Hatay’daki son günümüzü Antakya’daki Narlıca Mahallesi’nde geçirdik. Narlıca Mahallesi’nin girişinde öbekler halinde 30’dan fazla çadırı olan bir yerleşim yeri vardı. Mahallenin girişindeki bu görüntü, bana buradaki insanların durumlarının iyi olabileceğini düşündürdü. Atatürk Caddesi’nde çıkmamla yanıldığımı anlamam bir oldu. 50 çadırlık başka bir alanda, yurttaşlar kendi inşa ettikleri barakalarda üşüyor, temiz suya erişemiyor ve kirli kıyafetlerini giymeye devam ediyordu. Edindiğim izlenim şu: Antakyalılar Lütfü Savaş’a hakkını helal etmiyor.
Kamera & Kurgu: Edanur Tanış
Mahallenin girişinde gördüğüm 30 kadar çadırın olduğu yerleşim alanlarının ilkini askeriye kurmuştu. Buradaki çadırlarda hem askerler hem de depremi yaşayan yurttaşlar kalıyordu. Oldukça düzenli görünen bu alana girmemeyi tercih ettim çünkü 3 gün önce Antakya’da ziyaret ettiğim bir başka çadır alanında röportaj yapmam askerler tarafından engellenmiş ve alandan çıkarılmıştım.
Narlıca’nın Atatürk Caddesi ve ara sokakları oldukça ağır hasar almıştı. Bazı ara sokaklarda yerle bir olmamış bir tane bile bina yoktu. Bazı sokaklar binaların yıkılma tehlikesine karşı polis şeritleriyle işaretlenmişti. Cadde üzerinde de yıkılma tehlikesi bulunan onlarca yapı vardı. Bu binaların üzerine yurttaşlar, spreylerle isimlerini ve numaralarını yazmıştı. Duvarları dökülen binalardan evlerin odaları görünüyordu, mutfak, çocuk odası, oturma odası….
Depremin ikinci günü 200 liraya çadır
Narlıca’da konuştuğum ilk kişi Atatürk Caddesi üzerinde boş bir alana kurulu çadırının önündeki Mehmet Çiftçigil’di. Depremin ikinci gününde çadır aramaya başladıklarını, bulamayınca da oğullarının Antakya merkezde 200 liraya çadır satın aldığını söyleyen Çiftçigil, daha sonra belediyenin ailesine çadır verdiğini belirtti.
Çiftçigil, depremde halasının kızını ve eniştesini kaybetmiş. Çiftçigil, gözleri dolu şekilde sadece ailesinden değil arkadaşlarından da kayıp verdiğini şöyle anlattı:
“Arkadaşlarımı arıyorum ya eşi ya oğlu çıkıyor, babasını soruyorum, ‘Babam sen sağ ol Mehmet abi’ diyorlar. O beni yaktı”
Daha sonra Mehmet Çiftçigil’in eşiyle konuştum. Temiz suya erişimleri olup olmadığını sorduğumda bana, depremden bu yana bir kere kız kardeşinin köyüne gidip duş alabildiğini söyledi. Bütün gün ailesinin çamaşırlarını ateşte su ısıtarak yıkadığını ekleyen kadın, yorgun ama şikayetçi olmadığını, ailesinden kimseyi kaybetmediği için şükrettiğini söyledi.
Mahallede her ne kadar çadır alanları olsa da bu alanlarda kendilerine yer bulamayan ve kendi imkanlarıyla kalacak yer inşa edemeyenler de vardı. Tanıştığım bir Suriyeli, tek başına bir binanın brandasının altında yaşıyordu. Yaşadığı alanın çevresini battaniyelerle çeviren adam, dışarıda bir leğenin içinde bardak ve tabak yıkıyordu.
“Özellikle Lütfü Savaş, Allah hakkımı alsın, helal etmiyorum”
Biraz ilerleyip aynı cadde üzerinde yaklaşık 50 çadırın olduğu ve 120 ailenin yaşadığı alana gittim. Burada Duygu Hanım ve ailesiyle konuşup kahve içtik. Duygu Hanım, 3 çocuğuyla 10 gün boyunca çadır bulamadığını anlattı ve “Özellikle Lütfü Savaş, Allah hakkımı alsın, helal etmiyorum” dedi.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Daha sonra Duygu Hanım ile mahalleyi dolaştı. Bana, bu mahalleli olduğunu söyleyen Duygu Hanım, mahallede imar affından sonra 4-5 kat yükseltilen binalardan bahsetti ve imar affından sonra denetim yapmayan belediyenin bu yıkımdan sorumlu olduğunu ekledi.
Duygu Hanım ve ailesinin kaldığı çadır alanında çok popüler biri vardı: Ömer Abi.
Ömer Erbay çadırının önünde toplanan onlarca çocuğa çeşit çeşit oyuncak dağıtıyor, Türkçe bilmeyen çocuklarla bile bir şekilde konuşmaya çalışıyordu. Sonradan öğrendik ki, dağıttığı bu oyuncakları çadır alanında yaşayan çocuklar için kendisi getirtmiş.
Günde 3 bin sıcak poğaça
Ömer Erbay, depremin ikinci günü Kütahya’dan enkaz çalışmalarına yardım için gelmiş ancak bölgede bir gıda krizi olduğunu fark edince Kütahya’ya geri dönüp pastanesindeki fırın dahil her şeyi alıp Antakya’ya gelmiş. Depremin dördüncü gününden beri Narlıca’da olan Erbay, ilk günlerde günde 2 bin poğaça yaptığını ve bunun yeterli olduğunu ancak ilerleyen günlerde farklı mahallelerden insanların da sıcak poğaça almak için gelmesiyle üretimi günde 3 bin poğaçaya çıkardığını anlattı.
Elindeki malzeme tükendikçe Kütahya’dan kendi imkanlarıyla ve arkadaşlarının desteğiyle un, yağ ve peynir gibi gerekli ürünleri getirttiğini söyleyen Erbay, pastane malzemelerini alıp gelirken bir hafta kalmayı öngördüğünü ancak şu anda geri dönmek için herhangi bir plan yapmadığını söyledi. Erbay’ın poğaçaları sabah 6.30’da fırından çıkmaya başlıyor ve 24.00’e kadar neredeyse sürekli olarak pişmeye devam ediyor.
Gördüğüm kadarıyla poğaçalar en çok çocukları mutlu ediyor. Sürekli poğaçanın ne zaman çıkacağını soran çocuklar, fırından çıkar çıkmaz, ellerini yakmayı göze alarak birer tane poğaça kapıyor ve yanına bol şekerli çaylarını alarak keyifle yiyorlardı.