Ayşe Çavdar yazdı: Muhafazakâr olmak – Kedi beşiğinde mızıkçılık

Kültürü en genel ve hatta temel içeriği itibariyle bizi öldürmek isteyen şeylere karşı direnirken ürettiğimiz “iyi” ve “kötü” şeyler toplamı olarak tarif etmeyi seviyorum. Kültürün başlıca konusu hayatta kalmak yani. Bizi öldürmek isteyen şeyler ne kadar güçlüyse, direnişimiz de o kadar güçlü olacak. Çünkü o şeylere, onların sahip olduklarından daha az güçle direnerek hayatta kalamayız. Bu tanım, kültürle doğanın birbirinin karşıtı olduğu bir yere götürmek zorunda değil bizi. Çünkü ölüme direnmekle, doğaya direnmek aynı şeyler değiller. Doğa olmadan nasıl direnecekti ki ölüme insan? Tek tanrılı dinlerin ortaya çıkışına, yani daha düne kadar, her iki taraf da bunun gayet farkındaydı. Sonra insan unuttu.

Kültürle direniş arasında bu kadar direkt bir ilişki aramamın sebebi kuşkusuz, uzun yıllardır dindar ve milliyetçi muhafazakârlıkların modern ve şehirli hallerine kafa yormam. Birbirleriyle ilişkileri düşman kardeşlikten öte olmayan bu iki muhafazakârlık türünün kültürle kurdukları tapu kadastro ilişkisinde neyin işlemediğini, her ikisinin de hangi koşullar altında nasıl kendi uçlarına savrulduklarını anlamak için kültürün ölüme direnişten beslenen bir mai olduğunu akılda tutmam gerekiyordu.

Fakat problemsiz değil bu tarif. Bir kere kültürün kendisini bir paradoks olarak görüyor. Aslında neden olmasın? Sonuçta, “insan kısım kısım, yer damar damar.” Kısım kısım insanın, damar damar yerde elini değdirip çelişkili ipuçlarıyla bir bilmeceye dönüştürmediği ne var ki? Kültür o bilmecelerin bir toplamı olarak da görülebilir. O zaman adına “kültür paradoksu” deriz mesela. Neden olmasın? Nihayet, hayatta kalmak ve hayatta kalışımıza bir anlam vermek için yaptığımız şeylerin ve anlattığımız hikâyelerin, o şeyleri ve hikâyeleri birbirimize ve bizden sonrakilere aktarma yollarımızın tamamı. Bu kültürü pek çok diyalektik sürecin eşzamanlı olarak işlediği alabildiğine dinamik ve ele avuca sığmaz, belli bir anda dondurulamaz bir işleyişler toplamı olarak görmek demek. Ama bu haliyle fazla eğlenceli ve masum, neredeyse çocuksu bir içeriği var kültürün. İnsandan çıkmış hiçbir şey bu kadar parlak olamaz.

Karanlık taraf

Geçelim o zaman karanlık tarafa… Kültürün başlangıç noktasını oluşturduğunu öne sürdüğüm “direniş”in de bir karanlık tarafı var zira. Biz onu, bizi sıkıştırdığı köşelerde hayata tutunmaya çalıştığımız yerlerimizi, şeylerimizi, hallerimizi, neşemizi, sevincimizi, hatta yasımızı elimizden almaya and içmiş muktedirlere meydan okuma hali olarak tanıyoruz bir zamandır. Direniş bu nedenle aklımızda, kalbimizde içimizi ısıtan bir sözcük. Oysa direnişin gayet muhafazakâr bir tarafı da var. O tarafı da muhafazakârın geçen haftalarda anlattığım “ben”lik tahayyülünden ve tasavvurundan yola çıkarak tanıyabiliriz.

Hatırlıyor musunuz, muhafazakâr ne diyordu? “Ben benim, o halde her şeye değerim.” “Ben, ben olduğum için benim, iyinin, doğrunun, güzelin ölçüsüyüm.” Niye öyle? “Çünkü ben, benim.” Ardından bu şişinme döngüsünün aslında “ben”in içeriğine ilişkin bir şüphe ve tedirginlikten kaynaklandığını iddia etmiş, adına da “devşirme ya da devşirilme korkusu” demiştim. “Ya ben, ben değilsem” endişesini gidermek üzere sarılınan bir “ben” muhafazakârın “ben”i. Bu kadar sıkı sıkıya sarılındığı ve katı bir şekilde içinde bulunduğu ana çivilendiği için de (bu açıdan bakıldığında muhafazakârlık kadar ağır bir şimdiki zaman mahkûmu bulmak imkânsız gibidir) sürekli savunmada. Muhafazakâr için ona sorulan her soru, doğrudan doğruya onun “ben”ini hedef alan bir saldırı. Adı üstünde öyle değil mi? Ona boşuna muhafazakâr demiyoruz ki! Muhafazakârın varlık sebebini de sınırını da kendisine yöneldiğini düşündüğü saldırılar oluşturuyor sonuçta. Çünkü “Ya ben, ben değilsem” korkusuyla, kendisi açısından tarif ettiği fayda-zarar ikileminin izin verdiği ölçüde hayal ettiği “ben”e sımsıkı sarılma hali muhafazakârlık.

Etrafındaki her yeni şey, ona yöneltilmiş bir soru ve soruya cevabı herkes gibi muhafazakâr da kendisi verecek. Fakat kaygısı hayatta kalmak değil, “kendisi” kalmak. Onun için “kendi” olarak kalmak dışındaki tüm seçenekler ölümle eşdeğer. Her değişim bir soru, her soru kendisini hedef alan bir “ilahi imtihan.” Ama asıl problem, muhafazakârın da “ben” derken neden bahsettiğinden tam olarak emin olmaması. Aslında hiç kimse emin değil “ben” dediğinde kim olduğundan. Ama muhafazakâr değişmek istemediği için, değişmesini istemediği şeyin, yani “ben”in ne olduğundan emin olmak istiyor. Ama bundan emin olmanın bir yolu yok. O yüzden kendisine yönelmiş her soru ondaki bu “ben” tedirginliğini alevlendiriyor.

Cevabından emin olmadığı her soru için geçmişe bakacak. Geçmişe, geçmiştekileri değil, kendini korumak için bakacak. Bu da son derece paradoksal bir durum. Çünkü geçmişte o cevapları veren insanlar çoktan öldüler, artık ölü oldukları için muhafazakâra kopya veremezler. Bazı hallerde, hatta genellikle, ölmekle kalsalar iyiydi, aynı zamanda yenildiler de, hem de büyük yenildiler. Şu halde kendisine, kendi hayatının geçtiği ve bu nedenle “ben”liğinin çakılı olduğu şimdiki zamanda yöneltilmiş sorulara hazır kotarılmış yanıtlar ararken muhafazakâr, geçmişte üretilmiş ve üretenleri yenilgiye uğratmamış cevaplardan bir repertuar oluşturmak zorunda. Ama bu da küçücük, daracık, mini minnacık bir repertuar demek. Tabii ki yetmeyecek hayatı sürdürme çabasını beslemeye… O zaman geçmişte verilen yalnız iyi değil, kötü cevaplar da alınacak ama mutlaka değiştirilecek ve manipüle edilecekler. Çalınmış ya da manipüle edilmiş bu cevaplarla sınıf geçirmek istemeyen hayat da muhafazakârı “öz yurdunda garip, öz yurdunda parya” misali mağdur etmiş olacak. Sonra gelsin “coğrafya kaderdir” sızlanmaları.

Hoca ona niye taktı?

Gördüğünüz gibi muhafazakâr da kültür paradoksunu başlatan direnişten nasibini alıyor ama mümkünse o nasip nisbetinde bir külfete girmeksizin yapmak istiyor bunu. Yani değişmeksizin. Kendini, pozisyonunu, halini ve yerini koruyarak. Hayatı korumakla, kendini ve pozisyonunu korumak arasındaki incecik fark var ya, muhafazakârla kültür arasındaki gerilimi oluşturan şey de o fark.

Çünkü, bir sonsuz direnişler repertuarı olarak tarif ettiğim kültürün hacmiyle ve dinamizmiyle, muhafazakârın hakkında sürekli endişe ve tedirginlik duyduğu “ben”ini korumak üzere hayatın sorularına verilmiş hazır cevapları çaldığı kaynak arasında müthiş bir dengesizlik var. O hacim ve dinamizm, muhafazakâra kendini sürekli tehdit altında hissettirmekten başka işe yaramıyor. Üstelik kültür, ezberindeki cevapları verdikçe muhafazakâra, “Yavrucuğum sen gene aynı bina dersini çalışmışsın, bu başka ders, hem o bina bu bina değil” diye karşılık veriyor. Sürekli bütünlemeye girmekten sınıf geçemiyor muhafazakâr. Kendini yaşlanmış ve yenilmiş hissediyor. “Hoca bana taktı”ya bağlamak zorunda başka çıkar yol yok. “Hoca beni, ben olduğum için sevmiyor” diyecek elbette. “Ben, ben olduğum için, her şeyin en iyisine değerim” diyen birinin uğradığı herhangi bir başarısızlıktan başka herhangi bir sonuç çıkarması beklenebilir mi?

Sorular onun çalışmadığı yerden geliyor hep… O da kitabın yalnızca bir bölümünü çalışıyor. Çünkü diğer bölümlere bulaşırsa o artık o olarak kalamaz. Kendisi olarak kalması bir koşula bağlı… Dünya dönerken onun sabit kalması. Hani şu “dik durmak” dedikleri şey var ya, işte öyle bir hale tekabül ediyor.

“Dünya dönmeli, ama ben dik durmalıyım. Dünya bana inat değişiyor, ben asla değişmemeliyim. Peki bunu nasıl yapacağım? Ne olursa olsun değişimden etkilenmemeliyim. Kendimi tüm etkilenmelerden korumalıyım.”

Mühürlü kalp meselesi

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

Tuhaf bir yerde Spinoza’nın bir önermesiyle Kur’an’ın bir ayeti yan yana düşüyor. Spinoza, özneleşmeyi (ve öğrenmeyi) etkilenerek ve etkileyerek (being affected and to affect), yani değişerek ve değiştirerek kotardığımız sonsuz bir süreç olarak tarif ediyor. Etkilenmek zayıflık değil, aksine güç. Fakat bu güç gene paradoksal olarak “egemen özneler” olduğumuz fantazisinden vazgeçmekle başlıyor.* Neyi öğreniyoruz peki bu süreçte? İyiyle kötüyü ayırt edebilmeyi. Spinoza etkilenme ile etkileme kapasitesi arasında da doğrudan bir bağ olduğunu söylüyor. Yani bu ancak iki yönlü işleyebilecek bir süreç. Kendinize inandırmak istiyorsanız siz de kendinizden başkasına inanmaya hazır olmalısınız. Değiştirmek, kendinize benzetmek istiyorsanız, değiştirmek istediğiniz kişi ya da topluluk tarafından değiştirilmeye de razı olmalısınız. Bilmek istiyorsanız bilinmeye, konuşmak istiyorsanız dinlemeye, sevilmek istiyorsanız sevmeye, tanınmak istiyorsanız tanımaya razı ve hazır olmalısınız.

Fakat eğer dünyaya “Hayır ben değişmeyeceğim, hayır hiçbir şey beni değiştiremez, hayır içimdeki ben olmayan beni ortaya çıkarmaya kimsenin gücü yetmeyecek, hayır hayata kendim olmak için direneceğim” diyerek bakıyor, size sorulmuş her soruya ezberinizdeki bir kısa namaz suresini okuyarak cevap veriyorsanız haliniz nic’olur?..

“Allah onların kalplerini (bilinçlerini), kulaklarını mühürlemiştir, gözleri üzerinde de perdeler vardır.” (İndirilme Sırasına Göre Yüce Kur-an’ı Kerim, Bakara-7, Ayşe Zeynep Abdullah meali, Hermes Yayınları, 2019).

***

Şimdi artık kedi beşiğiyle bütün bunların ne alakası olduğuna geldi sıra… Çocukken oynardık hatırlar mısınız? Şurada bir videosu var. Kültürün, bütün o paradokslarla yüklü dinamizmini daha anlaşılır kılmak için başvurduğum eğlenceli bir metafor bu oyun. Hayatta kalmak için bizi öldürmeye and içmiş güçlere direnirken ürettiğimiz tüm şeyleri, halleri, tavırları, kanunları, kuralları, hatta oyunları, her ne iseler işte bütün onları şu oyundaki ip gibi düşünün. Her biri bu ipi oluşturan incecik teller olsunlar. Bir başkasıyla, kendi benzerimiz bile olsa, ne zaman temas etsek bu oyunu oynamaya koyuluyoruz. İpe şekil verirken başvurduğumuz parmak hareketleri repertuarı daha önceki temaslarımızda edindiğimiz tecrübeyle giderek genişliyor. Sonuçta iki elimiz, aklımız, hayal gücümüz, oyun arkadaşlarımız ve bir de ipimiz var. Yani bizi kendimiz olmaktan alıkoyacak ne var ki değil mi etrafta? Üstelik bu oyunda ipin alabileceği şekiller de üç aşağı beş yukarı belli aslında. Tabii ki yeni şekiller bulmak için şansımızı deneyeceğiz, ipin potansiyelini zorlayacağız, şekli değiştiremiyorsak, belki de elimizi kirletmek pahasına ipi boyayacağız. Yani ille de oyuna kendimizden bir şey katmak, ortak repertuarı değiştirmek ve o repertuarla birlikte değişmek için uğraşacağız. Biz uğraşın sınırlarını zorladıkça ip dolaşacak, düğümlenecek, oynanmaz hale gelecek ama oyun bitmeyecek. Düğümü çözüp yeniden başlayacağız ve aynı hareketleri sabırla tekrarlayacağız. Tek başına oynanamaz bu oyun. Oyun arkadaşınızla rekabet edebilirsiniz tabii içten içe. Ama sonuçta kazananı kaybeden belirliyor. Yani ipin düğümlenmesine sebep olan yanıyor. Dolayısıyla bilinen ip alma şekillerine ne kadar sadık kalırsanız o kadar yakın durursunuz zafere. Ama bu oyun arkadaşınızın çeşitli denemelerle sizi zorlamayacağı anlamına gelmez. Hep bilinen şekillerle oynarsanız, böylesi bir meydan okuma karşısında yenik düşmeniz de mümkün.

Peki muhafazakâr bu oyunun neresinde? Hep bilinen yöntemleri uygulayan garantici mi? Hayır! Yeni bir şeyler bulmaya çalışıp mevzuyu kilitleyen mi? Elbette hayır! Mümkün mü? “Bu ip benim, benden izinsiz oynayamazsınız, ayrıca kazananı da kaybedeni de ben belirlerim” diyen biri var ya o odada. İşte muhafazakâr o. Oynamak istemiyor, ama kimsenin oynamasına izin veresi de yok. İp aslında kimsenin değil ve bu nedenle herkesin. O ise, ipe herkes adına ama kendi başına el koyuyor. Çünkü ip düğümlenir ya da koparsa kendisi için her şeyin biteceğini sanıyor. Galiba o kendini hem ip, hem ipin sahibi sanıyor… O yüzden kedi beşiğinin oyun bozanı o… Zinciri ve akışı, sırf kendisi etkilenmeye, tanımaya, değişmeye açık olmadığı için kesecek kadar mülk sahibi görüyor kendini. Neden?

Birinin de bir ara oturup geriye kalanların muhafazakâra neden bu kadar çok ve geniş mülkiyet sahası tanıdığını araştırması lazım galiba. Neden bir muhafazakâr “Bu bizim değerimizdir” dediğinde değer oluyor o şey? “Biz buyuz” deme hakkını muhafazakâra veren kim ve neden veriyorlar bu hakkı ona? Bu tuhaf rehinlik halinin de geriye kalanların muhafazakârlarla her düzeydeki ilişkisi sorgulanarak çözümlenmesi lazım. Sanırım ben göze alamam başlamayı bile ama birileri kalkıp geriye kalanlara, “Ya hu ne düşünüyorsunuz, ne hissediyorsunuz muhafazakârlar hakkında, onlarla temas ettiğinizde aklınızdan neler geçiyor, peki nasıl oluyor da oluyor böyle?” diye sorsa ne güzel olur…

Gelecek hafta, gene bu etkilenmeye ve etkilemeye açık olma bahsinden devamla muhafazakârın duygularla arasındaki gerilimli ilişkiyi mesele etmeye çalışacağım dilim döndüğünce…

* Michael Hardt (2015). The Power to be Affected. International Journal of Politics, Culture, and Society, 28(3), 215-222.

Kapak fotoğrafı: Man and His Fear, Elena Diadenko

e-mail: aysecavdar@gmail.com