Neresinden başlayayım bilmiyorum bu hafta yazmaya niyet ettiğim meseleye. Hem biraz karışık hem de o kadar uzun zamandır kafamı karıştırıp duruyor ki. Mevzu şu: Madem “biz” pek iyiyiz, pek güzeliz, her bir şeyimiz de kendi benzerlerinin en hası, en hakikisi, neden “biz”den değilken “biz”e karışanlara şüpheyle bakarız? Sağ literatürün baskın olduğu bir evde büyüdüğüm ve okumaya da pek meraklı olduğum için bu soru o taraftaki “devşirme, dönme” aşağılaması üzerinden geldi aklıma ilk kez. Ama zamanla aşağı yukarı herkesin, her bir grubun, kümenin, kalubeladan beri (orijini itibariyle) kendisinden olmayıp da o kendilik dairesine sonradan dahil olanları tekinsiz bulduğunu öğrendim. Tersi de üstelik eşzamanlı olarak mümkün. Bazen de öyle biri “bizden” olmaya karar veriyor ki kendimizi, bizi biz yapan her ne ise onu, onaylanmış, yüceltilmiş, saygı duyulmuş hissediyoruz. Ama bize benzemeye karar vermiş olanın sahip olduğu hasletler ölçüsünde onurlandırılmış hissetme hali, şüphe ve tekinsizlik duygularını bertaraf etmiyor. Hatta aksine, “biz”i “bizden” olmak suretiyle onurlandırmış zatın, “bizden” olma performansı konusundaki beklentimizin yüksekliği ölçüsünde büyüyor ondan her an kötü, yani “kendi”sinin “bizden” olmadığını hatırlatan bir iş, işaret bekleme/umma tedirginliği.
Sözünü ettiğim şeye devşirme korkusu diyelim, devşirilmiş olanın “samimiyeti”nden şüphe etme hali de bu korkunun dışa dönük versiyonu olsun. Aynı korkunun bir de içe, daha doğrusu öze dönük versiyonu var ki birkaç haftadır yaptığım muhafazakârlığın hissiyat içeriğine dair bu düşünme egzersizini ilgilendiren kısmı da daha çok o versiyon. Ona da mesela devşirilme korkusu diyebiliriz. Devşirilme korkusunun da iki versiyonu var: Biri ya beni devşirirlerse şeklinde hasıl oluyor, yani ben orijinal beni kaybeder başka birine dönüşürsem?! İkincisi de ya çoktan devşirilmişsem endişesiyle besleniyor. Yani, ya benim orijinal halim şu olduğum ben değilse?! İkisinin birbirine karıştığı haller de var… Ya ben şimdiki şeklimi almadan önceki şeklime devşirilirsem?
Tabii ki devşirmeden, yani orijinal olarak “bizden” olmayandan duyulan korkunun, aslında kendimizin devşirilme ihtimalinden duyulan tedirginliğin bir tezahürü ve yansıması olduğunu savunacağım burada. Öteki bana dönüşebiliyorsa, ben de ötekine dönüşebilirim. Ötekini bana dönüştüren şey, beni de ötekine dönüştürebilir. Ben ötekine dönüştüğümde artık ben olmayacağım için imha olmuş olacağım. Ama öteki bana dönüştüğünde birine dönüşmüş oluyor.
İtibar kelimesinin kökeninin “bir”sayılmaktan geldiğini hatırlatıp devam edeyim: Öteki bana dönüştüğünde biri oluyor ama ben ötekine dönüştüğümde artık biri olmayacağım, yani bana gösterilen (şimdi benim gösterdiğim) itibarı kaybedeceğim. Belki öteki tarafta bana itibar edenler olacaktır ama şimdiki ben öteki taraftakilerin gösterdikleri itibara itibar etmiyor ki. Yani itibar etmediklerim gözünde muteber olacağım. İtibarımı kaybedeceğim.
Benzer bir egzersizi devşirme için de yapalım. Bizden değilken, bizden olmadığı için itibar ettiğimiz kişi, bizden olarak gözümüzde muteber oldu. Bizden olmadan önceki hali muteber değildi, bizim ona itibar etmemiz için bize ihtiyacı vardı yani. Şu halde bizim gözümüzde muteber olmak için bizden oldu. Böylece bizim aramıza “bir”i daha katıldı, biz çoğaldık lakin aramıza daha evvelden itibar etmediğimiz bir şeyi de dahil etmiş olduk. Bizim bizliğimize halel geldi. Önceden itibar etmediğimiz birini bize dahil ettiğimiz durumda biz hâlâ biz miyiz peki? Ya biz daha önceden biz olmayanı aramıza almak suretiyle biz olmaktan çıktıysak/çıkarsak? O zaman bize kim itibar eder?
Bize kim inanır?
Henüz gencecik ve heyecanlı bir okurken, “devşirme” ya da “dönme” kelimelerinin aşağılayıcı içerikle kullanıldığını gördüğümde “Ya ne oluyor, peygamberler insanlara doğru yolu göstermek ve o yola sokmak için gelmediler mi? Niye şüphe ediyoruz doğru yola sonradan girenlerin niyetlerinden ve amellerinden? Bizim doğru bildiklerimizi doğru bilsinler diye tebliğ etmiyor muyuz onlara?” diye kafamda dolaştırıyordum bu mevzuyu. Ama tabii öyle uzun uzun üzerinde durduğum söylenemez.
1990’lardayız. Birileri habire Müslüman oluyor, dindarlaşıyor ya da İslamcılar’la ortak bir şeyler yapıyor. Sadece şairler, yazarlar, sinemacılar vs. değil, bazı Evropalı turistler ve gelinler de…
Bir gün bir arkadaşımla bu geçişleri konuşuyoruz. Mevzu, Cat Stevens’ın Müslüman olup Yusuf İslam adını almasına geldi. Ben yeni öğrenmiştim, herkesin bildiği şarkıları dışında bir şey bilmiyordum hakkında. Arkadaşım, “Ya bırak Allah aşkına sesini kaybettiği için Müslüman olduğunu söylüyorlar” dedi. Anlamadım aradaki bağlantıyı. Ne alakası vardı ki sesini kaybetmekle din değiştirmek arasında? Çok iyi hatırlıyorum aklımdan geçeni. Söyledim de zaten. Sesini kaybettiği için üzülüp girdiği bunalımdan Müslüman olarak mı çıkmıştı? E bunda “ya bırak Allah aşkına” diyecek ne vardı ki? “Salak” dedi bana arkadaşım, “Sesini kaybettiği için dinleyicilerini de kaybedecekti, yani para kaybedecekti, din değiştirerek Müslümanlar’ın ilgisini çekti, şimdi sonsuza kadar kalabalık bir dinleyici kitlesi olacak.” Allah Allah! Kimin aklına gelirdi ki bu? Hâlâ bilmiyorum Cat Stevens’ın neden Müslüman olduğunu. Eminim bundan daha mantıklı bir açıklaması vardır. Arkadaşımın akıl yürütme biçimi bana daha enteresan gelmişti. Karşıma yeni vakalar çıktıkça insanların neden Müslüman olduğunu değil, Müslümanlar’ın neden kimsenin “samimi” hislerle Müslüman olabileceğine inanmadıklarını daha çok merak etmeye başladım.
Arkadaşımın mantığını takip ederek varacağım yer biraz iç karartıcıydı: Ancak bizden yararlanmak isteyenler “bizden” olurlar, bizi biz yapan şeyleri iyi, güzel, kıymetli, mantıklı, rasyonel, anlamlı vs buldukları için değil.
Hal böyle ise akla şu soru da gelir: Bizim biz olmaktan çıkarımız ne Allah aşkına? Başkası olmanın bir yolunu bulsak biz olmaktan vazgeçer miyiz kolaylıkla? Yoksa biz de başka bir şey olamadığımız için mi biz oluyoruz?
Hakkında benzer şekilde konuşulan bir başka kişi de Roger Garaudy’ydi.(*) Çevirileri her yerdeydi, yeni yeni okumaya başladığım daha akademik gibi duran İslami literatürde ona sık sık referanslar verildiğini de görüyordum. Ama yazılı olmayan kaynaklarda, yani dost meclislerinde vs. “Siyonistlerle takıştığı için solcular barındırmadılar tabii aralarında” deniyordu. Garaudy’nin, İslam’ı neden seçtiği sorusuna cevap olarak ettiği söylenen “Beni komünist yapan ne ise Müslüman yapan da odur” lafı da öyle herkesin baştacı ettiği bir formül değildi. Çünkü o lafta, bizi Müslüman yapan şeylerin komünist de yapabileceği fikri gizliydi. Aynı şey miydi canım o ikisi? Biri dünyevi bir ideoloji, bir ütopya, öteki 1400 yıldır yaşanan bir din, Allah’ın emri. Öyle değil mi ya? Gene de pratik bir tarafı vardı bu vecizenin. Müslümanlar’a komünistlerin kendilerini hangi koşullarda muhatap alabilecekleri konusunda bir fikir veriyordu. Evet evet, tabii ki Müslümanlar da tıpkı komünistler gibi adalet istiyorlardı. Hem Türkiye’de sağ soldu, sol da sağ! Allah’ım ne saçma bir laftı o öyle!
Zamane “dönme” ya da “devşirme”lerinin kitaplarda ya da dergi yazılarında başka, samimi muhabbetlerde başka anılmasından duyduğum rahatsızlık yüzünden giderek daha fazla takılmaya başladım bu mevzuya. Tabii ki gördüğüm tek riya formu bu değildi oralarda ama bu tür riyada çok acayip bir şey vardı. Başkasından duyulan o şüphede, kendi inancının, halinin, onu “kendisi” yapan şeyin sahihliğinden, inanılasılığından duyulan şüphe. Çıkarı olmayan, kaçacak delik aramayan, yani bir yolla mecbur kalmayan niye inansındı ki bizim inandığımız şeye? Ya hu ne vardı bizim inanışımızda ya da yoktu ki bir şekilde kendisi için kıymetli bir şeyleri, mesela onları kendileri yapan birtakım hasletleri, çevreyi, itibarı vs. kaybetmeyen kapımızı çalmıyor, bizi biz yapan şeylere alıcı gözle bakmıyordu?
Devlet devşirmek
Aradan seneler geçti. Deli Dumrul’la iştigal etmeye başladım. Mevzum devlet denilen şeyin nasıl bir hissiyata denk düştüğünü aramaktı bu defa. İddiam oydu ki babası ve anası tarafından Azrail’e, yani ölüme terk edilmiş, canından vazgeçilmiş bir oğlan hayatta kalma mücadelesi verirken nasıl hissederse, öyle hissediyorduk biz de devlet dendiğinde. Ne ararsanız var içinde. Dumrul’daki sıralamayla gidelim: Önce kibir (köprü), sonra kurnazlık ve kibir (geçenden 33, geçmeyenden 40 akçe), derken şaşkınlık (Azrail de ne acayip bir varlıkmış) ve gene şaşkınlık (ne yani şimdi ölecek miyim?), ardından pişmanlık (keşke meydan okumasaydım Azrail’e), düğümde çaresizlik ve can dileniş, ölümü kabulleniş, finalde el kızının cömertliği karşısında kendinden geçiş, dua ve teslimiyet. Görklü devletin kader planı da diyebiliriz bu dizilime.
Aynı dizilimi modern İslam’a dönüş hikâyelerinde de görebilirsiniz bu gözle bakarsanız. Kendini bir şey zanneden, hayat yolunda emin adamlarla yürüyen adam ya da kadın ansızın aslında hayat karşısında hiçbir gücü olmadığını anladığı bir trajedi yaşar. Bildiği, inandığı her şeyin boş olduğu kanaatine varır. Derken ona biri el uzatır, bazen bir kitap okur, bazen de bir yerden kulağına bir ezan sesi gelir, okumaya ya da dinlemeye başlar ve nihayet teslim olur. Yeni mü’min için “bizim dinimiz”i seçmek şu ya da bu şekilde yaşanmış bir kaybın/parçalanmanın ardından deneyimlenen bir bocalama ve boşluk sonrasına atılmış bir adımdır yani.
Ama o köprü, yani bir ayağı biz olanda bir ayağı biz olmayanda çakılı bulunan o asma köprü bir türlü geçilmez. Köprünün sahibi Dumrul bile diz çöker ve yakarır: “Ulu yollar üzerine imaretler yaptırayım senin için, aç görsem doyurayım senin için. Çıplak görsem giydireyim senin için.” Ancak bu vaatlerde bulunduktan sonradır ki duası kabul olur. Duası kabul edilmek suretiyle devlet olur Dumrul. Fakat orada bitmez hikâye. Dumrul, onun canından vazgeçen babasını ve anasını bu geçişin hem diyeti ve geçmişin intikamı olarak kurban edecektir. Bu, Dumrul’un sayacının sıfırlanması için tek yoldur. Anası ve babasının canları karşılığında isimsiz el kızı karısıyla birlikte 140 yıl ömür sürme hakkı elde eder. Teslimiyetin gücü adına! Canından vazgeçilenin ondan vazgeçenlerden vazgeçerek hayatta kalma hali…
Fakat tabii devlet ve devşirme/dönme kelimelerini birlikte sarfedince aklımıza gelen tek şey Dumrul değil. Hatta Dumrul ilk şey de değil. Selçuklu’nun gulam ve iğdişleri var, Osmanlı’nın yeniçerileri… Her ikisinde de devletlu olmanın ilk koşulu sanki devşirme ya da dönme olmak. Tuğrul ve Çağrı Beylerle adına Memluk denilen sivil/asker bürokrat taifesinin sırasıyla Bağdat’taki ve Mısır’daki halifeler için oynadıkları roller de tersinden tam olarak aynı menzile gidiyor. Devletlu olmanın ilk koşulu devşirme ya da dönme olmak. Devlet olmak için dönmek gerek demek!
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Akıl yürütmeye devam ediyorum ve ortaokul/lise tarih kitaplarında yeniçeri ve devşirme meselesinin nasıl anlatıldığını hatırlıyorum (sonradan okuduklarımı tamamen dışarda tutmaya çalışacağım). Tabii popüler tarih dergileri ve kitapları da olsun aklımızda… Filmler ve diziler de olsun… Ezberimden söyleyeceğim hemen: Orhan Bey zamanında başlamış ama kurumsallaşması I. Murat dönemini bulmuş. Akıncıların getirdikleri esirleri satın alarak kurmuş Osmanlı Yeniçeri teşkilatını. Yeniçeri ne demek, “yeni asker.” Devşirme de aslında toplamak demek… Fakat bir araya getirmekten çok, daldan, araziden meyve ya da mahsul toplar gibi toplamak. 8-18 yaş arasındaki gayrımüslim oğlanları çalıp çalıp getirirlermiş akıncılar. Osmanlı satın alıp “Türk’e verirmiş” oğlanları, dil ve adet/görenek öğrensinler diye. Unutsunlar nereden geldiklerini. Rençber olarak da çalışsınlar, fizikleri güçlü olsun. Bu aşamada hayatta kalmayı başaranları parlak bir gelecek bekleyebilir. Gittikleri ilk seferde ölebilir, uzun yıllar görklü devlet kapısına kulluk edebilirler. Yanına verildikleri “Türk” hane herhangi bir isyana vs karışırsa dönüp onları da kırabilir ya da belki tersine onların uğratılacakları bir kırımı durdurabilirler. Kabiliyeti olan devlet adamı olarak yetiştirilebilir, padişahları tahta oturtabilir, oradan indirebilir. Bir gün şanlı bir komutan olup fethe çıkabilir, başarısız olursa başı kesilebilir, saraya damat olduktan bir müddet sonra boğdurulabilir ya da orta kademe bir asker olarak hayatını sürdürüp nihayet çürüğe çıktıktan sonra bir eş bularak evlat sahibi olabilir. Bu kadar uç noktalara varmayan binlerce öykü olmuştur ama bizim devşirme ve yeniçerilerle ilgili olarak aklımızda kalan budur. İmparatorluk zaferden zafere koşarken padişahlar büyüktür. Dağılırken ordunun “devşirme”liği gelir akla. “Kötü tohum” zehirli meyvesini vermiştir. Kibre kapılmış, kendini orijinallerin üzerinde görmüş, kurumları çürütmüş ve nihayet koca bir imparatorluğun yıkımına vesile olmuştur. “Kötü tohum”un kötü olduğu nereden mi bilinir?
Tohumun iyiliği, kötülüğü
Hikâyeyi tersine çevirirsek anlarız belki. Battal Gazi’nin İntikamı (1972, yönetmen Natuk Baytan) filmini hatırlar mısınız? Battal’ın oğlunu kaçıran Bizans tekfuru onu acımasız bir “Türk düşmanı” olarak yetiştirir. Çocuk, babası olduğu söylenen Alyon’un Battal tarafından öldürüldüğüne inanmaktadır. Filmin sonuna doğru baba ve oğul tekfurun sarayında karşı karşıya gelirler. Mavi gözlü Cüneyt Arkın’ın canlandırdığı Battal, karşısındaki masmavi gözlü oğlanın kendi çocuğu olduğunu bildiği için kılıç bırakır ve öldürmesi için önünde diz çöker, yani oğluna teslim olur. Oğlan, Battal’ı öldürecek darbeyi indirmek üzere kılıcını kaldırırken kolunun taşlaşması karşısında şoke olur. Yalnız o mu? Kameranın şaşkın yüzlerini teker teker gönderdiği Bizans askerleri de donakalır.
Kuruluş Osman’ın son bölümünde, Moğol komutan Nayman’ın kurmakta olduğu devlete asker etmek üzere devşirmeye çalıştığı Türk çocukları savaşçı bacılar kurtardılar. Dizinin anlattığı bu minicik hikâyede Dumrul’unkini aratmayacak türde bir kibir vardı. Aynı dizide boy göstermeye çoktan başlamış bulunan Orhan Bey döneminden itibaren Osmanlı’nın devşirebildikleri için, eğer tohumları kıymetli olsaydı korur, bizim devşirmemize izin vermezlerdi demek istiyordu dizi. Demek ki bizim tohumumuzu “iyi” yani devşirilemez kılan, bizim onun devşirilmesine ne yapıp edip izin vermememiz aynı zamanda.
Şu halde “İyi tohum”un iyi olduğunu nasıl anlarız? Dönüştürülemezliğinden. Devşirilemezliğinden. İlla ki, gene bir kriz anında, özüne, kendine evrilmesinden, içindeki “iyi” yani “bizden” olanın fışkırmasından, filizlenmesinden anlarız.
Şimdilik bize benzeyen “kötü tohum” da özünde “iyi” ise tam böyle yapacaktır. Ona ihtiyaç duyduğumuz ya da güvendiğimiz anda özüne, kendine dönecektir. Eğer tam manasıyla bizden olduysa, biz olmadan önceki kendisinin iyi tohum olma ihtimali yoktur. İyi olsaydı olduğu gibi kalırdı. Dönüştü, bizimle melezlendi, demek ki melezlenmeye açık, devşirilmeye müsait, yani kötü.
Şimdi tekrar başa dönelim… Muhafazakârın devşirme ve devşirilme korkusunun onun hayatı açısından sonuçlarına…
Tam da bir kriz anında, mesela benden başkasıyla karşılaştığımda ve ondan etkilenmeye açık olduğumda, artık varlığını bile hatırlamadığım (kim biliyor ki kendi nesebini) o aslında iyi olan ama şu andaki ben gibi olmadığı için kötü bildiğim tohum filizlenirse ne yapacağım? Ya devşirilirsem? Hatta ya zaten şimdi olduğum ben’e devşirilmişsem de özüme dönersem?! Benim, aslında iddia ettiğim, suretine büründüğüm ben olmadığıma dair bir işaret görürsem, ne yaparım? Daha beteri de var… Bu işaretler benimle ilişkisi olan insanlarda ve şeylerde de çıkabilir. Benimle ilişkisi olan her şey ben(im)dir. Mesela çocuğum öyle biri olur ki benim aslında ben olmadığımı ele verir. Hanemi birlikte kurduğum kadın öyle şeyler yapabilir ki onunla olan benim ben olmadığım anlaşılır. Arkadaşlarım, ya arkadaşlarım, bana benzemeyenlerle arkadaş olursam benim ben olmayan taraflarımın ortaya çıkması da kolaylaşır. Bir de duygular var… Hiçbir şeyden benim aslında ben olmadığım bilgisini ortaya çıkaracak şekilde etkilenmemeliyim ki eğer ben, ben değilsem bile bunun ortaya çıkmasını engelleyebileyim. Mümkün olan her yola devşirilmeye direnmem, daha evvelden devşirildiysem bile bunun ortaya çıkmasını engellemem gerekiyor.
Böylece sürüp gider… Sürüp gittikçe de muhafazakârın aslında neyi muhafaza etmekte olduğuna dair daha çok alamet belirir. Muhafaza edilen şey “ben” değil, “ben olmayan”dır aslında. “Ben”i korumanın tek yolu “ben olmayan”ı “ben”in alanının dışında tutmak, içeri gelecekse bile üzerine işaret koyup hiç unutmamaktır. “Ben,” “ben olmayan”ı iterek ve örterek şekillenir. “Ben”in biricikliğine karşılık “ben olmayanlar” o kadar kalabalıktır ki örtünün kalın, çitin yüksek, sarayın görkemli olması gerekir. “Ben olmayan”lara bağımlıdır bir yandan da “ben.” Çünkü o biricik “ben” yalnızca “ben olmayanlar”ın seslerini bastırmak gerektiğinde dile gelebilecektir. Savunmaya ihtiyaç duyulmayan zamanlarda “ben”e de ihtiyaç yoktur çünkü bu “ben” kendini savunması gerekmeyen zamanlarda ne yapması gerektiğini bilmez. Birazcık otoimmün hastalıklarını andırıyor sanki.
“Ben”, “ben olmayanlar”ın kuvveti ve basıncı ölçüsünde kas yapacaktır: Onu istemiyorum, bunu beğenmiyorum, bu bana uygun değil, o bizim gibi değil, biz onu sevmeyiz, bu değerlerimizi incitir, şu hassasiyetlerimize halel getirir… Sonsuza kadar uzatabilirsiniz bu listeyi. Orijinal olduğunu zannettiği “iyi” tohumu koruyabilmek için kendisine benzemeyen hiçbir şeyle temas etmemeye çalışır. Bu nedenle alanını daraltır, “ben”ini radikalleştirir, geriye kalan tüm alanları başkalarının kılarak ben’ini ayyuka çıkarmak üzere haykırır: “Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!”
***
Gelecek hafta vatan ve millet kelimelerinden söz etmeye çalışacağım aklıma daha çekici bir şey gelmezse. Fakat mini minnacık bir not düşmeme müsaade edin. Geçen haftaki yazıda “muhafazakâr aile” bir oksimorondur demiştim. Bir arkadaşım, “sen de mi ailenin sevgi, saygı, şefkat dolu bir yer olduğuna inanıyorsun?” diye sordu. Çok haklı. Açmam gerekirdi. Yok, “muhafazakâr aile”yi oksimoron yapan şey, “sevgi, saygı, iyilik, şefkat” gibi şeylerden yoksun olması değil, bunlar muhafazakâr ailelerde de herhangi bir ailede olduğu kadar var. Fakat tam da iki haftadır bahsettiğim “ben” kalma saplantısı nedeniyle “muhafazakâr aile,” kendini çoğaltma ve yeniden üretme fonksiyonlarını yerine getiremez halde. Oysa aile dediğimiz kurumu bunca merkezi bir tartışma ve düzenleme konusu yapan şey, onu tüm toplumun kendini yeniden ürettiği temel birim olarak görmemiz ve tarif etmemiz. “Muhafazakâr aile”, “baba”da cisimleşen ve dile gelen “ben” kalma teknikleri nedeniyle, içerden biri bir patlamayla kabuğu kırmadıkça (Nursema yaptı mesela Kızılcık Şerbeti’nin son bölümünde) herhangi bir yeniden üretim işlevini yerine getiremez halde. “Muhafazakâr aile” tamlamasını oksimoron yapan da bu. En azından artık. Ha, “aile” zaten muhafazakâr bir kurum da diyebiliriz, buna da hakkımız var. Yani hem aile hem de gayrımuhafazakâr olmak mümkün değil, diyebiliriz. Muhafazakârlığı daha geniş, çok daha geniş tanımlarsak böyle yapmamız gerekir. Ama benim burada bahsettiğim muhafazakârlık o çok geniş ve temel iddiası aşağı yukarı değişeceksem bile yavaş yavaş değişeyim, değişimin yönüne de içeriğine de yalnız ben karar vereyim şeklinde özetlenebilecek muhafazakârlık değil. Dindar-milliyetçi muhafazakârlıktan bahsediyorum. Başka yerlerde bir dolu benzeri de olan, bizdeki versiyonuna kabaca “Türk-İslam sentezciliği” denilen muhafazakârlık burada bahse konu olan. Daha evvelki başka bir yazıda bu sentezin tam da imparatorluk yıkılırken ortaya çıkmış bir “buhran” edebiyatının ahlakını yansıttığını iddia etmiştim. Burada bahsettiğim muhafazakârlık da o ahlakın, yani bir buhran halinin aciliyet kodları etrafında üretilmiş bir “olağanüstü hal muhafazakârlığı”ndan ibaret.
* O esnada yerli-milli sekülerlerden de bir hayli dine dönen olmuştu ama onlar hakkında konuşulanları izninizle dahil etmeyeceğim buraya, çünkü derdim dedikodu etmek değil.
e-mail: aysecavdar@gmail.com