söylediği şey o. Onu da şu anda TİP yapıyor. Benim sol ittifâkın kurulmasıyla ilgili en büyük hayâlim –Altılı Masa’nın beşi sağ parti biliyorsun–, Kılıçdaroğlu’nu ve CHP’yi sağa teslim olmaktan biraz geri çekecek olmasıydı. Bu işlevi gördüğüm için de hakîkaten mesudum. Çünkü CHP’nin de o tarafa kaymasıyla berâber, sağına tamâmen yatmış ve yine AKP değiştirse bile, AKP’nin yarattığı şu enkaz gündeminden kurtulamayacak bir Türkiye olurdu elimizde. Hem koşullar dayatıyor bunu biraz. Şu anda istediğin kadar piyasacı ol, mümkün değil. Şöyle bir vaziyette nasıl piyasacılık yapacaksın Türkiye’de? Hem de, başka popüler bir alternatifin, yani solun sağda da siyâset yapabilirliğinin ortaya çıkmasıyla gelişmiş, küçük ve bence umut verici bir atışma var orada. Ben Kılıçdaroğlu’nun, “neoliberalizmle kavga etme” lâfının, senin aksine, maalesef sol ittifak içerisinden çıkan siyâsî söylemle ilgili retorik üretmekten ibâret olduğunu düşünüyorum. Keşke daha fazlası olsa diyeceğim. Teşekkür ederim.

Burak Bilgehan Özpek: Ben buna bir şey söylemek istiyorum. Ayşe çok önemli bir şey söyledi. Ben, her şeye rağmen işbirliğine karşı değilim. Fakat Altılı Masa’daki durum, işbirliği modeline uygun değil. Çünkü Altılı Masa, bütün programın üzerinde ortaklaşan, hükûmeti birlikte yönetmeye tâlip olan, ilânihaye birlikte devam edecekmiş gibi, aslında anti-siyâset bir noktada konumlanıyor. Yani Kılıçdaroğlu, TİP, sol ittifak, sağ ittifak, pragmatik olarak seçimi kazanmak için bir araya gelip işbirliği yapmalılar, yapabilirler. Ayrıştıkları nokta olabilir, program üzerinde pazarlık yapabilirler, bunlara hiçbir îtirâzım yok. Bir alerji içerisinde davranıyor değilim; memnun da oluyorum. Çünkü Kemal Abi’nin dediği gibi, aktörler birbirini dönüştürüyor, dönüştürmeleri de lâzım. Fakat Altılı Masa mekanizması, her koşulda kol kola, yan yana, can cana yürüyecek büyük bir proje gibi sunulduğu için, ona uymadığını söylemek istiyorum.

Ruşen Çakır: Peki. Kemal noktayı seninle koyalım. Sen biraz değindin aslında; deprem üzerinden siyâset yapma konusuna. Ne diyorsun?

Kemal Can: Deprem üzerinden siyâset yapmak bir tercih meselesi değil, bir mecbûriyete dönüşmüş durumda. İki nedenle böyle. Birincisi, olayın majör etkisi. İkincisi, iktidârın tam da oradan yürüyecek olması. Dolayısıyla bundan kaçınabilmenin yolu yok. Burak ve Ayşe’nin son bıraktığı yerden konuşup şunu söyleyeyim. Bu, Altılı Masa’nın anti-siyâsete yakın bir operasyonel organa dönüşmesinin sebebinin ne olduğuyla ilgili soru önemli. Orayı anti-siyâsete iten şey, bu tür “daha politik” ve tartışma yaratabilecek iddialar mı, yoksa tam tersine, siyâseti daha dar ve imkânlarla târif edilmiş, dar bir alanda daha teknik bir mesele olarak ele almak mı? Ayşe’nin orada söylediğine katılıyorum. Sol popülizmin muhâlefet ittifâkına zarârı meselesinde, yeterince güçlü olmamasından kaynaklanan bir şey olduğunu düşünüyorum. O dönüştürücü etkiye daha önce başvurulması gerekiyordu. Bu “Aman helâlleşelim ama hesaplaşmayalım, aman problemleri çok konuşmayalım, sonraya bırakalım…” 

Ayşe Çavdar: Sağ popülizm.

Kemal Can: “Bir sürü farklı çizgideki parti bir araya geldi” iddiasının tam tersine, bu iddianın karşılığı olarak, o birbirinden farklı şeylerin, birbirine katkı yapacak biçimde bir ortak vektör oluşturabilecek dönüşümü yaşamayıp, her birinin farkını törpüleyerek, ister elitist de, ister anti-siyaset de, ister bir şeye karşılık gelmeyen bir ortalamaya zorlanması de; ama bunu zorlayan şey partilerin kendi tezlerini oraya taşımaları değil, tam tersine bunun gerekmediği iddiasıyla yola çıkıyor olmaları. “Biz farklı iddiaların adresleriyiz, ama birlikte yapabileceğimiz bir şey var. Oturalım bunu târif edelim. Bunu târif ederken de, kendimizi saklama gereği duymayalım.” Siyâset yapabilmek böyle bir şeydir çünkü. Bunun aksi, siyâseti imkânsız kılan, siyâsete alan bırakmayan bir şey. Aslında bir sonuç almak için bir iddia ortaya konurken, herhangi bir şeyi gizleyip, saklayıp vazgeçmek, aslında siyâsetten vazgeçmek oldu. Böyle bir sıkıntı yaşadı.

Burak Bilgehan Özpek: Evet, aynen öyle oldu. 

Kemal Can: Evet, tam olarak bunu yaşadı muhâlefet. Şimdi, birileri siyâset yapmaya ve kendi bildiği gibi siyâset yapmaya başlayınca, bu, çatlak ve sorun olarak algılanıyor. İşin böyle bir tarafı var.

Ruşen Çakır: Kemal, şimdi “Yine muhâlefete lâf ediyorsunuz, iktidârı bir kenara bırakıyorsunuz” diyecekler. İktidârın stratejisine ne diyorsun? 

Kemal Can: Biraz önce konuştuğumuz gibi, iktidârın nasıl yürüyeceğine bakmak için şu örneğe dönebiliriz. İktidar, yakın bir vâdede ve hâlâ içinde yaşadığımız ekonomik kriz meselesine nasıl baktı? Şimdi bir yıl istiyor ya? Hatırlayın, ekonomik krizle ilgili daha da kısa vâdeler istiyordu: “Enflasyonu 3 ayda halledeceğiz, 6 ay sonra iyileşmeleri göreceksiniz” diyordu. Bu nasıl bir sonuç doğurmuştu? İlk kriz ortaya çıktığında, yani o dolar patlaması olduğunda, hemen herkes, muhâlefet aktörleri ve muhâlif kamuoyunun beklentisi, iktidârın birdenbire böyle yokuş aşağı gibi yuvarlanarak oy kaybedeceği ve darmadağın olacağıydı. İlk anda bu etki oluşmadı. Pandemide de, ekonomide de oluşmadı. Hatta bu krizde ve genel olarak bütün krizlerde gördüğümüz gibi, önce, mevcut durumun, istikrârın ve statükonun sağlam durmasının kendi açısından avantajlı olacağını düşünen kitleler, hemen kopmadılar, hemen bir değişim arzusuna girmediler. Ama daha sonra, ekonomik krizin içerisine doğru ilerlemeye başladığında, tıpkı şimdi depremde yaptığı gibi, inkâr siyâsetini bırakıp, “Bu sorunları ben çözmeye başlayacağım. Önce maaşları yapacağım, sonra şunu şunu yapacağım, baz etkisi ile enflasyon düştüğünde bunu başarı olarak sunacağım”. Bütün dünyanın meselesi olarak büyük bir meseleyle karşı karşıya olduğumuzu ve bu kriz yaşanırken at değiştirme isâbetli olmadığı, rakiplerinin zâten alternatif olmadığı söylemleriyle, bu meseleyi aşama aşama yöneterek burada bir dengelemeyi sağladı. Şimdi o oy oranları konusunda tartışmalar var, ama sonuçta pek çok araştırma, bize ekonomik krizdeki ilk düşüşün, dalgalanmanın bir vâdede toparlandığını, en azından erimenin durdurulabildiğini gösteriyor.

Bence, bütün bu deneylerden çıkarttığı bir sonuç var. Depremin ekonomisi kısmında, o yardım hikâyesinin imaj yaratmak açısından başka bir penceresi daha var. Galiba Ümit Özlale bunu dile getirdi, daha sonra başkaları da söyledi. Aslında tamâmen kamu denetimi dışına çıkartılmış bir kamu kaynağı yaratıldı.

Burak Bilgehan Özpek: Paralel bütçe. 

Kemal Can:Evet, öyle. Bir gece, bütün popüler aktörlerin dâhil olduğu, siyâsetin temel konusu olan bütçe hakkını ilga eden bir işlem yapıldı orada. Yapılan şey, yardım organizasyonu dışında, zâten kamu kaynağı çok büyük bir kısmı, galiba 80’di.

Ruşen Çakır: 4’te 3’ü.

Kemal Can: Evet, neredeyse öyle bir şey. Ama bence bunun devâmı da gelecek. Zâten kontrol dışında bir bütçe var, buraya çok büyük bir transfer yapılmış oldu. Şimdi çok kısa bir aralıkta, seçim sürecine yürürken, deprem iki unsuru açısından kullanılacak diye düşünüyorum. Birincisi, bu kaynakların, bâzen müteahhitler, bâzen başkaları için yeni bir lütuf hâlinde kullanılabilmesi. Yani onun bir süredir tıkanmış olan lütuf dağıtma imkânında büyük bir pencere. 

Bir başka penceresi de bence cezâ kısmında olacak. Bu, havuç kısmı. Cezâ kısmı da, bu yaşanan felâketle ilgili faturanın kimlere kesileceğinin endîşesiyle pek çok kesim, bunun çok büyük bölümü yerel yönetimler, bölgedeki bâzı muhâlefet partisi yerel yöneticilerinin, iktidârı liderleri kadar eleştirmekten kaçınarak pozisyon almaya çalışmasında bunu görüyorum. Oradaki pek çok iş dünyası mensubunun, odaların, şunların bunların, buradan çıkacak faturanın paylaştırılması açısından da, iktidarla farklı bir ilişki kurmayı isteyeceklerini düşünüyorum. Yani iktidar bunu, hem sopayı hem havucu kullanabileceği bir imkân olarak koyacak önüne. Bunu görüyoruz. 

Tıpkı daha önce pandemide veya ekonomide olduğu gibi, iktidârın, kendi beceriksizliği ve yapamadıklarıyla uğrayacağı hasarla yetinen bir muhâlefet aklının, çok sonuç alıcı olmayacağını düşünüyorum. Bu yüzden aslında sistem tartışması açmanın… Bugün galiba Meral Akşener de grup konuşmasında bunun bir sistem sorunu olduğunu söyleyen bir perspektif açtı. Şimdi iktidârın önünde çeşitli fırsatlar var. Muhâlefetin önünde de şöyle iki fırsat var: Birincisi, bu felâketin büyüklüğü –galiba Ayşe bahsetti–, asıl olarak orada bu felâketi yaşayan insanların siyâsal kanaatlerinin değişmesi üzerinden değil, bunu izleyen kalabalığın kanaatinin değişmesi üzerinden sonuç verecek. Dolayısıyla, “Benim kayıplarımın ve acımın hesâbını sorun” diye orada haklı olarak bağıran insanlar değil, o insanları izleyen insanların talebi belirleyici olacak. Burada, biraz önce konuştuğumuz siyâset yasağı ya da bu hesaplaşmanın iktidar seçmenini konsolide edeceği iddialarını zayıflatan, tam tersi bunun hesâbının sorulması ve bunun bir sistem sorunu olarak tartışmaya açılması talebini siyâsîleştirme fırsatı var. Muhâlefetin önünde böyle bir engel varken, şimdi bu engel kalkmış durumda. Bence genel bir talep olarak bunu doğru siyâsîleştirmenin imkânları var. 

İkinci önemli mesele ise, biraz önce söylediğim gibi, bunu bir sistem sorunu olarak tartışmaya açmak. Daha önce, “parlamenter sisteme geçmek, başkanlık sisteminin sorunlarını tartışmak gibi meseleler soyut meseleler; seçmende bunun karşılığı yok. Tamam, muhâlefet güzel söylüyor; ama bu, seçmeni çok etkilemiyor” deniyordu. Şimdi muhâlefetin önünde, “Size bir sistem sorunu târif ediyorduk. İşte sistem sorununun somut sonucu. Bunu gördünüz” diyebilir. Dolayısıyla artık, “Sistem tartışması soyut, hayata dâir değil” iddiası da boşa düşmüş oldu. 

Ruşen Çakır: Burada şöyle bir husus var: Erdoğan, başkanlık sistemini bize, “Böyle durumlarda lâzım bir sistem” olarak sundu. Ve tam da başkanlık sistemi yüzünden geç müdâhale edildi, yaralar sarılamadı.

Kemal Can: Yani sistem tartışması soyut olmaktan çıktı, büyük bir somutluk olarak, herkesin izlediği bir şeye dönüştü. Dolayısıyla iktidârın iki fırsatı ve iki riskli tarafı var. Muhâlefetin önünde de, iki riskli problemle, iki fırsat var. Bunları nasıl siyâsîleştirecekleri ve nasıl devam edecekleri belirleyici olacak. Ama artık seçim, tamâmen deprem tartışmasının üzerine inşâ olacak. 

Ruşen Çakır: Evet, “Adını Koyalım”ı burada noktalıyoruz. Ekleyecek bir şeyleri olan yoksa bitirelim. Çok teşekkürler arkadaşlar. Sanıyorum haftaya ben aranızda olamayacağım, yurtdışında olacağım. Siz Edgar Şar’la devam edersiniz. 

Ayşe Çavdar: Sen vize mi aldın Ruşen? Alabildin mi?

Ruşen Çakır: Kaçıyorum. Sizden kurtulmaya karar verdim. Evet, Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek ve Kemal Can’a çok teşekkürler. İzleyicilerimize de teşekkürler, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.