Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ayşe Çavdar yazdı: Vatan millet siyaseti – Kaybedenler ve bahaneleri

Oturduğumuz yere çakıldık, siyaseti, hem de muhalif siyaseti izliyoruz. Düşünsenize şöyle bir dönemde niye bu denli büyük bir aciliyet hissiyle seyrediyoruz ki biz siyaseti? Dertlerimize derman olacaklarını iddia eden onca insan, nasıl olup da yüzleri hiç kızarmadan bizi kendi aralarındaki abuk sabuk kavgalara şahit olmaya çağırıyorlar ki?

Geçtiğimiz ay yaklaşık 50 bin kişi enkaz altında ya da çıkartıldıktan sonra donarak hayatını kaybetti. Kayıplarımız var, ebeveynini bulamayan çocuklar, çocuklarını bulamayan anne-babalar var. Henüz gerektiği kadar çadır ve konteyner kurulmamış. Su bile yok ya bazı yerlerde, su bile yok! İktidardaki siyasi ittifakın alabildiğine erittiği devlet kapasitesinin yetersizliği ve acizliği karşısında şoktayız. Ne yani 85 milyon insan bir araya gelip şu acziyeti mi örgütledik hep birlikte? Kendimize saygımız erimekte! Ölüp gidenlere, yıkılan şehirlere mi yanalım, yoksa kalanların sırtlandıkları suçluluk duygusu, çaresizlik ve endişeye mi? Bilmiyoruz. Hiçbir şey bilmiyoruz. Kızılay depremzedeye gidecek çadırları satarmış, konserveleri satarmış, hatta giysi kumbaralarına bıraktığımız giysileri de satarmış. Bilmediğimiz onca şeyi öğrendikçe daha bir büyüyor çaresizliğimiz, suçluluk duygumuz ve utancımız. Bilmesek daha mı iyiydi acaba?

Böyle bir dönemde can havliyle dönüp muhalefet partilerine bakıyoruz. Ne de olsa seçime birkaç hafta kalmış sadece. Öyle ya, olanca açıklığıyla ortaya çıkmış bu devlet enkazının altından, o enkazı bizzat, bile isteye, hatta özene bezene yaratmış olanlarla çıkamayız, değil mi? Yetkiler el değiştirmeli, bu işleri onların yordamlarıyla görmeyecek birilerini bulup oturtmalıyız o makamlara. Her anlamda dağılmış müşterek hayatımıza yeni bekçiler bulmamız lazım, emeklilik vakti gelmiş de geçmiş bekçinin mülkümüzü -tırtıklamak ne kelime- olduğu gibi midesine indirdiğini görmüşüz çoktan. Bir bakalım etrafa, bu işe talip kimler var? O da ne?! Şu vaziyette bile derli toplu siyaset üretemeyen bir grup insan. Kişisel ya da siyasi çıkarlarını, birbirleriyle yaptıkları şekilsiz bilek güreşinde kimin kazanacağını, müşterek hayatımıza tercih eden bir grup esnaf. Şöyle bir durumda “milletçe” yaşadığımız travmayla değil de kendileriyle ilgilenmeye mecbur bırakanların endamlarına şöyle bir bakıyoruz! O da ne?! “Vatan, millet” laflarını duyduklarında mangalda kül bırakmayanlar değil mi onlar?! Peki buna şaşırıyor muyuz? Yoooo! Niye şaşıralım ya hu, bildiğimiz, ezberlediğimiz “dava”lar bunlar. Neredeyse 70 senedir o davalarla yürütülüyor “millet.” He ya, yürütülen şey “millet,” bayağı, bildiğiniz çalınıp pazarda okutulan şeyin adı tam olarak o…

Yaklaşık 1.5 yıldır bir ittifak kurmaktalar. Aylarca mesai harcayıp yüzlerce sayfa şıkır şıkır metinler hazırladılar. Onlar bu işleri yaparken seçim yasası değişti. Oturup bu yeni yasayla seçime nasıl hazırlanırız diye çalışmaya başlamadılar bile. Oysa ittifakı kurmalarının sebebi, bir önceki seçim yasasının tarif ettiği çeşitli avantajlardan yararlanmaktı. Bir de başkan adayı belirlemeleri gerekiyordu. Geciktirdikçe geciktirdiler. Sebep ne? Erkenden aday açıklarlarsa yıpranırmış. Arada yıpranmayan aday adayı kalmadı en nihayetinde. İhtimaller bire düştü. O da koşulların dayatmasıyla. Bunu yapmak için doğru düzgün bir yöntem üzerinde anlaşmayı da ihmal ettikleri için kara düzen belirleyeceklerdi adayı. “Realite” ortada. Elde seçenek kalmadı. Nihayet mevzuyu konuşmaya oturduklarında iş patladı. Masa etrafında olayların nasıl aktığına dair dinlediklerimden anladığım tek bir şey var… Kimse halinden tam manasıyla memnun değil. Tam da olması gereken şey bu. Çünkü bu türlü masalarda kimsenin mutlak kazanan olmaması gerekiyor. CHP oy miktarı en yüksek parti ve en oturmuş teşkilatlara sahip olmasına rağmen gücünü masadaki diğer partilerle paylaşıyor, listelerinde onlara da yer verecek. Masadaki dört küçük parti bu nedenle kendileri için azami olanı isteyemeyecekler, çünkü masadaki oy oranı görece yüksek partiler karşısında elleri güçlü değil. Buna karşılık cüssesi en büyük ortağın başkan adayını destekleyecekler. Masanın cüsse büyüklüğünde ikinci olan partisi ise hayli iddialı. Geçiş döneminde tüm rolleri dağıtan, mümkünse sufle de veren olmak istiyor. Böylece cüssesinin üzerinde bir güce sahip olduğunu gösterip, geçiş dönemi sonrasında da tek başına iktidar olacak. Vay be!

Sorun şu ki, bütün taraflar niyetlerinin hem birbirlerine hem de ağyara görünmez olduğunu zannediyor. Ayrıca hem birbirlerinin hem ağyarın aklını kendi akıllarından az görüyorlar. Güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçiş sözü veren bir ortaklığı en az meşgul etmesi gereken meselede patlıyor olay. Altı kişilik masanın, ikinci büyük partisi, birinci büyük partinin kendi adayını dayattığını söyleyerek yıkıyor ortalığı. Fakat yaptığı konuşma öyle acayip ki, yalnız terk etmekte olduğu masanın değil, memleketin ve kendi partisinin geleceğine de kastediyor adeta!

Bir teori

O bunu yaptığından beri hepimiz birbirimize aynı soruyu soruyoruz: Niye yaptı ki böyle bir şeyi, hadi yaptı, ama niye böyle yaptı?

Aklımda zamanla ve ortaya çıkacak yeni bilgilerle değillenebilecek, benim de gerekirse vazgeçmekte hiç zorlanmayacağım şu teori şekillendi:

İYİP kongre sürecindeydi, Akşener partiyi nihayet kendisinin kılmaya, yani her işe mutlak hakim bir lider olmaya çalışıyordu. Transfer ettiği teknokrat ekiple, partinin, seçime kadar ihtiyaç duyduğu ama seçimden sonrası için pek de güvenmediği, MHP bakiyesi grupların ağırlığını dengeleyebilmeyi umuyordu. “Parlak” özgeçmişli teknokratların oluşturduğu imajla “makulleştirdiği” milliyetçilik ve kendince tam da zamanı olan “devlet (hassasiyeti) merkezli” söylemle merkez sağı tek taraflı olarak yeniden, tabii kendine göre tarif etme ve oraya yerleşme imtiyazı edinecekti. Ancak bunu, Kılıçdaroğlu’nun adaylığına razı olarak yapamazdı. Bunun sebebine sonra geleceğim. Rıza göstermeyişinin gerçek sebebini itiraf etmemek için, daha konforlu olduğunu düşündüğü “kazanabilecek aday” tamlamasını satın aldı ve yetmezmiş gibi süsleyip püsleyerek piyasaya sürdü. Böylece kocaman bir tuzağa balıklama daldığının farkına bile varmadı. Zira, partisinin, geri planda tutmaya, en azından görünürlüklerini azaltmaya çalıştığı MHP bakiyesi ekibine karşı kocaman bir yumuşak karın edinmiş oldu böylece. Nasıl mı?

Akşener’in, kendisininki gibi bir siyasi geçmişten, içeriğini yine kendisinin tanımladığı -aslında sınırladığı- bir merkez sağ siyaset çıkarması ancak kendisine benzemeyenlerle, hatta mümkünse hiç benzemeyenlerle ortak bir siyaset geliştirebildiğini ispatlamasıyla mümkündü. Önce Millet İttifakı, sonra da Altılı Masa bu ispat için biçilmiş kaftandı. Orada sözü geçen biri olmak, partisi karşısında da elini güçlendirecekti. Başkan adayının belirlenmesi tam da her anlamda gücünü ispatlayabileceği bir meseleydi. Eğer adayın kim olacağı değilse bile olmayacağı mevzuunda son sözü söyleyen kişi olabilirse iddiasını her anlamda kanıtlamış olacaktı. Kılıçdaroğlu’nu “kazanamayacak aday” olarak etiketleyen söyleme işte bu koşullar altında sarıldı. Sorun şu ki, “kazanabilecek aday” diye masaya koyduğu alternatifler de CHP’nin belediye başkanlarıydı. Kendisi aday olamadığı gibi, kendi partisinden de aday olabilecek birini öneremiyordu. Elindeki parti ve kendi siyasi çevresi yetmiyordu buna. Bu nedenle başkan adayının kim olması gerektiği konusunda söylediği her şey siyasi nezaketin uzağına düşmekle eleştiriliyordu.

Partisine masadaki gücünü ispatlayabileceği bir başka konu daha vardı. O da, seçimin kazanılmasında kilit rol oynayacağını beşikteki bebeklerin bile kabul ettiği HDP, dolayısıyla Kürtlerle alış-verişi sınırlamak. Neyse, masayla HDP arasındaki ilişkilerin sınırlanması “kazanacak aday”ın nitelikleri konusunda apaçık bir dayatmaya tekabül ediyordu. Anketlerde adı geçen adaylar arasında bu türlü bir sınırı isteyerek ya da istemeyerek gözeten tek kişi vardı çünkü. O aday da meşrebi itibariyle İYİP’le aynı kökten gelse de yüzünü CHP’ye ve onun genel başkanına dönmüş görünüyordu. Ne acayip değil mi, Akşener her iki konuda da gücünü ancak başkalarını sınırlamak için kullanabiliyor. İmkânları artıran, siyaseti genişleten bir strateji geliştiremiyor bir türlü. Kendisini bir sınıra dönüştürüyor yani. Bu da onu güçlendirmek yerine ihlal edilebilir, yani yaralanabilir kılıyor. Sürdürülebilir bir siyaset çıkaramıyor elindeki malzemeden.

Nitekim sıra, parlamenter sisteme birlikte geçebilmek için kurulan masa açısından -teoride- en önemsiz olması gereken ama müzakere edilemedikçe önem kazanan başkan adayının belirlenmesi ne geldiğinde bütün bu strateji tam manasıyla ayağına dolandı. O da olabilecek en “yaralı” haliyle hiç kimsenin tam manasıyla anlam veremediği o konuşmayı yaptı. Kendisi dahil kimseye tek bir hayrı olmayan bir konuşma… Toplamda, “madem benim istediğim olmuyor, o zaman hiçbir şey, hiç kimsenin isteğince olmasın”dan öte hiçbir anlamı yok.

Üstelik bu konuşmayı, gene mevcut koşullar nedeniyle bugüne kadar masanın aday adayları arasında listelenenlerden herhangi birinin seçimi gayet kolayca kazanabileceği bir zaman ve zeminde yaptı. Kılıçdaroğlu’nun da, tıpkı diğerleri gibi, doğru bir seçim stratejisiyle rahatça  kazanabileceğinden herkes yavaş yavaş daha da emin olmaya başlamışken, iktidarın seçimi şu ya da bu şekilde kaybetmesine adeta bir “kader planı” gözüyle bakmamız mümkünken. İyi de partisine dönüp, “kazanamayacak dedik ama kazandıracağız şimdi Kılıçdaroğlu’na” demenin bir yolunu nasıl bulacaktı? Hem onlar, “ama Meral Abla, sen demiyor muydun bu adam kazanamaz diye, şimdi biz nasıl çalışacağız bu kazanamayacak adam için” demeyecekler miydi? Demişlerdir de. Demelerinin sebebi de, Kılıçdaroğlu’nun kazanması için çalışma zorluğu değil, vaziyet o yere gelene kadar “abla”larını sıkıştırmak için “masa siyaseti”ni eleştirirken başvurdukları gayet yapmacık argümanlardır.

Hülasa, o gece Akşener kendisini, masadaki gücünü partisine hakim olmak, partisine hakimiyetini masadaki gücünün kaynağı olarak kullanmak isterken iki güç arasında sıkışıp kalmış halde buldu. Kolay ve konforlu (aslında devletlû) “sınırlama” taktikleri, üzerinde siyaset yaptığı zemini sıvılaştırmıştı. Kriz anlarında önce hâlâ kendi hayal ettiği haliyle yaşadığını var saydığı “devleti dinlemek” üzere susmaya ayarlı siyaseti, deprem sonrasında “nerde bu devlet?” diyen insanların çığlık çığlığa serzenişleriyle çöktü üzerine. Yani bakıp durduğu pusula da bir göz aldanmasından ibaretti.

Planlar, projeler ve bahaneler

Şimdi gelelim Kılıçdaroğlu’nu “kazanamayacak aday” diye etiketlemenin sebebine. Kanaatimce asıl mesele Kılıçdaroğlu değil, Altılı Masa’ydı. CHP ve İYİP, ikili bir ittifak olarak kalsalar Akşener, Kılıçdaroğlu’na bu şekilde karşı çıkmazdı, çıkamazdı. Ama Kılıçdaroğlu masaya, dört sağ parti daha alarak Akşener’in, geçiş döneminden sonra mümkünse en büyük ve hatta tek sağ partinin lideri olma hayalini elinden aldı. Kılıçdaroğlu da Akşener de AKP sonrası sağın içeriğini şekillendirmeye çalışıyordu. CHP masada/sofrada yer açarak yapıyordu bunu, Akşener masayı/sofrayı sınırlandırarak. Kılıçdaroğlu muhatap alarak yapıyordu, Akşener anketlerdeki oy oranlarına dikkat çekerek. Kılıçdaroğlu -muhataplarının nokta-i nazarından- “solcu” yani onlardan farklı olduğu için ilişkilenebiliyordu masanın sağındaki küçük partilerle, Akşener aynı değilse bile benzer ve bu nedenle rakip kumaşlardan oldukları için ilişkilenmemeyi tercih ediyordu. Yani mevzu, seçim değil, geçiş süreci bile değil, geçiş sürecinden sonraki Türkiye’de sağın patronunun kim olacağı meselesiydi. Akşener, tıpkı bir zamanlar Bahçeli’nin Erdoğan’a yaptığı gibi, gelecekte sağa hakim olacak rengin belirleyicisi olmak istiyordu. Yani mevzu, Kılıçdaroğlu ile Akşener arasında bir anlaşmazlık değil, sağ içi rekabetti kanaatimce.

Fakat şimdi ne olacak biliyor musunuz? İYİP’ten pek çok kişi, daha önce de olduğu gibi, bütün bu hikâyeyi Kılıçdaroğlu’nun kimliğini bahane ederek anlatacak temas ettiği ahaliye. Diyecekler ki, ‘ya işte onlara anlatamadık milletimizin Kılıçdaroğlu’nu neden seçmeyeceğini, kabullenmek istemediler, ısrar ettiler.’ Daha ileri gidip, ‘Kılıçdaroğlu’nu seçtirsek kim bilir neler neler olurdu,’ diyecekler. Hatta “HDP’yi bize tercih ettiler, e tabii sonuçta Kılıçdaroğlu…” gibi cümleler de kuracaklar. Hiç düşünmeyecekler, asla aldırış etmeyecekler bunu dedikleri insanların mahallelerinde, kasabalarında, şehirlerinde komşularıyla muhabbetlerine hangi gölgelerin düşeceğini. Umurlarında bile olmayacak. Onlar için önemli olan başarısızlıklarını örtecek bir bahane, bir “mağduriyet hikâyesi” çatmak olacak. Çünkü bu kadar gösterişli bir başarısızlığı, sözünde durmayışı, yarı yolda bırakışı izah edecekleri, kendilerinin de hiç amil ve sorumlu olmadığı bir hikâyeye ihtiyaç duyacaklar.

Hani şu “hayali cemaat” dediğimiz şey var ya. Hah işte böyle bir kez daha iyice daralarak şekillenecek yeniden. Başarısız, beceriksiz, müzakere ve mücadele yordamları konusunda yaratıcılıktan ve açıklıktan uzak, bu nedenle geçmişte kalmaya, başkalarına dikte edemedikçe daralan kendi sınırlarına mahkûm bir siyaset kendi yaralarını, varsayımsal olmaktan öte bir anlamı olmayan bir millet ve ondan bile beter bir devlet kavrayışına sığınarak tedavi etmeye çalışacak. Böylece sağın “kimlik siyaseti” şablonu yani dava mefhumu bir kez daha gerçekleştirecek kendini. Beceremeyişlere, başaramayışlara, olamayışlara, erişemeyişlere bulunmuş bir kılıf, kolayca arkasına saklanılacak bir gerekçe, başkalarını suçlayıp o rahatlar rahatı kurban postuna bürünmenin aracı…

Neyse, Akşener cidden acayip bir iş etti. Şimdi artık Kılıçdaroğlu kazanırsa yalnız Erdoğan’a değil, ona rağmen kazanacak. Yok kaybederse Erdoğan’ın değil, onun yüzünden kaybetmiş olacak. Ne partisinin içine ne genel siyasete ilişkin bir tasavvuru varmış gibi görünmüyor şimdilik. Varsa bile o tasavvura ikna edebileceği insanlar henüz analarından doğmadılar. Sanıyorum ki, şu son birkaç güne tanık olan bebeler bile unutamayacak enkaz altından çıkmış binlerce insan içecek su bile bulamazken herkese kendini izleten bir siyasi liderin “başarı”sını.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.