Türkiye’de medya sanatının önde gelen genç kuşak sanatçılarından Lara Kamhi’nin küratörlüğünü üstlendiği “Prizma Expanded: Algının Poetikası”başlıklı sergi, 11 Mayıs-29 Temmuz 2023 tarihleri arasında Akbank Sanat’ta sanatseverler ile buluşacak. Sergi aynı zamanda, Kamhi’nin sinematik sanatları derinlemesine irdelemek için 2014-2016 seneleri arasında faaliyet gösteren bağımsız sanat inisiyatifi Prizmaspace’in devamı niteliğinde kurgulanan ve “Genişletilmiş Sinema” kavramına odaklanan “Prizma Expanded” adıyla ortaya koyduğu ilk proje olma özelliğini taşıyor. Kamhi ile sergisinin açılışından önce Medyascope okurları için kapsamlı bir söyleşi yaptık.
Türkiye sinemasının üç farklı jenerasyonundan öne çıkan üç yönetmen ve üç film profesyonelinin çalışmalarından oluşan bu sergide, “Genişletilmiş Sinema (Expanded Cinema)” kavramı üzerinde duruyorsunuz. Bu kavramı da ele alarak sergiyi oluşturma isteğiniz ve adımlarınız nasıl oldu?
Eğitim hayatım boyunca bu alana çok yoğun ilgi duydum. Üniversite bitirme projemi de yüksek lisansımı da yine bu alan üzerine yaptım. Sonrasında sinematik sanatlar ve genişletilmiş sinema alanlarını araştırmaya devam etmek, paylaşmak, geliştirmek için “Prizmaspace” adında bir bağımsız sanat inisiyatifi kurdum. Biri Almanya’da olmak üzere, toplam 12 sergi gerçekleştirdi Prizma. Bu süreçte müzik-video üretimlerimdeki setleri de genişletilmiş sinema mantığıyla kurgulamaya devam ettim. Fırsatları olmadı ancak bu setlerin her biri sinematik deneyime odaklanan birer sergi gibi gezilebilecek alanlardan oluşuyordu. Birkaç sene evvel bir film festivalinden onlar için bu doğrultuda bir sergi kurgulamam istendi. Bu sergi farklı sebeplerden ötürü gerçekleşemedi. Ancak bu projeyi çoktan kurgulamıştım.
Son senelerde Akbank Sanat ile çeşitli vesilelerle işbirliği halindeydim. Projeyi onlara sundum ve ne mutlu ki heyecanımı paylaştılar. Böylece yaklaşık bir-iki senelik hazırlık süreci başlamış oldu. Her aşaması yoğun geçen projemizin koordinatörü Zeynep Arınç ve asistanı Ande Ömeroğlu başta olmak üzere tüm ekibin ve sanatçılarımızın kocaman emekleriyle şekillenen bir sürecin sonucunda sergimiz nihayet 11 Mayıs’ta izleyicilerle buluşacak ve 29 Temmuz’a dek gezilebilecek.
Sergide sinema salonunun sunduğu tek yönlü anlatımlara karşı bir duruş var. Sergiyi gezecekleri nasıl bir deneyim bekliyor?
“Genişletilmiş Sinema” akımı tek yönlü ve didaktik anlatılara karşı bir duruş olarak 60’larda ortaya çıkıyor. Sinematik deneyim üzerine yoğunlaşan bu eserler fenomenolojik, varoluşçu ve politik duruşlar benimsiyorlar. Sinematik teknolojiler ise yaratılmaya başladıklarından itibaren kusursuz gerçeklikler üretme motivasyonuyla dönüşüyorlar. Her iki tarafın birbirine zıt duruşuna rağmen evrildikleri yerin paralelliği dikkat çekici. Birbirlerinden beslendikleri aşikâr. Bu durumun temelinde insanoğlunun aşkınlık arayışı yatıyor. Dolayısıyla sinematik deneyimin bugün hem fiziksel hem de düşünsel bağlamda epey genişlemiş olduğunu gözlemliyoruz. Onun, algının sınırlarını zorlayarak ve öte gerçeklikleri irdeleyerek, her daim deneyimler üstü bir deneyim yaratma amacı gütmüş olduğunu söyleyebiliriz. Tüm bu süreçlerin farkındalığı ile sinemanın bileşenlerini ekrandan özgürleştirip, mekân içinde baştan kurgulayan deneyimler sunuyor bu sergi gözlemcilerine. Öznel çıkarımlar yapabilecekleri, mutlak bir anlatı ve zaman içermeyen ancak fiziksel olduğu kadar yoğun düşünsel deneyimler de vadeden sinematik eserler bekliyor onları.
Göreceğimiz filmlerin yönetmen ve sinema profesyonellerinin ortak çalışmalarını, sergide olma süreçlerini biraz anlatabilir misiniz?
Sergi fikri belirdiğinde isimler de belirmişti zaten. Ancak Deniz Tortum ve Alican Çamcı ikilisi biraz daha geç katıldılar aramıza. Çalışmaların oluşma süreçlerini sergilenme süreçlerinden ayrı tutmuyor, eserin bir parçası olarak görüyorum. Dolayısıyla kolektif diyaloglar halinde, uzun bir sürece yayılarak çalışmaların yavaş yavaş belirmelerine müsaade ettik diyebilirim. Başlığın da belirttiği gibi algının oluşma süreçlerini, algılananın vuku buluşunu, bununla birlikte gelen duygulanım hallerini irdeliyor haliyle bu sergi.
Proje için ilk iletişim kurduğum kişi görüntü yönetmeni Florent Herry oldu. Florent, müzik-video çalışmalarımda da birlikte ürettiğim, senelerdir tanıdığım ve çalışmalarını büyük beğeniyle takip ettiğim bir görüntü yönetmeni. Reha Erdem ile birlikte yarattıkları eserler, öğrencilik yıllarım boyunca sinemaya dair bakış açımı etkileyip, şekillendirdi. Filmlerini izlerken yoğun bir duygudaşlık hissettiğim ve sinemamız adına önemli bulduğum bir yönetmen Erdem. Florent ile bir araya geldiklerinde yaratmış oldukları sinematik deneyimleri fiziksel bir alana taşıma fikri son derece organik şekilde gelişti. “Koca Dünya” filminden hareketle yeni bir sekans çektiler bu sergi için. Gözlemciler, bu sahnenin içine girip onu fiziksel olarak deneyimleyebilecekler. “Mimirap” isimli bu çalışmada, “Koca Dünya”nın başrol oyuncusu Ecem Uzun, Erdem’in kaleme almış olduğu bir rap şarkısını seslendiriyor ve “Yalan söylediniz” diye haykırıyor seyircisine. Sözleriyle yalanı ifşa ederken, yerleşimiyle hem sinematik hilelerden faydalanıyor hem de onları ifşa ediyor bu çalışma.
İkinci sanatçı grubumuz Zeynep Dadak ve Çiçek Kahraman adına biraz daha farklı bir süreç işledi. Projeyi en başından itibaren büyük bir itina ve heyecanla benimsediler. Diyaloglarımız epey sık ve kapsamlı oldu. Ürettikleri iki çalışmanın da belirme süreçlerine ve kavramsal yolculuklarına yakından şahit olmak epey değerliydi. Her ikisi de sinema adına önemli bulduğum, deneyime açık oldukları kadar sinematik lisanlarında da tutarlı isimler. Bunun ötesinde, merkezi alanları sinema gibi görünse de kendi içlerinde sınırları aşan ve sanatın çeşitli dallarıyla da yoğun diyaloglar halinde olan kişiler. Bu sergi için Zeynep ile Çiçek, “Vortex I” ve “Vortex II” adında iki eser ürettiler. Vortex I çalışmasında Alfred Hitchcock’un “Vertigo” filminden yola çıkarak, filmden bir sahneyi canlandırıp mekân içinde mekân, algı içinde algı yarattılar. “Vortex II”de ise Zeynep Dadak’ın “Ah Gözel İstanbul” filminin yeni bir yorumunu, Agnes Varda’nın “Agnes’in Plajları” ve Derek Jarman’ın “Mavi” filmlerinden ilhamla yansımalar ve girdaplarla dolu, akışkan ve dönüşken bir sinematik alan içerisinde sunuyorlar. Bu alanın merkezinde burgaç yaratan bir su heykeli konumlanıyor. Metaforları ustalıkla nesnelleştiren bu çalışma, sinematik gerçekliğin içine çeken ve yutan halini fiziksel bir deneyim olarak canlandırıyor. Son sanatçı grubumuzdan Deniz Tortum ise 2011 senesinde Boğaziçi Üniversitesi’nde peş peşe birer ziyaretçi-sanatçı semineri vermiş olmamız vesilesiyle çalışmalarından erkenden haberdar olduğum, yeni medya sanatından yönetmenliğe uzanan sürecini takip ettiğim değerli bir sanatçımız. Özellikle yeni medya sanatçısı olup aynı zamanda film yönetmeni olması haliyle sinematik lisanına da özel bir biçimde yansıyor. Onunla işbirliği yapma fikri serginin tamamlayıcı unsuruydu.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Böylelikle üç jenerasyon da kendiliğinden belirmiş, bir nevi bütünlük sağlanmış oldu. Deniz’le olan sürecimiz de biraz farklı işledi ve ortak üretimde bulunacağı sanatçıyı kendisi seçti. Böylece oldukça yetenekli bir kompozitör ve ses tasarımcısı olan Alican Çamcı’yla tanışma fırsatını yakaladık. Birlikte ürettikleri “Kesit” isimli çalışma, Tortum’un Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde çekilmiş olan “Maddenin Halleri” belgeselinden yola çıkıyor. Yoğun bir işitsel ve görsel deneyim alanı sunan bu eser, malzeme olarak zamanı kullanırken bir yandan da zamansız bir ortam yaratıyor. Filmin işitsel ve görsel kurgusu tümüyle mekanla bütünleşiyor. Bu değerli altı sanatçının üç grup halinde ürettikleri dört çalışma da bir yandan serginin bütünselliğine katkıda bulunurken, bir diğer yandan da kendi sinematik lisanlarının biricikliğini belirgin kılıyor.
Dijital mecraları da içine alarak, günümüz Türkiye sinemasının bilinci genişlettiğini söyleyebilir miyiz?
Günümüz Türkiye sinemasını ben hâlâ tek bir çatı altında toplamayı beceremiyorum zihnimde ne yazık ki. Elde edilen başarılar çoğunlukla sinemacıların, bireysel ve ekip olarak verdikleri büyük mücadeleler sonucunda elde ediliyormuş gibi geliyor bana. İyi filmler ne yazık ki bir şeyler sayesinde olmaktan ziyade bir şeylere rağmen çekilmeyi başaranlar oluyor. Dolayısıyla bu soruya daha genel bir cevap vermek istiyorum müsaadenizle. Benim bu sergide atıfta bulunduğum “Sinematik deneyim genişledikçe, bilinç de genişler mi?” sorusu esasında medya sanatlarının ilk günlerinden beri sorulan bir soru. Buna 20. yüzyılın en başlarında yaşamış ve bugün medya sanatlarının babası olarak bilinen Thomas Wilfred de dahil. Ancak esas, sanatçı Stan Van Der Beek’in 1965 senesinde yayımladığı ve Genişletilmiş Sinema akımına adını veren “Culture: Intercom” isimli manifestoda sorulmasıyla bir akıma tümüyle şekil vermiş bir sorgulama bu. Manifestoda Van Der Beek, Movie-Drome isimli bir yapı inşa edip, yaratılan bir görüntü bankasıyla evrensel bir lisan oluşturmayı ve bunu deneyim temelli bir yapıyla sunmayı teklif ediyordu. İnsanlık tarihini 20. yüzyıla dek ele alacak ve izleyeni sarmalayacak bir saatlik film deneyimleri öneren sanatçı, okuma-yazmayı bilmeyen ve hatta aynı lisanı konuşmayan insanları bu ortak deneyimsel lisan sayesinde buluşturup, etkileşim kurmalarına vesile olmayı amaçlıyordu. Dolayısıyla bilinç genişletmekten kastettiğim bir öğreti sunmak, entelektüel bir katkıda bulunmak anlamına gelmiyor. Duyumsal bir algılayıştan söz ediyorum, zihinsel bir anlayıştan değil. Ekrandan izlenilen veya lineer anlatısı olan bir filmin tek yönlülüğünden çıkıp, deneyimi genişletmekten bahsetmemiz gerekiyor bu konuyu irdelemek için.
Seyircinin zihninden ve bedeninden uzaklaşabileceği bir teslimiyet alanı arıyor oluşu, eğlence amaçlı filmlerin başarısını açıklar mı?
Kesinlikle açıklar. Gişe filmleri olmasaydı bugünün çığır açan sinematik teknolojileri de olamazdı. Ancak eğlence filmlerinden kastınız eğlenmek için izlenilen filmler, içerikler ve formatlar ise yani daha basit kurgularla hazırlanmış, hazmı kolay, geniş kitlelere hitap eden ve dahi toksik. Bunu da açıklıyor elbet. Bilgisayar oyunlarıyla başlayan furyayı da sayarsak zaten bu formatların ve mecraların yoğun başarılar elde ediyor olmalarının en temel açıklaması bile olabilir bu.
Sizce Türkiye sineması yabancı sinemalardan esinlenmeli mi yoksa kendine has bir yol mu çizmeli veya şu an ortaya konulan eserler bir yol arayışı mı?
Yabancı sinemalar derken hangi yabancı sinemalar? Veya hangi Türkiye sineması? Ne kadar özgün sinemacı varsa o kadar da benzersiz sinemalarımız var. Bu sınırları aşalı çok oldu diye düşünüyorum. Örneğin Güney Kore yapımı dünyaca ünlü “Parazit” filmi, Fransız Yeni Dalgası’nın öncülerinden, benim de en sevdiğim yönetmenlerden biri olan Claude Chabrol’un “La Cérémonie” isimli başyapıtından buram buram esinlenmiş. Filmin yönetmeni Bong Joon-ho da bunu pek çok fırsatta dile getirmiş. Fransız Yeni Dalgası da kendi içinde büyük ölçüde Amerikan Kara Film’lerinden ve İtalyan Neo-Realizm’inden esinleniyordu. Böyle kalıplarda takılıp kalmamak lazım. Öte yandan ortaya konulan her eser zaten bir yol arayışıdır bana sorarsanız. O arayış olmasa sanatçı da üretemez muhtemelen.
Bu dört sinematik esere baktığımızda zamanın etkisini açıkça görebilir miyiz? Yoksa sinemada bir zamansızlık da bulunuyor mu?
Sinema malzeme olarak zamanı kullanıp da zamansızlığı yaratabilen yegâne sanat bana sorarsanız. Bu eserler de tam olarak bu çelişkiyle ilgileniyor. Bir yönüyle zamanı, bir diğer yönüyle de zamansızlığı deneyimlenebilir kılıyorlar.