Transatlantik yeni videosuyla karşınızda: Depremlerin dünyadaki etkileri, Blinken’ın Türkiye ziyareti, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin birinci yılı. Ruşen Çakır, Gönül Tol ve Ömer Taşpınar ile birlikte dünya ve Türkiye’yi konuşuyor.
Türkiye, 6 Şubat’ta Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde meydana gelen depremlerin ardından yaralarını sarmaya çalışıyor. Dünyanın birçok ülkesinden depremlerin ardından yardım eli uzandı. Kimileri ise bu yardımları eleştirdi, “dış güçler” dedi. Peki, deprem felaketi dünyada nasıl yankılandı?
Depremlerin dünyadaki etkileri ne oldu?
Deprem felaketi sürerken çok sayıda ülkenin dışişleri bakanı Türkiye’ye geldi. Onlardan biri de ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’dı. Blinken’ın Türkiye ziyareti, göreve gelmesinden tam iki sene sonra gerçekleşti. Türk mevkidaşı Çavuşoğlu ile deprem bölgesini gezen Blinken, Erdoğan ile de görüştü. Görüşmelerde depremin yanı sıra İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliği ve Türkiye’ye F-16 satımı vardı.
Türkiye’nin gündemi depremken, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali de birinci yılını doldurmak üzere. İşgalin birinci yılına yaklaşırken kimler, neler söyledi? Rusya ne umdu, ne buldu?
Ruşen Çakır, Gönül Tol ve Ömer Taşpınar, Transatlantik videosunda değerlendirdi. İşte Depremlerin dünyadaki etkileri başlıklı videomuz:
Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz
Transatlantik: Depremlerin dünyadaki etkileri videosunun tam deşifresi:
Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Transatlantik”le karşınızdayız. Washington’da Gönül Tol ve Ömer Taşpınar ile depremi ve Ukrayna’nın işgalinin birinci yılını konuşacağız. Arkadaşlar, merhaba. Gönül, sen geçen hafta yoktun. Biz Ömer ile depreme uluslararası tepkileri geçen hafta konuştuk. Sana onu sorarak başlamak istiyorum. Ve tabiî sen deprem sırasında Türkiye’deydin, Mersin’deydin. Olayı yaşadın. Hattâ yakınlarından, Hatay’daki depremden doğrudan etkilenenler oldu, kayıplarınız oldu. Hem onları yaşadın, hem de döndükten sonra Washington’da uluslararası yardım çalışmalarına da bir şekilde dâhil oldun diye biliyorum, oradaki şeyleri de gördün, gözlüyorsun. İki şeyi birden sormak istiyorum: Önce, kişisel olarak nasıl yaşadın? Bir de, bu olay gerçekten Washington’da ve dünyada, özellikle Batı dünyasında nasıl bir tepkiye yol açtı? Yani olay çok büyük bir olay; Türkiye için çok büyük, dünya için de çok büyük bir olay aslında. Buna denk bir tepki, yardım faaliyeti, destekler vs. geldi mi? Ne dersin?
Gönül Tol: Evet Ruşen, ben dediğin gibi Mersin’deydim; aslında bir toplantı için Türkiye’deydim. O hafta Ankara ve İstanbul’daydım. Bir günlüğüne de, âilemi görmek için Mersin’e gitmiştim. Kız kardeşim, eşi ve âilesiyle Antakya’da oturuyor ve o gün aslında beni görmek için geldi Mersin’e ve o sâyede de depremden kurtulmuş oldu; çünkü evleri göçtü. Eşinin âilesi göçük altında kaldı ve kurtarılamadı. Annesini, babasını kaybetti; yardım gelmedi çünkü. 48 saat AFAD yoktu. Biliyorsun, Hatay hem bu depremden en çok etkilenen yerdi, hem de yardımın gelmesi konusunda en büyük sıkıntıyı yaşayan yerlerden bir tânesiydi. Ve 48 saatin sonunda, hiç kimse gelmediği için aslında kendi elleriyle çıkardılar. Benim babam da –80 yaşında bir adam–, o da bu çalışmalara katıldı. Akrabaları çıkardılar; ama şey gerekiyordu… yani büyük bir bloğun altına sıkışmıştı bacağı, kız kardeşimin kayınpederi İsmet Baba’nın. O kaldırılamadı tabiî yardım olmadan.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
O nedenle hayatlarını kaybettiler ve işte, kuzenler, amcaları, yani âilenin büyük bir kısmı hayâtını kaybetti. Tabiî bu başlı başına bir trajedi, herkes için bir trajedi. Yani biz âile üyelerimizi kaybetmesek dahi, burada deprem bölgesinde hiç kimsesi olmamasına rağmen günlerce gözyaşlarıyla izleyenler var. Tabiî insanın âilesinin de olması çok daha derinden etkiliyor; ama beni en çok etkileyen şeylerden bir tânesi yardımın gelmemesiydi. Yani ben 99 depreminde ODTÜ’de öğrenciydim ve biz hemen bir öğrenci grubuyla depremzedelere yardım etmek için mobilize olmuştuk ve çok kısa zamanda ulaşmıştık. Gittiğimizde bir sürü sivil toplum örgütü vardı, asker sâhadaydı, uluslararası ekipler vardı. Bu kez bunların hiçbiri yoktu. Bütün bunları görmek ve sonra, depremden sonra yaşanan acıyı görmek, insanların çâresizliğini görmek tabiî çok kahredici. Ve katman katman acı var. Meselâ şimdi benim kız kardeşim, evlerini kaybettiler ve yani benim için çok büyük bir acı.
Şimdi biz burada rahat bir evde yaşıyoruz. O insanların hiçbir şeyinin olmadığını bilmek… yani orada, yüz binlerce insanın hiçbir şeye sâhip olmadığını bilmek… İki hafta önce normal bir hayat sürerken, şimdi pek çoğunun çadırsız ve soğukta beklediğini bilmek tabiî kahredici. Buradaki çalışmalara baktığımda, bence gerçekten çok etkileyici bir mobilizasyon vardı Ruşen. Bir sürü yardım kuruluşu harekete geçti –bir kısmına ben de yardım ettim–; İçişleri Bakanlığı’na kaydolmaları gerekiyordu, orada sıkıntılar yaşandı. Fakat bir sürü yardım kuruluşu, 48. saatten îtibâren Amerika bazlı bu kuruluşlar sâhaya ekiplerini gönderdiler. Benim özellikle yardımcı olduğum Project Hope diye bir grup var; onlar hemen, hem arama kurtarma faaliyetlerinde yer aldılar, hem de şimdi özellikle Antakya’da faaliyet gösteriyorlar. İnsanların sağlığa erişimini sağlamaya, özellikle çocukların ruh sağlığıyla ilgili çalışıyorlar. Bunun altyapısını yerleştirmeye çalışıyorlar.
Biz sâhadan insanlarla, doktorlarla, hemşirelerle onların kontak kurmasını sağlamaya çalışıyoruz. Ben bu akan insânî yardımdan çok etkilendim, çok da minnettar oldum. Amerika’nın devlet olarak 100 milyon dolar yardımda bulunacaklarını söyledi Blinken; ondan önce 85 milyon dolar açıklanmıştı Suriye ile birlikte; fakat bunun dışında sadece 80 milyon dolar Amerikalı vatandaşlardan toplandı. Tabiî yaraları sarmak için yeterli bir rakam değil; fakat bu kadar hızlı mobilize olunması önemli. Ben depremden sonra burada dört beş kez CNN’e çıktım, pek çok televizyon kanalı ile konuştum. Her konuştuğumda yardım gerektiğini söyledim. Ve daha sonra pek çok insan ulaşıp, “Hangi kuruma yardım edelim?” diye sordular. Çadır gerekiyor meselâ; Ohio’da olan bir şey, bir şirket çadır göndermek için hemen harekete geçti bu programlardan sonra. Amerikan medyası bu konuyu çok işledi yani; uzun süre işledi, hâlâ da işliyor. Bütün bunlar da yardım faaliyetlerinde etkili oldu bence.
Ruşen Çakır: Ömer, seninle geçen hafta bu konuyu konuştuğumuz için bir daha sormak istemiyorum, ekleyeceğin bir şey varsa eklersin. Dışişleri Bakanı Blinken İncirli’ye geldi, deprem bölgelerini havadan gözlemledi; sonra da Saray’da Dışişleri Bakanı ile görüştü ve ondan sonra da ayrıldı. Bunun depremle alâkası tabiiî ki vardı; ama deprem olmasa da geliyordu galiba. Daha önce de, Türkiye’yi ziyâret etmediğini hep konuşuyorduk zâten. İlk defâ bir ziyâret yaptı. Ne diyorsun, neler konuşuldu? Bize yansıyan, depremden ziyâde yine F-16’lar, F-35’ler, S-400’ler ve İsveç ile Finlandiya’nın NATO üyeliği. Ne diyorsun?
Ömer Taşpınar: Evet, o konuya geleceğim Ruşen. Depremle ilgili Amerikan basınındaki yazılardan, özellikle bir iki tânesinden bahsetmek istiyorum. Geçtiğimiz hafta Washington Post’ta bir yazı çıktı, Türkiye’yi Şili ile karşılaştıran, Şili’de yapılanlarla Türkiye arasında yapılanları karşılaştıran bir yazı. Ve bir iki rakam vermek istiyorum; çünkü şu anda Türkiye’deki tartışma, hemen tekrar bu şehirlerin yapılması, Erdoğan’ın bir yıl içinde yeniden dönüş projesi, yeniden inşâ meselesi. Burada gerçekten değerli bir sürü bilim adamı bahsediyor bundan: Acele edilmemesi, daha iyi planlanması, imar kodları, binâların nasıl yapılması gerektiği konusunda bir sürü örnekler veriyorlar burada.
Türkiye Japonya gibi bir ülke değil; yani Japonya sanayileşmiş, kalkınmış bir ülke; ama Şili’de çok benzer bir durum var Türkiye ile. Şili de Güney Amerika haritasına baktığınızda incecik bir ülke, bütünüyle deprem fay hattında. Kaçabilecekleri içeride bir yer, alan da fazla yok, kıyıda bir ülke. Ve 1939’da Richter ölçeğinde 8,3’lük bir depremde 28 bin insan ölüyor orada. Bundan bir ders alıyorlar, 1939’da bu dersi alıyorlar. Yani Erzincan depremi ile 1939’daki Türkiye depremi ile aynı yıl. Arkasından, bundan sonraki 20 yıl yatırımlar yapıyorlar ve 1960’ta bu îmar planları sonrasında “Yüzyılın Felâketi” denen deprem geliyor Şili’ye — “20. yüzyılın felâketi” denen deprem. Ve o depremin Richter ölçeğindeki şiddeti 9,5. 1600 ölüyor sâdece.
“Sâdece” diyorum, çünkü o 9,5 şiddetindeki deprem, normalde eğer o çalışmaları yapmasalardı, muhtemelen yüz binlerce ölüme yol açabilirdi. Daha ilginci, o 1960’taki 1600 ölü bile rahatsız ediyor Şili hükûmetini. “Neden ders almadık?” diye, bir can bile fazla diye. Ve çok daha büyük bir îmar planı, çok daha ciddi kurallar konuyor: Anayasaya giriyor, “Hiçbir şekilde îmar affı çıkmayacak, kurallar bütünüyle uygulanacak, yasalar tâvizsiz uygulanacak” diye. Bu bir savunma bütçesinden daha önemli. İnsanların hayâtını korumakla ilgili diye. Ve 2010’da, 8,8, tekrar ediyorum: 8,8 şiddetinde bir deprem oluyor Şili’de ve kaç kişi ölüyor biliyor musun Ruşen? 500 kişi ölüyor. Yani biz, “Dünya bize ne kadar yardım ediyor?” tartışmaları yaparken, “Şuradan ne kadar para geliyor, buradan ne kadar para geliyor? Türk’ün Türk’ten başka dostu var mı yok mu?
Dünya ne yapıyor?” derken, aslında gözden kaçırdığımız şey şu: İçeride yapmamız gereken şeyleri yapmadığımız. Ve şu anda da, “Bir yıl içinde toparlarım” diyen bir iktidar var. “Bir yıl içinde her şeyi tekrar inşâ ederim” diyen bir iktidar var. Ben muhâlefetin yerinde olsam, “Bir yıl değil on yıl olsun, ama doğru dürüst yapalım bu işi” derim. Yani bu sefer ders alınmayacak da ne zaman alınacak? 40 bin insan öldü. Gelelim Blinken’ın ziyâretine: Yani artık bıktık F-16’ları konuşmaktan, değil mi? Şu ortamda bile F-16’ları konuşuyoruz. Yani ne anlamı kaldı? Türkiye niye F-16 almak istiyor? Savunma gücünü güçlendirmek için, değil mi? Niye bir ülkenin güçlü ordusu olur? İnsanları…
Gönül Tol: Halkını korumak için.
Ömer Taşpınar: Halkını korumak için. Yani Ukrayna savaşta bir yıldan beri. Kaç Ukraynalı öldü bir yılda biliyor musun Ruşen? Yani bütün Ukrayna bombalandı, Rus füzeleri, dronlar tarafından. 40 bin Ukraynalı öldü bu savaşta, bir yıl içinde. Biz bir depremde, birkaç gün içinde bunun aynısını kaybettik. Rakamlar çok daha yüksek olmalı normalde. Hâlâ F-16 tartışması var. Bu F-16’lara harcanacak para, Savunma Bakanlığı’na harcanacak para, içeride bu îmar konularına aktarılsa, Diyânet’in bütçesi, bir sürü bütçe buraya aktarılsa… İnsanların hayâtını kurtarmaktan daha önemli ne var?
Biz Yunanistan ile savaşa gireceğiz diye mi bu F-16’ları alıyoruz? Yani tamam, hayat devam ediyor, savunma bütçesi devam edecek; ama Türkiye böyle bir felâketi yaşadıktan sonra niye gözden geçiremiyor dış politika önceliklerini, hayâtî önceliklerini? Şu anda Dünya Bankası rakamlarına göre, Türkiye’nin 450 milyar dolara ihtiyâcı var içerideki binâları güçlendirmek için. İstanbul’da yaşanacak deprem aynı şekilde etkileyecek. Yani Allah korusun, on binler, belki yüz binler ölebilir. 450 milyar dolar gerekiyor bütün Türkiye’deki binâların güçlendirilmesi için. Biz hâlâ milyarlarca dolar savunma bütçesinden bahsediyoruz. Tabiî ki hayat devam ediyor.
Türkiye ile Amerikan ilişkileri devam edecek; ama bu bir dönüm noktası olmalı Türkiye için — Türkiye’nin savunma bütçesi için, Türkiye’nin önümüzdeki planları için. O açıdan düşündüğümde, tabiî ki tâkip ettim ben de; ama müthiş bir heyecansızlık ve anlamsızlık içinde tâkip ediyorum artık bu tartışmaları, bir anlamı kalmıyor. Yani insan, aynı şeyleri, S-400’leri konuşmaktan… yıllardır S-400’leri konuşuyoruz, yıllardır F-35’leri konuşuyoruz, aynı şeyler… Türkiye’de bir deprem oldu; belki 100 bin insan öldü haberimiz yok ve geldiğimiz noktadan devam etmeye çalışıyoruz. Bu açıdan baktığımızda, Amerika ile ilişkilerde umarım artık yeni bir döneme girilir, daha ciddî öncelikler alınır; Türkiye dış politikasında, ne bileyim yani, daha farklı bir bakış açısı ile Avrupa Birliği’ni önceler.
Umarım her şeyden önce yeni bir hükûmet gelir de… yani “2030 yılında Türkiye Avrupa Birliği’ne üye olmalı” mesajı ile, bu îmar planını da ele alarak, Türkiye’nin batılılaşması, Batı’ya doğru gitmesini bu savunma bütçesinden daha önemli bir şey olarak öne alır. O nedenle Blinken’ın ziyâretinde tabiî ki Türkiye NATO konusunda ne yapacak diye tartışıldı, İsveç ve Finlandiya konusunda bir değişiklik var mı diye tartışıldı ve gördüğüm kadarıyla Türkiye hâlâ eski politikalarını devam ettiriyor. Yani şunu da söyleyeyim Ruşen: 40 bin rakamı çok sembolik bir rakam. Türkiye PKK nedeniyle şu anda İsveç’e geçit vermiyor, değil mi? Yani PKK meselesi nedeniyle İsveç’e biz veto koyuyoruz.
Türkiye PKK ile mücâdelede kaç vatandaşını kaybetti biliyor musun? 40 bin. 40 bin. Yani 1984’ten îtibâren başlayan ve bugüne kadar devam eden PKK ile mücâdelede 40 bin — ki bu rakamın önemli bir kısmı da bölgedeki insanlardır. Önemli bir kısmı da Kürt’tür. 40 bin rakamı Türkiye’nin bugün bütün dünyada kullandığı rakam, “Biz 40 bin vatandaşımızı kaybettik terörizme karşı” diye. Ve bugün PKK ile bir barış sürecine giremiyor Türkiye, bir Kürt meselesinde barış sürecine giremiyor; posta koyuyor İsveç’e bu konuda, niye? Çünkü çok vatandaşını kaybetti PKK ile mücâdelede. Ama o 40 bin rakamını birkaç saat içinde de kaybetti Türkiye bir depremle.
Ruşen Çakır: Evet Ömer, çok dolmuşsun, haklısın; ama yine de ben, Gönül, sana da sormak istiyorum: Blinken konusunda eklemek istediğin bir şey var mı?
Gönül Tol: Blinken konusunda, ziyâret zaten önceden planlanmış bir ziyâretti, deprem dolayısıyla planlanan bir ziyâret değildi. Konuşmak istediği konular vardı. Tabiî bunları biliyoruz: İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya giriş meselesi konuşuldu, F-16 meselesi konuşuldu, Yunanistan’la gerginlik konuşuldu. Bunların hiçbirinde, özellikle F-16 ve İsveç ile Finlandiya konusunda bir uzlaşıya varılmış gibi görünmüyor aslında; çünkü biliyorsun, Türk tarafı bir süredir, “Biz Finlandiya’nın üyeliğini onaylarız, ama İsveç bizim için sorunlu” diyordu, Amerikan tarafı da hep şunu ileri sürüyordu: “Hayır, ikisi aynı anda girecek NATO’ya”. Ve nitekim bu ülkeler de, bu güvenlik zirvesinde NATO’ya birlikte girmek istediklerini söylediler.
Çavuşoğlu’nun Blinken’la görüşmesi ardından yapılan basın toplantısında da Çavuşoğlu, bu konuda herhangi bir siyâset değişikliğine gideceklerinin işâretini vermedi. Zâten şu ortamda bana çok zor görünüyor, yani deprem olurken. Birincisi, zâten Erdoğan, içeride depreme verdiği yavaş yanıt ve beceriksizce verdiği yanıt yüzünden eleştiriye tâbi tutuluyor; bir de böyle bir ortamda İsveç ve Finlandiya’nın üyeliğini onaylamak, bence Erdoğan açısından, Erdoğan’ı daha zayıf gösterecektir.
Zaten bunun lojistik sorunları da olacaktır. O nedenle orada gelişme kaydedilecek gibi görünmüyor ve Amerikan tarafı da bunu anlamış görünüyor. F-16 konusunda da Mevlüt Çavuşoğlu hâlâ, “Biden yönetimi bizim arkamızda durursa Kongre’yi idâre ederiz, Kongre çözülür” diyor. Yani hâlâ anlamıyorlar. Kongre’nin nasıl bir fonksiyonu olduğunu, Kongre’nin dış politikada oynadığı rolü kavrayamıyorlar. Zannediyorlar ki kendi ülkelerinde tek adam rejimi olduğu için –yani Erdoğan ağzını açarsa her şey olur–, Amerika’da bunun böyle olmadığını, Amerikan Başkanı ne kadar isterse istesin güçler ayrılığı olduğunu, bazı güç odaklarının –meselâ Kongre’nin– Biden’ın atacağı adımların önüne geçme hakkı olduğunu görmüyorlar.
Ve aynı şeyi tekrarlıyorlar. O nedenle Blinken ziyâretinin bence tek pozitif tarafı… yani hükûmet açısından değil, ama bence Amerikan karşıtlığının çok yüksek olduğu bir ülkede yaşıyoruz, bunun bir kısmı meşrû, bir kısmını ben de kabul ediyorum. Yani “Amerika muhteşem bir demokrasi” vs. demiyorum tabiî; fakat bir taraftan da şunu da görmek gerekiyor: Türkiye gibi bir ülke Batılı devletlerle çalışmak zorunda; ekonomisi bu kadar Batı’ya bağımlı, Batı’nın güvenlik şemsiyesinde hareket etmek zorunda olan bir ülke olarak, bu kadar Batı karşıtı bir düşünce, Türkiye’nin, yine Türk halkının kendi çıkarlarına zarar vereceği için ben buna karşı çıkıyorum. Blinken’ın gitmesi ve bu arada Amerika’da… şunu da söyleyeyim: Benim konuştuğum, hemen depremden sonra Biden yönetiminde çalışan arkadaşlarımdan birkaçı beni aradı, oralı olduğumuzu bildikleri için, nasılsın diye sormak için ve bana ilk söyledikleri şey şuydu: “Hemen Türkiye bizden yardım talep etti ve biz kendi aramızda şunu söyledik:
‘Deprem çok büyük bir hasar bırakmış olmalı ki bizden yardım istediler’.” Çünkü biliyorsun, Süleyman Soylu iki gün öncesinde hakaretler yağdırıyordu, “Amerika, pis ellerini üzerimizden çek!” diyordu. Ve Amerika da hemen yardım gönderdiğini söylüyor. Türkiye’nin ilk talep ettiği yardım sahra hastânesiymiş; fakat tabiî istedikleri hızda AFAD oraya gitmediği için, gidemediği ya da gitmediği için, yaralıları çıkarmadığı için sahra hastanesine ihtiyaç âciliyetini kaybediyor, çünkü insanları çıkaramıyorlar göçüğün altından; fakat Amerika ilk andan îtibâren devreye giriyor, böyle bir talep oluyor, bu talebi onaylıyor ve 80 kişilik arama kurtarma ekibi gönderiyor Amerika, ağır ekipmanlar gönderiyor. İnsanlar da gördüler; yani orada sâdece Amerika’dan değil bir sürü ülkeden, 100-150 tâne ülkeden yardım kuruluşu gitti, bir sürü ülke kendi ekiplerini gönderdi. Hani o yüzden gereksiz hamâsete, sâdece söylemde kalan… meselâ ben dün şeyi tweet ettim, yani Blinken’a referans vererek, “Dış güçler Bahçeli’den daha önce gitti deprem bölgesine” diye.
Çünkü Blinken bir gün önce gitti. Yani kendisini “yerli ve millî” gören Bahçeli gitmedi, 20 Şubat’ta gitti. Depremin üzerinden iki hafta geçtikten sonra gitti. Dış güçler dediği ülkelerin ekipleri ikinci günden îtibâren sâhadaydı ve onların dışişleri bakanı Blinken kendisinden önce gitti. Bahçeli Osmaniye’deki evinin kapısının tuvaletini açmazken depremzedelere, pek çok ülkenin yardım ekipleri sâhadaydı. O nedenle Blinken’ın ziyâretini –sâdece Blinken değil, diğer liderlerin de– şu anlamda pozitif görüyorum: Yani böyle Erdoğan’ın sürekli kışkırttığı Batı karşıtlığı, dış politikadaki agresiflik, nefret üzerinden kendine bir güç devşirme arayışını inşallah artık insanlar görüyordur; çünkü pek çok ülke oradaydı, sâhadaydı. Devlet kendi halkının cenâzesini çıkaramadı, benim âilem kendi elleriyle çıkardı cenâzelerini, kendi elleriyle gömdüler. Devletin yapmadığını, farklı ülkelerden gönüllü gruplar, devlet kurumları, yardım ekipleri yapmaya çalıştı.
Ruşen Çakır: Evet, arkadaşlar bitirirken savaşı da bir konuşalım. Savaş aslında Ukrayna’nın işgali, bir yıl oluyor cuma günü. Biden gitti, bayağı bir ziyâret yaptı, oradaydı, Ukrayna’daydı. Ne diyorsunuz? Çok konuştuk, ama şu aşamada bakıldığında, bir taraftan Putin’in de o meşhur konuşması, çok fazla heyecan yaratmayan konuşmasına tanık olduk. Ne diyorsun Ömer? Savaş ve işgal hâlâ gündeminde mi dünyanın? Biden’ın gündeminde olduğunu görüyoruz. Yine çok büyük yardım vaatleri dile getirdi — rakamlar yüksek. Ne olacak? Bu kış da böyle bitmek üzere, ama işgal bitmiyor.
Ömer Taşpınar: Evet, savaşın birinci yılını tamamladığımızda bu konuyla ilgili çok yazı ve değerlendirme çıkmaya başladı Ruşen. Ve tabiî ki Biden sembolik olarak Polonya’yı ziyâret etti, ne yapacağını açıkladı ve gizli bir şekilde Polonya’dan bir trene binerek Kiev’e gitti. Çok gizli tutuldu bu ziyâret. Böylece Kiev’i savaş durumundayken ziyâret eden bir Amerikan Başkanı olarak da târihe geçti. Şu anda Amerika’nın Ukrayna’ya Avrupa Birliği ile ortak yaptıkları askeri yardımın toplamı yaklaşık 47 milyar Euro civârında. Yani çok büyük rakamda askerî yardım yapılıyor. İnsânî ve ekonomik yardım da işin içine katıldığında, 100 milyar Euro’ya varacak bir bütçe ayrılmış durumda. Çünkü bütün mesele: Ukrayna Rusya karşısında beklenmedik derecede ciddî bir askerî direnç gösterdi; fakat “Zaman kimin lehine?” tartışması sürüyor. Putin’in dünkü konuşmasına sen “Heyecansız bir konuşma” dedin, ama Batı’da heyecan yarattı; çünkü nükleer anlaşmadan çıktığını açıkladı Rusya’nın. Nükleer anlaşmadan çıkma, bir bakıma sembolik olarak nükleer meseleyi tekrar gündeme getirdi.
Yani benim gördüğüm analizlerde, “Putin için bu savaşı kaybetme alternatifi yok” analizi yapılıyor. Yani bu savaşı kaybetme ve Ukrayna’dan çıkma, hele Kırım’ı bırakma gibi bir alternatif yok. Dolayısıyla bu Rusya için de böyle; çünkü Rusya da Putin ile bütünleşmiş durumda; şu anda Putin’den farklı bir Rusya yok maalesef. Yani Rusya sivil toplumu, Rusya muhâlefeti Türkiye’dekinden çok daha kötü durumda. Türkiye ve Rusya değerlendirmeleri berâber yapılıyor bâzen otoriter rejimler olarak; ama Rusya’da çok daha ciddî bir diktatörlük var ve Putin’in görevden alınması ancak bir askerî darbeyle olabilir.
O askerî darbe de savaşın kötüye gitmesi, çok daha ciddî kayıplar verilmesiyle olabilir veya Putin’in işi nükleere götürmesine karşı askerlerin yapacağı bir darbeden bahsediliyor. Eğer Putin ciddî oranda kaybettiğini görüp, işi nükleere götürmeye kalkarsa— ki bu da bir alternatif olarak çok konuşuldu. Eğer Ukrayna güçleri, dört bölgeyi kurtardıktan sonra Kırım’a dayanırsa, böyle bir senaryo olursa eğer, bütün o bölgeleri kurtarıp Kırım’a dayanırsa, Rusya’nın kısa menzilli taktik nükleer silâhlar kullanabileceği konusunda sık sık değerlendirmeler yapılıyordu. Buna karşı çıkabilecek bir Rus general olabilir, Rus ordusu olabilir. Bu senaryolar dışında Putin’in bu savaşı kaybetme ihtimâli yok. Ve bütünüyle de arkasına bağlantısız dünyayı almış diyelim. Yani şu anda Batı güçlü gözüküyor, değil mi? Avrupa Birliği ve Amerika berâber, yekpâre NATO Ukrayna’nın arkasında.
Fakat çok konuşulmayan gerçek şu ki dünya nüfusunun %85’ini temsil eden diğer ülkeler –ki bunların içinde Çin, Hindistan olmak üzere– zâten ağırlıklı olarak daha çekimser duruyorlar bu savaşta. Amerika’nın ve Ukrayna’nın yanında değiller. Çin Dışişleri Bakanı yeni Moskova’daydı ve Amerika’nın büyük endîşesi, Çin’in Rusya’ya askerî yardım yapacak olması. Biz şu âna kadar hep İran’ın yaptığı yardımdan bahsettik; ama Çin eğer ciddî bir yardım yapmaya kalkarsa, dinamikler daha da değişebilir. Yani şunu hatırlatmak istiyorum: Batı güçlü gözüküyor, Ukrayna’nın arkasında yekpâre gözüküyor; ama Batı’nın iknâ edemediği, bağlantısız diyelim, üçüncü dünya diyelim, tam Batı bloku içinde olmayan, Latin Amerika’dan Afrika’ya Asya’dan Türkiye’ye kadar uzanan Ortadoğu’ya kadar uzanan ülkeler var.
Ve bu ülkeler hem Rusya ile ticâretlerine devam ediyorlar, Rusya’ya ambargo uygulamıyorlar, Rus ekonomisi beklendiği gibi çekmedi. Savaşın yarattığı enerji krizi de, hem petrol fiyatlarının biraz düşmesi hem doğalgaz fiyatlarının düşmesi, Avrupa’da beklendiği gibi soğuk bir kış geçmemesi ve bir şekilde bu likit gaz enerji türünün devreye girmesi ile kademeli bir şekilde beklenen enerji felâketi de yaşanmadı. Dolayısıyla bu savaş devam edeceğe benziyor; fakat Ukrayna’nın bu savaştan galibiyetle çıkma ihtimâli bence yok. Zaman daha çok Rusya’nın lehine işliyor. Ukrayna’nın bir şekilde masaya gelmesi gerekiyor. “Putin’le görüşmem” diyordu Zelenski; fakat son bir iki aydır onu geri aldı. “Putin dışında bir Rusya ile görüşürüm” senaryosu vardı. Öyle bir şey olmayacağını yavaş yavaş anladı. Henüz iki taraf da tam olarak bu savaşı kaybedeceğine veya bir kazançla çıkacağına karar vermemiş durumda. O nedenle devam ediyorlar.
Yani iki taraf da tam olarak ne yenilgi ne de galibiyete gidebilecekleri bir yönde politika belirleyemiyorlar ve bu stability dediğimiz tıkanıklık devam ediyor. Bu tıkanıklık devam ettikçe de diplomatik alanın, siyâsî alanın önünün açılması zor gözüküyor. O nedenle birinci yılını tamamlarken bu savaş, dediğim gibi 40 bin ölü var Ukrayna tarafında. 100 bin ölü ve yaralı rakamından bahsediliyor Rus ordusunda. Ciddî kayıplar verdi Rusya, beklendiğinden çok daha büyük kayıplar verdi. Bana göre Rusya açısından, bir süper güç açısından bir fiyasko hâline geldi. Ukrayna beklendiğinden çok daha güçlü bir şekilde dirençte bulundu; ama bu Ukrayna’nın kendi başarısı olmaktan çok Batı’nın verdiği desteğin ürünü. Tabiî ki Ukrayna’nın askerî cesâretini, askerî stratejisini yabana atmamak lâzım; fakat arkasında Amerika, Avrupa Birliği ve NATO durmasaydı Ukrayna burada olmazdı.
Gönül Tol: Bir de Ruşen, Ömer, “Rusya kaybetmeyecek bu savaşı; ama kazanamayacak gibi de görünüyor” dedi. Yani bence her iki ülkenin de askerî olarak birbirini alt etmesi zor. Tabiî bu da şunu getiriyor: Peki o zaman bir müzâkere ile savaşın sonlandırılması söz konusu olabilir mi? O da çok zor. Çünkü yani meselâ Ukrayna halkıyla yapılmış olan bir kamuoyu yoklamasında, çok önemli bir kısmı, Rusya’nın ele geçirdiği toprakların geri alınmasını istiyor ve kesinlikle Rusya’nın talepleri karşısında geri adım atmamasını istiyorlar Zelenski’den Ukrayna halkı. Dolayısıyla ne bir askerî hedef konusu, birinin diğerini yendiği ve savaşın sona erdiği bir senaryo söz konusu yakın gelecekte, ne de müzakere ile savaşın bitirilmesi söz konusu. Tabiî bu da şunu getiriyor:
Uzun vâdede bu içerideki dinamikler nasıl etkili olacak? Meselâ Rusya’da Putin kısmî seferberlik îlân ettiğinde, halktan çok ciddî tepki gelmişti, bir sürü insan ülkeyi terk etmişti. Şimdi bu durumda, Eylül ayında yeniden îlân etti; fakat insan gücünü ihtiyaç duyacak Rusya bu uzadıkça. Böyle oldukça da halktan tepki gelecek. Bugüne kadar bastırdı o tepkiyi. Ama Putin gibilerin şöyle bir dilemması oluyor: Hem etrâfındaki o küçük elit grubun desteğini almak zorunda, ama bir taraftan halkın da desteğine ihtiyâcı var. Yani bütünüyle böyle sopa ile yönetemiyor. O yüzden, savaş uzadıkça, etrâfındaki elitler arasında bir kırılma olabilir mi? Şu anda Rus ekonomisi çok kötü etkilenmedi deniyor; ama bir noktada, uzadıkça olacak ve o elit ekip arasında bir kırılma söz konusu olabilir. Bunun yanında, bir de halktan gelen, özellikle daha çok zâiyat verildiği zaman halktan gelen bir tepki de olacak. Şimdi o Putin’i başka bir şeye zorlar mı? Zelenski için de benzer dinamikler söz konusu.
Ruşen Çakır: Evet, burada noktayı koyalım. Hafta sonu görüşüyoruz. Ben sizin yanınıza geliyorum. Haftaya oradan yapabilecek miyiz “Transatlantik”i bilmiyorum; herhalde yapamayız, ama bakalım. Yine de tekrar, Gönül, sana çok geçmiş olsun. Tüm Türkiye’ye çok geçmiş olsun tabiî. İzleyicilerimize de teşekkür edelim. İyi günler.
- Depremlerin dünyadaki etkileri videosunu podcast olarak da dinleyebilirsiniz