Geçen hafta belirtmeyi unutmuşum, affedin. Seçime kadar devam edeceğim tasvir-i muhafazakâr yazılamaları yalnız bizim memleketteki türlü çeşit muhafazakârlıklarla ilgili. Başka memleketlerin muhafazakârlarını hiç araştırmadım, açıkçası merak etmedim. Aslına bakarsanız bizimkileri de hiç merak etmedim ama kendilerini göstermek için o denli büyük bir uğraş veriyorlardı ki bakıp görmeyen kalmadı hallerini. Onlardan yana bakmamak için yüzümüzü çevirdiğimiz her alanı/manzarayı, her mahalleyi, köyü, yetmezmiş gibi dağları, taşları, ormanları, nehirleri, dereleri, ovaları, yaylaları, hatta geçmişi bile kendilerine benzettikleri, kendilerine benzetemedikleri her şeyi yakıp yıktılar. İş bu nedenle olduğumuz yere çakılıp biraz da içimiz almayarak seyrettiğimiz oyunun finali için an sayıyoruz artık.
Eriştiğimiz şu reziller rezili tarihsel anda, bizim memleketin üretebildiği her türlü muhafazakârlığın her manada kendini gerçekleştirme fırsatına eriştiğini, yani tekamülünü nihayete erdirdiğini söylemek mümkün. Arkasında bıraktığı enkazı ortadan kaldıracak bir siyasi enerji, yani gelecek hevesi hasıl olduğunda muhafazakârlık yeniden nostaljik bir özleme dönüşecek. Bu da zaman ister, en az birkaç kuşak. Ne kadar yazılıp çizilse de, filmleri çekilse, hatta holosuitlerde (Star Trek) etkileşimli oyunlara dönüştürülse de şu an hepimizin damağına yapışmış pis lezzet unutulacak bir müddet sonra. Tabii mevcuttan daha bile büyük yıkımlar bekleyenlerimiz de vardır aramızda, haklı olarak onlar da “daha bu ne ki, ne gördünüz ki siz?” diyebilirler.
Geçenlerde bir arkadaşımla muhafazakâr ailelerin kadınlarını ve çocuklarını, başlarına özellikle ev dışında gelen kötü şeylerden koruyup korumadığını konuşuyorduk bir vesileyle. Arkadaşım, özellikle evin erkeklerinin, erkekliğe leke sürdürtmemek için evin kadınlarını ve çocukları koruyacaklarını, bunun muhafazakâr evdeki patriyarkanın şanından olduğunu öne sürüyordu. Yok öyle bir şey, dedim. Patriyarka da türlü çeşit en nihayetinde. Onun muhafazakâr formunda evin dışına çıkmak, o evdeki patriyarkanın koruma alanı dışına da çıkmak olduğundan, başına gelenlerin sonuçlarına da katlanır kadın. Evin dışında başına gelen her şey onun suçudur.
Hacer’den Özlem’e: Muhafazakâr patriyarka
Arkadaşım, “ya nasıl olur, abartma” derken aklıma seneler önce, 1990’larda meydana gelen bir töre cinayeti vakası geldi. Uç bir örnek gibi gelecek kulağa. Ama neden öyle olmadığını da elimden geldiğince anlatmaya çalışacağım. Gazetelere de yansımıştı o zaman. Henüz lise çağında bir kız çocuğuymuş Hacer. Aynı yaşlarda olduğu bir kız arkadaşı onun için İbrahim Tatlıses’ten bir şarkı çaldırmış yerel radyodaki istek programında. Şarkının anonsunda Hacer’in adı da geçiyormuş. Aileden birileri anonsu duymuş ve Hacer’in üzerindeki baskı ve şiddet artmış. Hacer evden kaçıp anonsu yaptıran arkadaşının evine sığınmış. Ancak yaşı 18’den küçük olduğu için polis bulmuş ve aileye teslim etmiş onu. Birkaç gün sonra aile polisi tekrar aramış ve kızlarının kuyuya atladığını iddia etmiş. Fakat Hacer’in bedenindeki kurşun fark edilmiş. Bu defa evin babası, “oğlum kızımı vurdu” demiş. O birkaç günde, aile meclisi toplanmış, amcalar kızın öldürülmesini talep etmiş meğerse. Baba ve abiler önce “kızımız bakire” savunması yapsalar da kabul edilmemiş. Sonunda Hacer’in 14 yaşındaki erkek kardeşi Muhammet’in eline bir silah tutuşturulmuş ve katledilmiş Hacer. Baba ve abilerin gücü, amcalara ve dedeye yetmemiş yani. Muhtemelen Hacer’i öldürmezlerse aileden, aşiretten dışlanacaklarını düşünmüş görmüş olmalılar. Dışlanmak hem akçalı geçim işlerinin dışında kalmak demek hem de aşiretin başka mevzulardaki korumasının dışında kalmak. Ölümcül bir bağımlılık döngüsünden söz ediyoruz yani. Çekirdek aile, aşiretin adını lekeleyen çocuğu infaz etmezse infaz edilecek. Bu örnekten yola çıkarak muhafazakâr patriyarkanın gücünü, sağladığı korumadan değil, bağımlılık döngüsü içinde tuttuklarını infaz etme gücünden aldığını söyleyebiliriz.
Diyeceksiniz ki bu işler yoksul, kırsal muhafazakârlıkta böyle, artık şehirlileşti muhafazakârlık, bu şeyler kalmadı. O kadar emin olmayın. O bağımlılık döngüsünün nasıl işlediği konusunda gözlerimizin önünde süregiden bir örnek daha var. Sezgisel olarak hissettiğim bağıntıyı anlatması biraz zor, bakayım becerebilecek miyim?
Şu son birkaç günde, 6284 sayılı yasayı savunduğu için AKP’nin Meclis’teki grup sözcüsü Özlem Zengin’in başına gelenlere bakın. Çıktığı televizyon programında tam iki kez tehdit edildiğine dikkat çekti. Programdaki erkekler de ağızlarını açıp “ya hu sizi kim tehdit etti, ne dedi, yetkili mercilere başvurdunuz mu, sizin için ne yapabiliriz” demediler. Muhtemelen, Özlem Zengin’e ve 6284 sayılı kanunu savunan diğer AKP’li kadınlara yönelen saldırıdan pay almamak için durmadılar meselenin o yönü üzerinde.
Özlem Zengin’in yüz ifadesinden yalnızca yorgunluğu değil, hayal kırıklığı da okunuyordu. Düşünün, iktidar partisinin parlamentodaki grup sözcüsünden bahsediyoruz. Onu tehdit eden erkeklerin tamamının sahip olduğundan çok daha büyük bir siyasi ve idari gücü var. Aynı Meclis’ten, sözcüsü olduğu partinin iktidarında geçip yasa olan bir düzenlemeyi savunduğu için tehdit ediliyor. Yasa değişikliği hakkında yapılan tartışmanın, aslında kavganın… Ne tartışması, ne kavgası ya hu… Kavga bile karşılıklı olur, yasa üzerinden onun şahsında yasayı savunan tüm muhafazakâr kadınlara yapılan saldırının İslami olmadığını da vurguladı yine iki kez. Hayal kırıklığının sebebinin iki kez vurguladığı bu iki şey arasındaki ilintiden kaynaklandığını sezdim nedense. Kusura bakmasın, onun söylediklerinden anladığımı yazacağım: ‘Bunca yol katettik ya hu, şunu neden aşamıyoruz? Bunca siyasi güçle ben, hem de hizmet ettiğim partideki herkesle birlikte yaptığımız bir yasayı savunurken, yine aynı partinin seçmenlerinin tehditlerine maruz kalıyorum. Ve kimse savunmuyor beni. Bu nedir?’
Saldırının yasayı savunan muhafazakâr kadınlara yapıldığını yazdığımda, ‘başka kadınlara yapılmıyor mu sanki’ diye düşünmüş olmalısınız. Haklısınız. Başka kadınlara da yapılıyor aynı saldırı. Ama onlar muhafazakâr olmadıkları için pek kadın da sayılmıyorlar. Yani muhafazakâr kadınlara yapılan saldırı, bu manzarada, bir tür ev içi, mahalle içi şiddet hükmünde. Tam da 6284’ün kadınları ve çocukları korumaya çalıştığı türde bir şiddetin çok geniş anlamda bir temsiline tanık oluyoruz yani. Saldıranlar Özlem Zengin’in yalnız kişiliğine değil, siyasi mücadelesinin önemli bir parçasını oluşturan başörtüsüne de ağır hakaretlerde bulunuyorlar. Bunu bulabildikleri her yerde, WhatsApp gruplarında, sosyal medyada ve hatta gücü olanlar yazdıkları köşelerde yapıyorlar. Ağır gelecek biliyorum ama bir tür siyasi “recm” izliyoruz. Yine sahip olduğu pozisyona ve güce rağmen Özlem Zengin, bu konuda yüz yüze kaldığı yalnızlıktan yorulduğunu söylüyor. Aynı yasayı savunduğu için saldırıya uğrayan bir başka AKP’li kadın da Aile Bakanı Derya Yanık. Onun da yasaya sahip çıkan açıklamayı Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan habersiz yapamayacağını söylüyor. Bunu da herkesin bilebileceğini, tahmin edebileceğini ekliyor. Bir bakıma her ikisinin de arkasında ülkenin en güçlü kişisinin olduğunu ve saldıranların da bunu gayet iyi bildiklerini ima ediyor. Fakat bu da saldırıların ve tehditlerini önünü kesmeye yetmiyor.
Hayır, bu yazının amacı, Özlem Zengin’i savunmak değil. Hacer’le aynı kefeye de koymuyorum. İki ayrı uçta, muhafazakârlığın muhafaza etmekte olduğu şeyin ne olduğunu göstermeye çalışıyorum yalnızca. Hayır, o şeye dahil değil kadınlar ve çocuklar. Yukarıda minik bir parçasını aktardığım tartışmaya taraf olan arkadaşım haklı, patriyarka kendini “güçsüz” olana koruma sözü vererek meşrulaştırır: “Bana boyun eğ ki, kötü zamanlarında yanında olayım, seni kurda-kuşa yem etmeyeyim.” Sağladığı koruma, hadi ironimizi de yapalım, söz verdiği “sevgi” koşulludur yani. Ama söz konusu kadınlar ve çocuklar, yani patriyarkanın gözünde zincirin “en zayıf” halkaları olduğunda “boyun eğ” talebinin içeriği iyice radikalleşir. Mutlak bir itaattir istediği. Her an onun istediği yönde değişmeye hazır bir oluş(ma) hali bekler. Bu itaat talebinin içeriğinden çok kaynağıyla ilgilenmek istiyorum izninizle. İçeriğini çokça konuşuyoruz ve alabildiğine açık seçik. Muhafazakâr erkeklerin 6284’e yaptıkları itirazdan dökülüyor o içerik: “Kadınlarımız ve çocuklarımız üzerinde fıtratın gerektirdiği tüm tasarruf haklarımızdan sonuna kadar yararlanmak istiyoruz. Bu yasa bizim mülkümüz olan kadınları ve çocukları yurttaşlık statüsü aracılığıyla çeşitli haklarla donatarak bizimle eşitliyor ve üzerlerindeki fıtri tasarruf hakkımızı ortadan kaldırıyor. İşte bu yolla bu yasa bizi mağdur ediyor.” Yani devlet, kadınları ve çocukları korumak suretiyle zulmediyor muhafazakâr erkeklere. Vay be!
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
“Kendim olmak” davası!
Carol Delaney’in, tam 12 Eylül 1980 darbesi vuku bulurken gidip yerleştiği bir köyde yaptığı alan çalışmasını bilenleriniz vardır. İletişim’den, Aksu Bora çevirisiyle Tohum ve Toprak adıyla yayınlanmıştı. Sekizinci baskısını Mayıs 2022’de yapmış. Tüm kitaplı dinlerin erkeği, kadını ve çocuğu tam da bu sıralamayla nasıl bir hiyerarşiye yerleştirdiğini anlatıp bu hiyerarşinin kendini, Ankara’nın bir köyünde, hem de orda bir yerde bir darbe gerçekleşirken nasıl yeniden ürettiğini anlatıyor. Hikâyenin özü şu: Tohum erkekten gelir, tarla kadındır, ürün de çocuk. Tohumun kaynağı olan erkek tarlanın ve hasatın sahibidir ve onları arzu ettiği gibi şekillendirmek de, bu sebeple, hakkıdır. O, bu dünyaya kadını işleyip çocuk üretmek suretiyle hükümran olacaktır. Kadın ve çocuk, ancak onun mülkü olmayı kabullendikleri ölçüde var olma hakkına sahiptirler. Çünkü varlıkları tohumun olsa olsa bir fonksiyonudur. Bundan erkeğin tam bir otonomiye sahip olduğu anlamı çıkmıyor elbette. Babasının oğlu olarak erkek de babasının mülküdür. En yaşlı erkeğin temsil ettiği erkekliğin her şeyi şekillendirme hakkına sahip olduğu bir mülkiyet düzeneğinden bahsediyoruz yani.
Sahiplikle şekillendirme arasındaki ilişkinin altını iyice çizmek lazım yalnız burada. Mülkiyet ilişkisinin kırılganlaştığı yer tam da o şekillendirme gücünde, iddiasında beliriyor çünkü. Kadın ve çocuk, torunlar ve gelinler, yani bir şekilde erkeğin tohumuyla yarattığını düşündüğü evrenin tüm elementleri onun arzu ettiği şekli, aslında onun şeklini almalıdır ki erkek kendini, egemenliğini gerçekleştirmiş olsun. Şekil veremiyorsa sahip de değildir. Peki ya olmuyorsa bir türlü, mülk onun arzu ettiği şekli almıyorsa… O zaman ne olacak? Bunun anlamı ne?
İlk akla gelen, mülk sahibinin şekillendirme otoritesinden yoksun olduğu. Yani, mülk onun ama mülk sahibi olarak o kadar güçsüz ki mülküne arzu ettiği şekli veremiyor. Birkaç yıl önce dinlediğim bir kız çocuğu babasıyla arasında geçen bir diyaloğu aktarmıştı. Babası, giyimini kuşamını (başörtüsünü babasının bağlısı olduğu cemaatin öğrettiğine tam uygun örtmemesini) hatırlatarak kızına, “Son zamanlarda senden verim alamıyorum” demiş. Buna anlam verememişti yavrum, ne demekti ki verim almak? KOBİ sahibi babasının muhtemelen işçileriyle konuşurken de kullandığı bir tabirdi bu. İşçisine “senden verim alamıyorum” dediği zaman, “senden satın aldığım zamanını ve emeğini benim arzu ettiğim kapasitede kullanamıyorsun, yani sana verdiğim ücreti hak etmiyorsun” demiş oluyordu. Kızın başını bağlama biçimi, babasının cemaatine olan bağlılığını ifade eder biçimde değildi. Onu verimsiz kılan da buydu. Verimli olması için babasının cemaatine bağlılığını ispat eder bir şekle bürünmesi gerekiyordu.
Tersinden bakalım, kızın serbestçe bağladığı başörtüsü babasının onun üzerindeki otoritesinin zayıflığını gösteriyordu. Yani kızın “verimsizliği” babasının otoritesinin ya da cemaate bağlılığının “yetersizliği”ne işaret ediyordu. Bir başka deyişle babayı olmak istediği ya da olmak zorunda olduğu şey olmaktan alıkoyuyordu başını tam onun ve cemaatinin istediği gibi örtmeyerek. Kızın, kendi istediği gibi olması, babasının olmak istediği şey olmasına mani oluyordu.
Patron olarak o baba verim alamadığı işçisini muhasebeye gönderir. Peki verim alamadığı kızla ne yapacak? Çok zengin değil seçenekler. Tam öyle örtmesi için çeşitli rüşvetler de verebilir, işe yaramadığını düşünürse cezalandırma yolunu da seçebilir. Bu hikâyede cemaatin kızı artık görmemesi için onu yurt dışındaki bir üniversiteye gönderdi. Böylece gözlerden uzak olacaktı kız, kimse görmediği müddetçe sorun da olmayacaktı. Aralarında sessizce, hiç konuşmadan bir anlaşma şekillendi zamanla. Kız, ailesinin yaşadığı şehre gittiğinde başını tam da babasının cemaatinin önerdiği gibi örtüyor, yurt dışındayken başı açık. Bunu ailesi de biliyor, ülkeye döndüğünde tam olması gerektiği gibi örtmesi karşılığında bilmezlikten geliyorlar. Baba, kızıyla “verimli” bir anlaşma yapmış görünüyor. Görünürde kızı üzerinde otorite kurmuş ve bu yolla cemaatine göstermiş oluyor. Gerçekte kızının olmakta olduğu şeyi durdurabilecek, onun şekline şemailine karar verecek güçte değil. Ama kimse görmediği müddetçe bu güçsüzlük ona dokunmuyor. Bu da babanın ertelemekte olduğu dönüşüm hikâyesinin bir parçası. Çünkü başka vakalarda, anne-babaların da çocuklarını cemaate, akrabalara, konu-komşuya savunma cesareti bulduklarında kendi şekil ve şemaillerini yeniden, bağımsız birer vicdan geliştirmek suretiyle, tayin etme gücüne eriştiklerini defaatle gördüm.
Fakat her hikâye bu kadar “barışçıl” değil ne yazık ki… Babaların bağlısı oldukları çevreyle (cemaat, komşular, geniş aile, parti vb.) ilişkisinin düzeyi belirliyor çocuklarıyla yaptıkları anlaşmaların içeriğini. Bazen o anlaşma hiç yapılmıyor. Bu, çocuğun evden kurtulana kadar babanın verdiği şekle ve şemaile talim etmesiyle de sonuçlanabiliyor, ilk fırsatta evi terk edip ardına bakmadan bodoslama kendi hayatına dalmasına da.
Gençler için ev çevirecek iş bulmak eskisinden bile zor olduğu için ikinci uçtaki seçenekler iyice daralmış durumda. O yüzden bitmek bilmez bir şiddet sarmalına dönüşüyor hayatları. Babalar, piyasada arzu ettikleri pozu verebilsinler diye çocuklar, sadece kız çocuklar değil, erkek çocuklar da (Enes Kara’yı hatırlayın) sonsuz bir cendere içinde yaşamaya mahkûm oluyorlar. Anneleri başka zaman konuşuruz, ama giderek daha da muhafazakârlaşan evlerde çocukları için ortamı yumuşatarak babaları idare eden anne tiplerine pek yer olmadığını söylememe bilmem gerek var mı? Daha çok, babanın tiranlığında hayatını sürdürebilmek için çocukları aleyhine çalışan bir kâhyaya dönüşüyor anneler de.
Geçen yıl, birkaç kız çocuğu kendi aralarında konuşur, içinde bulundukları hallerle ilgili dertleşirlerken biri küçük bir isyan çıkardı. Yorulmuştu dinlediği, bir türlü kurtuluşa ermeyen şedit hikâyelerden. Dedi ki, “Arkadaşlar, bizim başka türlü hayatlarımız da olacak. Yetimiz biz, kimsemiz yok, anne-baba dediğimiz insanlar bize düşmanmış gibi davranıyorlar ama geçecek bunlar. Bu yaşadıklarımızın bütün hayatımıza yön vermesine izin veremeyiz. Bizim hayatlarımız güzel olacak.”
İsyanların en büyüğüydü bu. Anne ve babasının bugün, içinde bulunduğumuz anda, o iş bulup evi terk edemediği için kullandıkları onu şekillendirme gücünü sınırlıyordu: Tamam şimdilik onların istediği gibi şeklim ama şemailime onlar karar veremeyecekler. Olmayacak, gelecekte onların bugün bana yaptıkları şeyin izini taşımayacağım. Şimdi artık şemaili biraz açmanın vakti geldi. İki anlamı var şemail’in, biri dış görünüş, ikincisi de huy, karakter. Yani, şu an aynı evde yaşadığımız halde beni terk etmiş bulunan insanların benim görüşümü ve kişiliğimi belirlemesine izin vermeyeceğim. Bu müthiş bir isyan, çünkü yalnız onlara değil, onlarla arasındaki ilişkisinin kendi deneyiminde bıraktığı ize de meydan okuyor. Kişiliğimi, öz yapımı bana bu yaşattıkları şeyle belirleyemeyecekler. Peki nasıl yapabilirim bunu? Yaşadığım deneyimin ta gözünün içine bakarak, onda yanlış olduğunu düşündüğüm şeyi bertaraf edecek yollar bularak. Alabildiğine detaylı bir özdüşünüm gerektiriyor isyanın böylesi. Babasının varlığına değil yokluğuna da hem de henüz onun tiranlığından kurtulmamışken meydan okuyor.
Bu esnada babası onu, verdiği ceza ve uyguladığı şiddetle tam da arzusuna göre şekillendirdiğini zannediyor. Baba bunu henüz bilmiyor ama kendini gerçekleştirmek üzere çocuğu üzerinde hakkı olduğunu düşündüğü biçimde “tasarruf” ederken, daha o esnada yani, emirler yağdırır, bağırıp çağırırken, ona vururken, odasına kilitlerken, olmak istediği şey olma yetisini, gücünü yitiriyor. Tam da kendini gerçekleştirmek ve gücünü göstermek için yaptığı şeyler kaybettiriyor ona hükümranlığını. Bir resmi var babanın. Tiranlığına şöyle bir baktığında gördüğü bir imajı, bir personası. Ama hükümranlığı altında olduğunu düşündüğü varlıklar onun arzularının işaret ettiği yönden bir milim bile saptıklarında o persona yarılıyor ve arkasındaki “çocuk” görünürleşiyor. Babası ya da cemaati tarafından şekillendirilirken sığınacak tek kuytu bulamamış ve şu rüşvete kandığı ya da öbür cezadan korktuğu için ona emredilen şey olmuş o çaresiz çocuk beliriyor birden. Asıl odasına bir daha çıkmamak üzere kilitlenmesi gereken çocuk da o zaten. Babasının ya da cemaatinin aracı(sı) olmaya rıza gösterecek kadar korkmuş biçare…
Peki nasıl alt edecek kendi biçareliğini? Başka bir yol yordam bilmediği için, güçsüzlüğü ölçüsünde şiddetini artırarak elbette. Başka yol ve yordam bilebilmek, üretebilmek için onun da tabi olduğunu söylediği yasayı, mesela dini, kendi gözleriyle okuyup aklıyla muhakeme edecek bağımsız bir vicdanı olması gerekirdi. Ama yok öyle bir vicdan. Meseleleri kendisinin muhakeme edebileceği bağımsız bir vicdanı olmak, şimdi olduğu şey olmaması anlamına gelirdi çünkü. Şimdi olduğu şey olmasa ona vaat edilmiş bu tiranlığa da sahip olamazdı. Peki o tiranlık gerçekten onun mu? Ya da bu gerçekten onun tiranlığı mı? Onun değilse kimin? Eğer bu tiranlık başkasına aitse, o kim?
Aşağı yukarı dört yıldır dinlediğim bütün bu hikâyeler yüzünden sonunda “muhafazakâr aile” diye özetlediğimiz tamlamanın bir oksimorondan ibaret olduğu, hem muhafazakâr hem de aile olunamayacağı, mevcut iktidarın “muhafazakâr aileler eliyle dindar nesil yetiştirme” projesinin daha akla gelirken çökmesinin sebebinin de bu olduğu sonucuna vardım. “Muhafazakâr aile” dediğimiz birimler basitçe, devlet eliyle (kimi zaman cemaatler aracılığıyla ve işleri yine devleti ve cemaatleri yaşatmak olan) birer “muhafaza” birliğine dönüştürüldüğü için kendini yeniden üretme yetisini kaybetmiş, yani işlevini yitirmiş muhtaçlık hücreleridir.
Gene çok uzamış bu yazı. Vaktinizi aldım, affedin… Üstelik henüz bitmedi. Hatta asıl mevzuya girmedim bile. Gelecek hafta da aynı soruya cevap aramaya devam edelim o zaman. “Ya ben ben değilsem” korkusuna bu defa yerlilik/millilik-devşirmelik karşıtlığından bakmaya çalışalım. Muhafazakâr siyasi dilin pek sevdiği bu ayrımın aslında, muhafazakârın kendisiyle ilgili bir dizi şüpheyi bertaraf etmek üzere geliştirdiği bir savunma mekanizması olduğunu iddia edeceğim becerebilirsem. Şöyle sorular soracağım: Mesela neden “Türk dostu?” diye bir şey var diplomasi jargonumuzda? Başka bir dininin mü’mini iken ya da o bile değilken ihtida etmiş ünlüler neden o denli sevilirler? Hal böyle iken “devşirme” sözcüğü neden hakaret addedilir? Muhafazakârın orijinal olma ihtimali var mıdır?
e-mail: aysecavdar@gmail.com