Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ayşe Çavdar yazdı: Duygular, niyetler, ameller ve kabarık öyküler

Duygu ve din anahtar kelimeleriyle yapacağınız bir akademik Google taramasında yüzlerce makale bulacaksınız. Son 15-20 yılda yayınlanmış makaleler arasında dinin duygusal etkileşim süreçlerinde nasıl bir rolü olduğuna dair bir şeyler arıyorsanız işiniz zor. Çünkü göreceğiniz makalelerin çok büyük bir bölümü dinin, bireylerin akıl sağlığını korumada nasıl da elverişli bir araç olduğu hipotezine dayanacak. Yazarların kahir ekseriyetinin isimlerinden ve ele aldıkları konulardan yola çıkarak Müslüman çoğunluğun yaşadığı ülkelerden geldiklerini de göreceksiniz. Çoğu Batı ülkelerindeki üniversitelerde çeşitli düzeylerde eğitim almış araştırmacılar.

Dolayısıyla henüz başlangıç aşamasında yaptığınız minik bir Google taraması bile, size dinin ve duygunun daha doğrusu duygulanımın nasıl bir teorik çerçevede yan yana geldiğini gösterecek. Modern dünyanın zorunlu kıldığı karşılaşmalar yüzünden incinen insanın imdadına koşan bir reçete din bu çerçeveden bakıldığında. Zavallı seküler insan hayatın zorluklarına tek başına katlanmak zorundayken, dindarın Allah’ı var! Dindarın aklında, kalbinde -aslında ruhunda demek istiyorlar- zorlayıcı duyguların açtığı yaraları iyileştiren bir ilaç din. Kendine ilişkin hissiyatını onarmaya ve duygulanımların sebep olduğu olası yaralara karşı bağışıklık sistemini güçlendiren bir tür ecza ya da kalkan.

Tövbe estağfirullah

Dini ve duyguları bu şekilde ele alan literatürün belirgin bir “akıl sağlığı” tarifi de var haliyle. Bu tarifin hem kendisi muhafazakâr hem de belirgin bir şekilde muhafazakârlığın hizmetinde. Akıl sağlığını korumak diye anlatılan mesele çoğu zaman kişinin kendisini farklı yönlerde değişime zorlayacak etkileşimlerden korumakla ilgili. Akıl sağlığını koruma konusunda en kullanışlı olduğu söylenen dini mekanizmalardan biri de tövbe.

Bütün dinlerde günah insanın ruhunu kirleten, yaratılışını bozan şeyler olarak tarif ediliyor. Tövbe de temizlenmek anlamına geliyor haliyle. Ancak tövbe mekanizmaları hayli farklı. Direkt tövbe mevzuuna girmemin sebebi de gene aynı literatürde bozulan akıl sağlığının geri kazanılmasında bu mekanizmanın kullanışlılığına yapılan yatırım (1).

Fakat aslında birbirinden oldukça farklı tövbe mekanizmalarından aynı sonucu bekliyor literatür. Örneğin Hıristiyanlık’ta günahın bir din görevlisi karşısında itiraf edilip bir daha yapmama taahhüdü vermek anlamına geliyor tövbe (bütün mezheplerde böyle değil). Her konuyu da içeriyor üstelik (2). Din görevlileri kendilerine günah çıkarma esnasında itiraf edilen bazen suç da teşkil eden günahları başkalarına söylememek üzere yemin ediyorlar. Sonuçta orası Allah’ın evi, değil mi ama? Tövbeyle yapılan taahhüdün çiğnenmesi halinde Allah’ın vereceğinden büyük cezayı kim verebilir? Bu konuda, özellikle çocuk istismarının söz konusu olduğu durumlara ilişkin olarak, mühim tartışmalar yürütüldüğünü de hemen ekleyeyim buraya (3). Öte yandan bütün günah türleri tövbe konusu olabiliyor.

İkincisinde, yani İslam’da (aslında Protestanlık’ta da) tövbeyi birinin ya da kamunun huzurunda yapmaya gerek yok, ancak her günahtan tövbeyle arınmak da mümkün değil. Allah’a karşı işlediğiniz günahlardan, tövbe istiğfar yoluyla arınabilir, onunla aranızdaki taahhüdü yenileyebilirsiniz. İbadetlerinizi aksatıyorsanız tövbe edip hayatınızı düzene koyabilir, ihmal ettiğiniz ibadetleri kaza yoluyla tazmin edebilirsiniz. Ama İslam, kul hakkını tövbe mekanizması dışında tutuyor. Yani eğer işlediğiniz günah bir başkasına zarar verdiyse gidip o kişiden helallik istemeniz icap ediyor. Tabii tövbe etmeniz de gerekiyor o günahtan, ama yetmiyor. İlle sizin yaptığınız işten zarar görenlere yaptığınız şeyden duyduğunuz pişmanlığı ikrar edip helallik alacak, gerekirse diyet ödeyeceksiniz (4). Yani affedilmek istiyorsanız yüzleşeceksiniz, bu dünyada değilse öte dünyada… Mevzuyu öte dünyaya bırakırsanız işlediğiniz sevaplar da haksızlık ettiğiniz insanların hesabına yazılacak ve siz cehenneme gideceksiniz. İhlal ettiğiniz kul hakkıyla bu dünyada yüzleşmeyi kabul ettiğiniz taktirde karşılaşacağınız ceza (mesela utanç, dışlanma ya da ne bileyim hapis) dünyanın geçiciliğiyle malüldür. Ama helalleşmeyi öte dünyaya bırakırsanız sonsuza kadar yanacaksınız. İlk bakışta çok güçlü bir önleyiciliği var bu tövbe mekanizmasının. Fakat o gücü, etrafında örgütlenen hile-i şeriyeyle ölçmeye kalkıştığınızda ortaya bambaşka bir manzara çıkıyor.

Örtü hikâyeler

Gidip birilerine, mesela bir şeyhe ya da hocaya danışılarak bulunan hile-i şeriyeden bahsetmiyorum. Onun hükmü ayrı. Burada bahsettiğim, bir başkasına yaptığı haksızlıkla, yani kul hakkıyla yüzleşmekten kaçmak anlamında gene ilhamını hocalardan, şeyhlerden alan ama her gün onlarcası bizzat mü’minler tarafından üretilen izahlar.

Aklıma gelen ilk örnek hayli zengin bir iş insanı mesela. Çok sayıda sigortasız işçiyi asgari ücretin altında düşük ücretle çalıştırıyordu imalathanesinde. Çalışanların çoğu da bekâr genç erkeklerdi tabii bu koşullar altında. Ama her ay kocaman karton kutularda temel gıda maddeleri dağıtıyordu işçilerine. Ücretleri düşük tutarak edindiği “vicdan azabı”nı gıda yardımıyla gidermeye çalışıyor diye düşünmüştüm. Sohbeti biraz ilerlettikten sonra sormuştum kendisine, gıda yardımı yapacağınıza düzgün ücret verip sigorta yapsanıza diye. Hâlâ hayretle hatırlarım cevabını. Eğer işçilere yüksek ücret (asgari ücret) verirse genç erkekler oldukları için gidip hınzır işlerde harcarlardı paralarını, bekâr oldukları halde ayrı ev tutmaya kalkışır, zinaya bulaşırlardı. Ücretlerini düşük tutarak onları bu kötü yollara düşmekten koruyor, gıda yardımının da baba evine gittiğinden emin oluyordu. Böylece aileyi de korumuş oluyordu bekâr gencin yaratabileceği sorunlardan. Hayır, tabii ki burada bitmedi izah, çünkü ısrar ettim. Dedim ki, iyi de aldıkları parayla ne yapacaklarına kendileri karar versinler, size mi kaldı onları günahtan alıkoymak? Hem belki aileleri de istemiyordu oğullarıyla birlikte yaşamayı. Gene çok emindi kendinden. O yalnızca bir işletme sahibi değil, inanmış bir Müslüman’dı ve mesuliyetleri vardı. Onun işletmesi yalnız ona değil bütün ümmete aitti. O nedenle her işinde Müslümanların geleceğini düşünmek zorundaydı. İşçilerinin ahlakı ona emanet edilmişti. O da gerekeni yapıyordu.

Bu anlatı ne yüzleşecek kul hakkı bırakıyordu geriye ne de tövbe edecek günah. Bütün bir mantık düzeneğini kendi çıkarıyla Allah’ın emrini bir ve aynı kılmak suretiyle kurmuş, herhangi bir kısa devreye imkân bırakmamıştı.

O zaman bu anlatıya kendisinin bile inanmadığını düşünmüştüm bu iş insanının. Ama şimdi buraya bir kez daha yazarken aklıma geldi. Bu anlatının böyle “sapasağlam” kurulmasının bir nedeni vardı. Bu soruyla karşılaşacağını gayet iyi bilmesi. Çünkü bu soruyu herkesten önce kendisi sormuştu yine kendisine. Bu cevabı kurgulayana kadar vicdan azabı da çekmişti muhtemelen. Duyduğu azabı iyice dindirene kadar hikâyeyi yeniden yeniden kurgulamış, olası bütün pürüzleri ortadan kaldırmıştı. Tek bir açık bile bırakmamış, çekirdeğine kendi çıkarını koyduğu bir menkıbeye dönüştürmüştü Allah’la ve işçileriyle arasındaki pazarlığı. Mü’minin yediği kul hakkında bile bir hikmet vardı yani. Öte dünya mı dediniz? Orada ne olacağını kim biliyor ki? Fakat bu kurgunun orayı da garanti altına aldığını gözden kaçırmayın. Ümmet adına yapıyordu ne yapıyorsa… Ameller niyetlere göre ya… Bir yanlışı varsa, bir günah işliyorsa bile niyeti düzgün olduğu için affedilecekti elbette.

Oysa “ameller niyetlere göredir” sözünü iki türlü de anlayabilirsiniz. Yapılan işin sonu kötü olsa bile niyet halisse günah yazılmaz diye anlamak, bu hikâyenin de üzerine oturduğu hile-i şeriyeye götürür. Oysa aynı sözü, yapılan işin yarattığı sonucun o işi yapanın hakiki niyetini de ortaya çıkaracağı şeklinde de anlayabilirsiniz (5). Bizim genellikle işlenen günahı Allah’a mal etme diye kestirip attığımız bu “anlatı geleneği”nin çok ağır sonuçları var mü’min için.

O sonuçların bir yanı inandığı dinle ilgili. Çünkü çıkarlarıyla vicdanı arasındaki çatışmadan kurtulmak için uydurduğu bu hikâye aracılığıyla o dini tahrif ediyor. Ümmet adına yapıyor çünkü bunu. Ümmet de itiraz edecek durumda değil, çünkü somut bir varlık değil, gelip ona ümmet adına itiraz edecek kimse bulunmuyor. Zira sonuçta çalışanlar da ümmetten. Kimisinin kafasına yatıyor bu hikâye ama kimisi de patronla birlikte dinine de kuruluyor. Fakat mesele yalnızca bu da değil. Vicdanıyla çıkarları arasında sıkıştığı yerden kurtulmak üzere başvurduğu bu hikâye, kendi gerçekliğinden kopmasına, üzerinde durduğu zeminle bağını yitirmesine, kendi imgesine yabancılaşmasına da neden oluyor. O yabancılaşmanın bir sonucu işte o “madem ben benim, o halde her şeye değerim” fantazisine hapsolmak. Bu diyalektik akışta, onu o yapan şey inandığı din bile değil aslında, o dini olduğu kadar kendi gerçekliğini de tahrif etmek üzere kurguladığı öykü. Ve o öykünün nesinin yanlış yani günah olduğunu en iyi o biliyor. Çünkü o öyküyü aslında o günahı örtmek üzere kurguladı. Ama üzeri örtüldükçe daha görünür hale geliyor günah. Kurgu mükemmelleştikçe günah da tekamül ediyor.

Yok yok, demeye çalıştığım bu iş insanının aslında vicdanlı biri olduğu ama çıkarlarına yenik düştüğü değil. Bu iş insanının ne kadar zenginleşirse zenginleşsin, güçlenirse güçlensin bütün hayatını o öyküyü yeniden ve yeniden kurgulayıp orasında burasında bir delik, bir açık var mı diye geçirecek olması. O öyküde delik açabilecek bütün etkileşimlerden uzak tutmaya adayacak kendine, başka, mesela yoksul dindarlarla yan yana gelmekten bile imtina edecek. O ve ona tanık olanlar açısından bu kurgu, zamanla dinin yerini alacak.

Örneğimi çelişkileri çok açık bir vakadan verdim ama her zaman bu çelişkiler bu denli açık olmayabilir her hikâyede. Önemli olan mekanizmanın nasıl işlediği ve dinle akıl sağlığı arasında pozitif bir ilişki kurmaya çalışan, çoğu da son 20-30 yılda bayağı moda olmuş araştırmaların neyi görmezden geldikleri. Onlar da bir bakıma, yukarıda anlattığım iş insanının kurgusuna destek oluyorlar ellerinden geldiğince. Bize modern dünyada, özellikle de azlık oldukları yerlerde yaşayanların lokantalarda domuz eti ve alkollü içki görünce, namaz saatinde iş bırakmaları mümkün olmayınca, semada ezan sesleri yankılanmayınca, sokakta “açık-saçık” giyinmiş kadınları gördüklerinde kendilerini nasıl da yabancılaşmış ve köşeye sıkıştırılmış hissettiklerini anlatıyorlar ama şu yukarıda anlattığım hikâyenin ortaya koyduğu çelişkiye nadiren değiniyorlar.

Allah adına haset

Bundan ibaret de değil mesele. Literatür duyguların neden mevzu din olduğunda kabardığını ama mesela üstelik de meşru aile içi sevgi türlerini ifadede bile güdük kaldığını da söylemiyor. Bu bence dindarlık ve psikoloji söz konusu olduğunda en az konuşulan meselelerden biri (6). Amber Haque, İslam’ın akıl sağlığını korumak konusunda başlıca iki yaklaşımı olduğunu vurguluyor (7). İlki biraz psikologların ve doktorların bize “aman stresten uzak durun” demelerine benziyor. Hayatın olumlu taraflarına bak (şükret), olumsuz şeylerden uzak dur (her işte bir hayır olduğunu düşün). İkincisi de benzer minvalde olumsuz duygulardan mesela haset ve kıskançlıktan uzak durmayı, olumlu duygulara sevgiye, şefkate vb kucak açmayı öneriyor. Buradan bakınca İslam’ın da diğer dinler gibi tavsiye ettiği inanç, ibadet, umut ve sabır gibi kavramların akıl sağlığını korumada ne kadar önemli iş görebileceğini vurguluyor Haque.

Önemli bir sorun var yalnız. Negatif duygulardan kaçınmanın bir yolu yok. İnsanız, her birinin içinden geçeceğiz, ne yaşadığımızın farkında olursak da o negatif duyguların suça, günaha, ayıba dönüşmesini engelleyecek davranış örüntüleri geliştiririz. Ya da, mesela mü’min’e bu duyguların yakışmadığını, duygunun kendisini hissetmenin günah olduğunu düşünerek korkuyla bastırabiliriz. Tıpkı yukarda anlattığım iş insanının vicdan azabını bastırmak için yaptığı gibi çeşitli hikâyeler kurgulayarak görünmezleştirmeye çalışabiliriz o duyguları. Ama bu onların var olmadığı anlamına gelmez. Aksine onları görünmezleştirmek üzere uydurduğumuz öyküler aracılığıyla görünürleşirler. Bu türde öykülerle de çok karşılaştım son 20 yılın muhafazakârlık sahasında.

Mesela gene zengince bir kadın, “Allah adına haset etmekten” bahsetmişti. Müslümanların sahip olduğu her türlü güzelliğe, zenginliğe, iyiliğe haset ediyordu. Bunun nasıl bir davranışa dönüştüğünü de anlattı. “Bağdat Caddesi’nde herveleyle yürümeliyim, görsünler Müslüman’ın ne olduğunu” demişti. Hervele, Hac ve umre yaparken Safa ve Merve tepeleri arasındaki mesafenin süratli ve canlı bir yürüyüşle geçilmesini ifade eden terim. Yani hızla, orada olduğunu hissettirecek şekilde ayaklarını yere vurarak yürümek. Bu yürüyüşü Bağdat Caddesi’nde performe edince, caddenin ona göre sahipleri olan güruha rahatsızlık vermiş olacaktı. Aynı kadın, torununu gönderdiği özel okuldaki temizlik görevlisi bir başka kadına başını açmasını salık vermişti. “Zaten çok gevşek bir örtüydü, açmasında bir sakınca yoktu, başörtülülerin hep hizmetkâr rollerinde olmasına katlanamıyorum, biraz da başı açıklar hizmetçi olsun” diye anlatmıştı motivasyonunu. Haset var, öfke var, intikam duygusu var bu izahlarda… Ama kadıncağız çok mutluydu duygularıyla ve aktarmaktan hiç çekinmiyordu. Çünkü bu duyguları Allah adına hissediyordu. Sanki Bağdat Caddesi ahalisi Allah’ın çok umurundaymış gibi. Dahası, sanki Allah varsa bir hesabı onlarla kendi göremezmiş gibi.

Yukardakine çok benzer bir mekanizma işliyor burada da. Hangi ilmihale baksanız günaha açılan kapılar olarak tarif edilen olumsuz duygular, Allah adına, aslında sanki kişi kendini Allah’ın yerine koyup eyleme dökünce ibadete, hatta cihada dönüşüveriyor birden.

Bu hikâyeler biriktikçe ne oluyor peki? Kendini, ne yaptığını sahiden görebilecek, varlığının dünyadaki karşılığı konusunda işe yarar bir harita çıkarabilecek bağımsız bir vicdan oluşturma ihtimali kalkıveriyor ortadan. İnandığı kitapta da cehennemlik günah olduğu söylenen onlarca ameli Allah adına işlediği bilincine hapsoluyor vicdan. Ne kadar çok haset ediliyorsa, ne kadar çok kul hakkı yeniliyorsa o kadar radikalleşiyor o hikâyeler ve kendine o hikâyelerden soyunmuş halde katlanamayacak mü’min de sımsıkı sarılıyor kurgusuna.

Hikâyenin rehinleri

Allah rızası için, aslında bir bakıma Allah adına hissedilmeyen her duygu baştan çıkarıcı birer uyaran gibi öteleniyor. Onlardan hasıl olan enerji de Allah adına hissedilen duygulara yönlendiriliyor ve bu sayede o duyguların sonucu olarak şekillenen davranış giderek radikalleşiyor. Çünkü kendini haklı ve günahsız hissettiği tek eylem alanı orası…

Bu elbette her durumda değil, ama bazı durumlarda acımasız bir rehinelik düzeneğine kapı açılmasına neden oluyor. Mesela çocuğu, gittiği Kur’an kursunda tacize ya da şiddete uğradığını haber verip koruma talep ettiğinde kalakalıyor arada baba. Çocuğunu oraya Allah rızası için gönderdi, eğer sesini çıkartırsa inandığı dinle ilgili onca uğraşıp oluşturduğu kurgu yerle bir olacak. Ses çıkartmazsa çocuğundan vazgeçmiş olacak. Peki bu vazgeçmişliği nasıl açıklayacak kendisine ve çocuğuna? Önceki kurguda açılan deliği yeni bir katman örtüyle kapatacak. En hafifinden başlayacak: Benim çocuğum yanlış yapmıştır. Başka türlüsü olabilemez. Yani benim onu Allah rızası için gönderdiğim o yerde başına böyle bir şey gelmiş olamaz, geldiyse de hak etmiştir. Çünkü ben çocuğumu yanlış bir yere göndermiş olamam. Eğer onu gönderdiğim yer yanlışsa, onu oraya gönderme sebebim de yanlıştır, o sebep yanlışsa ben hayatımı bir yanlış üzerine yaşıyorumdur. Ben hayatımı bir yanlış üzerine yaşıyor olamam, çünkü eğer öyleyse her şeyi baştan almam gerekir. Her şeyi baştan almaya hem vakit yok, ömrümün şu yerine geldim, hem her şeyi baştan alırsam ben artık ben olamam.

Küçük ve bireysel gibi görünen bu kurguların kamusal bir anlatıya nasıl dönüştüğünü senelerdir görüyoruz. Birkaç örneğini önceki yazılarda vermiştim: Evliyalar, peygamberler bile çalıyor, onlar çalmış çok mu? Çalıyorlar ama çalışıyorlar! Harp hiledir! Ne yapar eder kazanır! Çalmak haram, hile haram, kul hakkı haram, adil olmayan bir yarış örgütleyip kendini muzaffer ilan etmek de farklı değil. Ama o ne yapsa hakkıdır, çünkü ümmet için yapıyor, çünkü ümmet benim. Madem ben benim, her şeye hakkım var, her şeye değerim. Çünkü ne yapsam, ne istesem, ne hissetsem Allah rızasına niyet ederek yapar, ister ve hissederim!

Peki ya geriye kalanlar kim? Benden değillerse benim yapabildiklerime hakkı olmayanlar. Benim hikâyemdeki açıkları, boşlukları, çelişkileri gösterenler. O yüzden onları duymamalı, görmemeli, bilmemeliyim. Kendimden şüpheye düşürmelerine izin vermemeliyim. Benim çelişkilerim, tutarsızlıklarım, günahlarım, ayıplarım Allah rızası için yaptıklarımdan. Müslüman, Müslüman’ın ayıbını örter. Ümmet benim ayıbım örtülsün diye var. Ümmetten olmayanların çelişkileri, tutarsızlıkları ahlaksızlıklarından. Madem ki benden değiller, aslında var da sayılmazlar! Onlara kim olduklarını, nerede duracaklarını, ne yapacaklarını söyleyecek olan da yine benim. Çünkü ben, benim!

Açmazlar ve kapılar

Kaç yıldır toplam muhalefetin nereden çıktığını herkesin çok iyi bildiği kırmızı çizgilere hapsolarak muhafazakâr oy peşinde koşmak suretiyle güçlendirdiği inanç kalesi aşağı yukarı bu taşlarla örülmüştü. Kutuplaştırma siyaseti üretmek üzere kotarılmış siyasi söylem yukarıda anlattığım kurgudan başka bir şey demiyordu. Toplam muhalefet de kendini bu söylemin içine bir mutlak öteki olarak yerleştiriyordu o kırmızı çizgileri gözettiği her sözünde ve davranışında.

3 Mart’ta yaşadığımız o krizi toplumun geniş muhalif kesimlerinin nasıl okuduğunu anladıktan sonra muhalif siyasi aktörlerin kimisine bir cesaret geldi, kimisi şimdiden kendini yenik hissetti. Cesaret hissedenler bu kurgusal kalenin nasıl pul pul döküldüğünü görebilenlerdi, yenik hissedenlerse aynı kalenin burçlarına kendi bayraklarını dikmek isteyenler.

Söz vermiştim, güncel siyasetle ilgili bir şey yazmayacaktım ama Kemal Kılıçdaroğlu’nun içinde “Ben Alevi’yim” cümlesinin de geçtiği videosunun neden bu denli yankı ve yangı uyandırdığına bir de bu perspektiften bakın. İktidar bloğunun, bir başkasının kim olduğunu sadece söylemesi karşısında aldığı pozisyonu düşünün. Yalnız o videoya değil, Kürt siyasetinin bunca yıldır o kalenin hangi burçlarında nasıl sarsıntılar yarattığına da şöyle bir bakın. Kadınların, LGBTİ+’ların, şu yukardaki “ben” söyleminde nasıl bir karşılığı olduğunu göreceksiniz.

O benlik kurgusunun zayıfladıkça, içerdiği çelişkiler ve tutarsızlıklar ortaya çıktıkça radikalleştiğini, daha çok bağırmaya ve nihayet başkalarının değil konuşmasına, kendisine selam vermesine bile katlanamaz hale geldiğini göreceksiniz. Bütün bu popülizm ve kutuplaştırma siyasetinin bütün topluma ama en çok da bu siyasetin üzerine inşa edildiği kalabalıklara maliyetinin ne kadar yüksek olduğunu da göreceksiniz mevzuya buradan bakarsanız. Bu siyasetin bedeli çok ağır oldu hepimize. Şehirler dolusu enkaz var kaldıracak ve hikâyeler dolusu rehin var bu hikâye bittiğinde ne yapacağını, nereye gideceğini bilmeyen.

Gene söyleyeyim, bu kadar sert bir bitiş yaşanmak zorunda değildi. Kendi kopuşlarını yaşayanlar yüzleşmelerini kalabalıklarla paylaşsalardı çok daha erken ve çok daha yumuşak alınabilirdi bu virajlar. Onlar da, tıpkı yukarıda sözünü ettiğim baba gibi hayatlarının en azından bir bölümünü boşa, hatta bir yanlışa rehin verdiklerini kabullenemediler bir türlü. Siyasi bir misyon üstlenme iddiasıyla ortaya çıkmasalar bu kabullenememe kişisel zaafları olurdu. Lakin yapamadıkları özeleştiriyle en başta kendileriyle benzer hikâyeler yaşayanların ve anlatanların yanlıştan/hatadan/günahtan dönme yollarını tıkadılar. Muhasebenin ağırlığını kendi yüzleşmelerinde değil, suçu bütün bu sürece seyirci olmak olanların “helalleşme” girişimlerine yüklediler. Siyasi iddialarının gücünü ve evsafını böylece sınırlamış oldular.

  1. Uyun, Q., Kurniawan, I. N., & Jaufalaily, N. (2019). Repentance and seeking forgiveness: the effects of spiritual therapy based on Islamic tenets to improve mental health. Mental Health, Religion & Culture22(2), 185-194.
  2. Murray-Swank, A. B., McConnell, K. M., & Pargament, K. I. (2007). Understanding spiritual confession: A review and theoretical synthesis. Mental Health, Religion and Culture, 10(3), 275-291.
  3. Whittaker, L. K. (2000). The Priest-Penitent Privilege: Its Constitutionality and Doctrine. Regent UL Rev., 13, 145.
  4. Çelik, T. (2021). Ayet ve hadisler çerçevesinde bir genel kabulün tahlili:“affı olmayan günahlar” meselesi. Bilimname, 2021(44), 131-161.
  5. Tuğlu, N. (2012). Niyet Amel İlişkisi Bağlamında “Ameller Niyetlere Göredir” Hadisi Üzerine Bir Yorum Denemesi. Marife Dini Araştırmalar Dergisi, 12(2), 9-25.
  6. Haque, A. (2004). “Religion and Mental Health: The case of American Muslims,” Journal of Religion and Health, Vol. 43, No.1.
  7. Emmons, R. A. (2005). Emotion and religion. Handbook of the psychology of religion and spirituality, 24, 235-52.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.