Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

HÜDA PAR ve Hizbullah nedir, ne değildir?

HÜDA PAR’ın AKP listelerinden Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne girmesi tartışma yarattı. İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener, bir HÜDA PAR vekilinin yemin etmek istemediğini ve bu nedenle milletvekili listelerinin resmen sonuçlanmadığını ileri sürdü.

HÜDA PAR neden bu kadar tartışılıyor ve Hizbullah ile nasıl bir ilişkisi var? Türkiye’de Hizbullah nedir, ne değildir?

Ruşen Çakır yorumladı.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler. Seçimin ikinci turuna iki gün kaldı. HÜDA PAR üzerinden Hizbullah hâlâ gündemde. En son Meral Akşener bir HÜDA PAR milletvekilinin yemin etmek istemediğini ya da ettiği yemine sadık kalmayacağını, bu nedenle milletvekili listelerinin resmen sonuçlanmadığını ileri sürdü. Yani neydi bu? “Bir kriz yaşanırsa, bu kriz ikinci turda Erdoğan’ın aleyhine olabilir” dedi. Bu uzun zamandır konuşulan bir husus. HÜDA PAR bir şekilde Türkiye’nin gündeminde. 4 milletvekili soktular AKP listelerinden. Erdoğan’ın seçilmesi için çalıştılar. Çalışmaya devam ediyorlar. Ve önümüzdeki dönemde açılacak olan Meclis’te ilk kez Türkiye’de HÜDA PAR’dan milletvekilleri de olacak.

HÜDA PAR denince tabiî ki akla Hizbullah geliyor. Ve Hizbullah’la HÜDA PAR ilişkisi üzerine yazılıp çizilenleri de HÜDA PAR yöneticileri tekzip ediyor. Yayın yasağı karârı aldırıyorlar. Mahkemeye veriyorlar. Bunu bizzat HÜDA PAR Genel Başkanı Zekeriya Yapıcıoğlu ve avukatları yapıyor. Ama HÜDA PAR’dan bahsediyorsak bir şekilde Hizbullah’tan bahsetmek zorundayız. Hizbullah’tan bahsetmek deyince de, açıkçası kendimi bu konuda sorumlu hissediyorum. Çünkü gazetecilik hayâtımın önemli bir bölümünde bu örgüt üzerine, bu hareket üzerine bayağı bir çalıştım. Şu gördüğünüz Derin Hizbullah kitabını 2001’de yazdım. 2011’de yenilenmiş hâliyle yeni bir baskısını yaptım. Eski kısmı kaldı, ama “Üçüncü Hizbullah” diye ek bir bölüm yazdım 2. baskısında. Daha sonra Kasım 2016’da 3. baskısı oldu ve geçtiğimiz günlerde de herhalde HÜDA PAR nedeniyle tekrar yeni bir baskı oldu. O baskıya da, şu anda çıkan baskıya da Hizbullah’ın lideri Edip Gümüş’le 1 Mayıs 2013’te yapmış olduğum röportajı ekledim. Bayağı bir bildiğimi sanıyorum bu örgütü.

Örgütün de bana karşı, benim bu konuda, Hizbullah konusundaki bilgimden çok rahatsız olmadığını da biliyorum. Şöyle bir örnek vermek istiyorum: Hizbullah Türkiye’de yazılı tek bir metni bile olmayan bir örgüttü. Yıllar boyu böyle devam etti. Bir tek kasetleri vardı, “Şehitler Kervanı” diye, müzik kaseti. Marşlar vardı orada. Onun dışında hiçbir yazılı metni yoktu. Ama sonra 2004 yılı baharında bir kitap çıktı. O kitap imzâlı, Kendi Dilinden Hizbullah, İ. Bagasi imzâlı bir kitaptı. Bu kitabı bana Hizbullah örgütü adına birileri internet üzerinden yolladılar. Sonradan anladığım kadarıyla kitabı yazan, Hizbullah lideri Hüseyin Velioğlu’nun en yakın isimlerinden, en yakın kurmaylarından İsa Altsoy’un yurtdışında yaşadığı söyleniyordu. O yazmıştı ve Kendi Dilinden Hizbullah, örgütün hayâtından kesitler anlatan bir kitaptı. Bu kitabı bana yolladılar ve ben de bunu 22 Haziran 2004’te, o târihte NTV’nin internet sitesinde, “Hizbullah nihâyet sessizliğini bozdu” diye yazdım. Yani benden kitabı duyurmamı istemişlerdi bir anlamda. Bir gazeteci için aranıp da bulunamayacak bir fırsattı. Bunu değerlendirmiştim.

Daha sonra ilginç bir olay oldu. Birkaç yıl sonra El-Kaide’nin çok gündemde olduğu bir dönemde Amerika’da bir düşünce kuruluşunun Türkiye bölümünden bir makale çıktı. Daha doğrusu not, kısa bir metin, öyle diyelim. Türkiye’deki Hizbullah’ın El-Kaide ilişkisi üzerine çok ciddî iddialar vardı. Bunu o kurumdaki Soner Çağaptay’la, o kurumda geçici olarak çalışan Emre (Emrullah) Uslu –mâlûm, meşhur Fethullahçı, o târihte polisti; Emniyet’te başkomiserdi, öyle bir şeydi– Amerika’da yüksek lisans yapıyordu ve o sırada da bir düşünce kuruluşunda staj yapıyordu. Orada Soner Çağaptay’la birlikte bir makale kaleme almışlar ve bu makalenin Türkçesi de Radikal’in düşünce sayfasında yayınlanmıştı. Orada, Irak’a savaşmaya gidecek olan El-Kaidecilerin Türkiye üzerinden, Gaziantep üzerinden Suriye’ye, Suriye üzerinden Irak’a gittikleri ve bu operasyonu da Türkiye Hizbullahı’nın yaptığını ileri sürmüşlerdi. Ve bu Hizbullah’ı çok kızdırdı. Bunun iftirâ olduğunu söylediler. Ve bana yine aynı kanaldan, bunu yalanlayan bir metin yolladılar. Ben de onu önce yazarlarına söyledim, “Hizbullah sizi tekzip ediyor ve ben de bunu yayınlayacağım” dedim. Onun detaylarını şimdi anlatmayayım. Özellikle Emre Uslu benim onu yayınlamamam için bir yığın yalan filan söyledi, neyse. Sonuçta Hizbullah o târihte de kendilerine yönelik iddiaları tekzip etmek için gazeteci olarak bana yollamışlardı. Onu vurgulamak istiyorum. Daha sonra da 2013’te, yurtdışında yaşayan –2011’de cezâevinden çıkmıştı– Edip Gümüş, Hüseyin Velioğlu’nun öldürüldüğü Beykoz’da, yani 17 Ocak 2000’de o evden sağ çıkan iki kişiden birisiydi; diğeri de Cemal Tutar’dı. Edip Gümüş 2011’de, yani 11 yıl sonra tahliye oldu. Tahliye olduktan kısa bir süre sonra da Hizbullah’ın lideri, yani Hüseyin Velioğlu’nun yerini alan kişi olarak îlân edildi. Onunla da 2013’te bir röportaj yaptık. O zaman Çözüm Süreci sürüyordu ve ona desteklerini dile getirmişti. Bunları anlatmamın nedeni, bir anlamda Hizbullah’ın aslında kendini anlatmak diye bir derdi oluştu Hüseyin Velioğlu’ndan sonra ve buna da ben birinci derecede tanıklık ettim. Şu anda da aynı tanıklığı yapmak boynumun borcu. Hizbullah gündemde. İnsanlar merak ediyor. Geçmişi yaşayanlar biliyor tabiî: domuz bağlarını, Konca Kuriş’i, İzzettin Yıldırım’ı, daha başka bir sürü kişiyi, işkenceli sorguları vs.’yi biliyor, Beykoz’daki çatışmayı bilenler var. Özellikle genç kuşaklar merak ediyor. Çünkü bunlar daha çok 1990’larda ve 2000 başlarında oldu. 2001’de Gaffar Okkan suikasti var tabiî ki, çok önemli. Hüseyin Velioğlu’nun öldürülmesinden 1 yıl 7 gün sonra; 17 Ocak 2000’de Beykoz’daki çatışma olmuştu, 24 Ocak 2001’de Diyarbakır’da gündüz gözüyle 4 korumasıyla birlikte Gaffar Okkan’ı Hizbullahçılar öldürdüler. Ardından bir yığın operasyon vs. oldu. Ama şimdi bir bakıyoruz, Hizbullahçıların bir kısmı 2011’de çıkmıştı, daha doğrudan cinâyetlere, işkenceli sorgulara katıldıkları tespit edilmiş olanların da şu yakın zamanda peyderpey tahliye olduklarını görüyoruz. 

Çok önemli bir diğer husus da şu: Hizbullah operasyonları sırasında Hizbullah’ın arşivi ele geçirildi. Orada örgütle ilişkisi olan yüzlerce, hattâ binlerce kişi kayıtlıydı; devlet bunların hepsine operasyon yapmadı. Hepsini bir şekilde saptadı; ama çok da sempatizan düzeyde vs. olanlara bir şey yapmadı. Ancak çok ilginçtir, Hüseyin Velioğlu bu konulara karşı çok hassas birisi olarak örgütün bütün ilişkilerini vs. bilgisayar ortamında kaydettirmiş. Yanlış hatırlamıyorsam Mardin’de bir örgütün güvenli evinde bu arşiv ele geçirilmişti. Devlet Hizbullah’ı biliyor. Kimilerinin iddiasına göre zâten devlet bu olayı tezgâhladı. Hizbullah diye bir şey aslında yok. Bunu JİTEM ya da derin devlet yaptı vs.. Benim bu kitapta anlatmaya çalıştığım: Hizbullah’ın PKK’ya paralel bir örgüt –neredeyse aynı târihlerde, PKK Marksist-Leninist çizgideyken Hizbullah da İslâmcı çizgide, İran Devrimi’nin etkisinde bir hareket– olarak yükseliyor. Benzer coğrafyalarda, benzer insanlara hitap ediyorlar. Ve tabiî ki PKK çok daha güçlü bir şekilde gelişirken; Hizbullah daha ılımlı, daha az bir kesimi, ama belli bir toplumsal tabanı olan bir hareket. Yani bunları yüzdeye filan vurmak doğru olmayabilir; ama PKK Hizbullah’tan kat kat güçlü. Ama Hizbullah’la yaşanan çatışma döneminde gördük PKK ile Hizbullah’ın çatışmasını, hiç de öyle kolaylıkla yok edebileceği bir örgüt çıkmadı. Çünkü PKK, târihinde birçok rakibi ya da bölgedeki düşman yapıyı kolaylıkla tasfiye edebilmiştir; ama Hizbullah’la yaşanan yıllar süren çatışma bunu sonlandırmadı. 

Tabiî ki PKK’yla çatıştığı süre içerisinde Hizbullah devlet tarafından takdir edildi, hoşa gitti ve belki de onlara yönelik operasyonlar çok fazla yapılmadı. Uzun bir süre yapılmadığını biliyoruz, ama belli bir aşamadan sonra devlet Hizbullah’a da operasyon düzenlemeye başladı. Ben şahsen Hizbullah’ın bir derin devlet operasyonu olduğu kanısında değilim. Ama derin devletin ya da devletin Hizbullah’a kayıtsız olmadığını da çok iyi biliyorum. Hizbullah’ın kendisinin de –adı da zâten bunu çağrıştırıyor tabiî– çok ciddî bir İran, Tahran bağlantısı olduğunu da unutmamak lâzım. Yani burada, bölgedeki Hizbullah örgütlenmesinin İran’daki derin devletle bir şekilde alâkası olduğunu da akılda tutmak lâzım. Böyle esrarengiz bir yapıdan bahsediyoruz. Ama bu yapı belli bir târihten îtibâren, özellikle benim Üçüncü Hizbullah dediğim 2011 sonrası tahliyelerle birlikte bambaşka bir yere doğru evrildi ve daha çok yasal çalışmayı temel aldı. Silâhlı örgütlenmesini de lağvetmedi, ama ona çok ihtiyaç duymadığı müddetçe –ki pek duymadı– gündeme getirmedi; ama varlığını korudu ve korumaya da devam ediyor. Yani Hizbullah hiçbir zaman kendini fesh etmedi. Böyle bir çıkışını görmedik. Hâlâ örgüt olarak varlığını sürdürüyor. Türkiye’de erişim engeli olan birtakım internet siteleri var. Kendi propagandalarını özellikle Kürtler arasında düzenli bir şekilde yapıyorlar ve kolay kolay kendini lağvedecek bir örgüt gibi de durmuyor. Ama kendi üzerine çok fazla dikkat çekmek de istemiyor. Özellikle şu son dönemde HÜDA PAR’ın bu kadar öne çıkıp Meclis’te temsil imkânı ortaya çıktığında, Hizbullah kalkıp kendisini hatırlatmak istemiyor. Örneğin bu süreçte tekrar Edip Gümüş’le röportaj yapmak istedim. Cevap bile alamadım ve bu da beni şaşırtmadı. Şu anda Hizbullah, kaba tâbiriyle topa çok girmek istemiyor. Ama Hizbullah var.

Peki HÜDA PAR bunun neresinde? HÜDA PAR bunun birçok yerinde var. Sonuçta, “Devâmı mı, uzantısı mı, kolu mu?” vs. bütün bu tartışmaların hepsinin, bütün bu konularda söylenen her şeyin hem doğruları hem eksikleri var. Ama şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: HÜDA PAR kadroları, HÜDA PAR yöneticileri Hizbullah’ın yarattığı iklim içerisinde doğmuş, gelişmiş insanlar. Zâten çok sayıda yöneticisinin geçmişte Hizbullah dâvâsından yargılanmış olduğunu, çok sayıda hukukçu HÜDA PAR’lının Hizbullah dâvâlarında önemli savunma görevleri üstlendiklerini de biliyoruz. Sonuçta bunları birbirinden ayırmanın mümkün olmadığı ortada. HÜDA PAR’ın Meclis’e girmiş olması çok kişiyi şaşırttı; ama bu uzun zamandan beri yapmak istedikleri bir şey. Yerel seçimlere, genel seçimlere hep bir şekilde girdiler. Belli oy oranları da tutturdular. Kendi güçleriyle Meclis’e girmelerinin imkânı yoktu, çünkü barajı aşmalarının imkânı yoktu. Ama bölgede bâzı yerlerde belli bir oy aldıklarını biliyoruz.

Sonuçta ne oldu? Erdoğan HÜDA PAR’ı bağrına bastı, çünkü ihtiyaç duydu. Neden ihtiyaç duydu? Çünkü özellikle Güneydoğu’da Kürtler nezdinde teşkîlâtlarının ve kadrolarının etkisi iyice zayıflamıştı ve orada hâlâ milletvekilleri çıkarabilmek ve cumhurbaşkanlığı için kendisine oy alabilmek için dinamik bir gruba ihtiyacı vardı. HÜDA PAR, Erdoğan’a bunu sundu. Özellikle bölgedeki seçim kampanyalarında, gerek AKP’nin gerek Erdoğan’ın seçim kampanyalarında çok ciddî bir HÜDA PAR varlığı olduğunu biliyoruz, duyuyoruz. Çünkü HÜDA PAR her şeye rağmen kendi kendini yeniden üretmiş, çok başarılı olamasa da girdiği seçimlerde bir parti olarak çok öne çıkamasa da varlığını korumuş ve ideolojik yapısı çok güçlü olduğu için de hep kendine bağlı birtakım üyelerim, sempatizanların olduğu, adanmış, bunu bir dâvâ olarak gören insanların olduğu bir yapı ve Erdoğan bu yapıyı kullandı. Ve bunun karşılığında da o yapıya genel başkanları başta olmak üzere 4 milletvekilliği sundu, ama onun ötesinde çok geniş bir meşrûiyet alanı açtı. Şimdi HÜDA PAR’ın geçmiş dönemlerde HDP ile ya da HDP öncesindeki daha eski partilerle ittifakları bile söz konusu olmuştu, ama gerçekleşmedi. Yani barajı aşmak için bunların gündeme geldiği oldu. Hattâ bir dönem Abdullah Öcalan’ın bu konuda, Hizbullah’a da gidilmesi gerektiği konusunda tâlîmatları olduğunu da biliyoruz. Ama sonuçta HÜDA PAR yıllar sonra Erdoğan ve Cumhur İttifâkı üzerinden girdi. Bu sâdece ve sâdece HÜDA PAR’ın 4 milletvekilinin Meclis’e girmesi ve HÜDA PAR’ın bir şekilde Erdoğan tarafından tanınması anlamına gelmiyor. Çok daha kapsamlı bir şeyden bahsediyoruz. Çünkü Erdoğan tek başına değil; MHP’si var, BBP’si var, daha sonradan eklenen Yeniden Refah’ı var ve devletin kendisi var. İstihbarat Teşkîlâtı, TSK, Polis Teşkîlâtı vs., yani Türkiye’de son dönemde polise yönelik en büyük terör eylemini gerçekleştirmiş bir yapı söz konusu. Diyarbakır Emniyet Müdürü’nü öldürmek, sokak ortasında şehit etmek başlı başına çok büyük bir olay. Ve yıllar sonra, 22 yıl sonra siz HÜDA PAR’ı alıyorsunuz, devleti her yönüyle kontrol eden bir yapı olarak HÜDA PAR’ı alıyorsunuz ve Meclis’e sokuyorsunuz. Dolayısıyla bu, Erdoğan’ın bir kişisel karârı olmasının ötesinde bir devlet karârı. Ve buna bağlı olarak tahliyeler hızlanıyor, şu oluyor, bu oluyor. Olayı böyle görmekte yarar var. 

Dolayısıyla bu seçimin sonrasında eğer Erdoğan tekrar kazanacak olursa –pazar günkü seçimin ilk turundan sonra zâten Meclis’te çoğunluğu eline geçirmiş durumda Cumhur İttifâkı–, yeni dönemde HÜDA PAR’ın çok daha fazla etkili olacağını, önünün açılacağını, özellikle HDP ve genel olarak Kürt hareketine karşı orada bir güç olarak yükseltilmek istendiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu sâdece bir seçim anlaşması, seçimden seçime yapılan bir anlaşma gibi gelmiyor bana. Çok kritik, çok stratejik bir karar vermiş Türkiye Cumhuriyeti Devleti. Bunu özellikle vurgulamak lâzım. Bu sâdece Erdoğan’ın kendi iktidârını korumak için yaptığı bir şey olamaz. Çok ciddî bir hesaplaşma var ve bu hesaplaşma tamamlanmadan yapılmış bir şey. 

Ben 2011’de kitabı bitirirken şöyle bir şey demiştim, son cümleler şu: “Hizbullah’ın demokratikleşmesinden ziyâde sivilleşmesini sürdürmesini beklemek daha gerçekçi olacaktır.” — ki bu oldu — “Bu sivilleşmenin berâberinde belirli bir demokratikleşmeyi getirmesi de teorik olarak mümkündür” dedim. Şu hâliyle bakıldığı zaman, demokrasinin imkânlarından yararlanan, ama demokrasiyi içselleştirmeyen bir parti söz konusu. Demokrasinin birtakım temel hususlarında çok net duruşları olan, özellikle kadın-erkek eşitliğine alenen karşı çıkan bir parti söz konusu. Ve: “Hizbullah’ın her şeyden önce kanlı ve vahşi geçmişiyle samîmî bir şekilde yüzleşmesi gerekiyor” demişim. Böyle bir yüzleşmeye tanık olmadık. Böyle bir yüzleşmeyi yapmadan, bu hesap görülmeden, sisteme entegrasyon bence sorunlu. Eğer Hizbullah gerçek anlamıyla bir yüzleşme yapmış olsaydı… çok utangaç birtakım şeyler çıktı şu âna kadar. Ama meselâ Gaffar Okkan suikasti konusunda hiçbir şekilde, “Biz yapmadık” da demediler, “Yanlış yaptık” hiç demediler. Tam tersine, yaptıklarına sâhip çıktılar ve bunda da haklı olduklarını ısrarla vurguladılar. İzzettin Yıldırım’ın ölümünde –ki kendisi Nurcu Kürt bir din adamıydı–, onun ölümünde, “Tamam, biz onu kaçırmıştık ama öldürmedik. Operasyon olunca kaldığı evi terk ettik. Kendi kendine öldü” gibi bir açıklama yaptılar. Başkaları hakkında söyledikleri genellikle, “Ajandı, şuydu buydu” şeklinde açıklamalar oldu. Konca Kuriş için de meselâ böyle dediler. Yani “Biz öldürmedik, sorgulamadık” vs. demediler. Bu yapılan, şu anda varılan mutâbakatla bütün bunların iptal edilmiş olmasının, bir yüzleşmeye ihtiyaç duyulmamış olmasının çok ciddî bir şekilde sorunlu olduğunu ve bu sorunun yansımalarının önümüzdeki dönemde sık sık karşımıza çıkacağını düşünüyorum. 

Şu hâliyle bakıldığı zaman, yemin edip etmeyecekleri, Meclis’e kadın çalışan kabul edip etmeyecekleri gibi meseleler –ki bunların da tabiî bir önemi var– tartışılıyor. Ama onun daha ötesinde, Türkiye’de bir geleneğin, bir yapının, bir siyâsî hareketin, bir yasal parti üzerinden sisteme entegrasyonu söz konusu. Bu entegrasyonun tam anlamıyla nasıl gerçekleşip gerçekleşmediğini, ne karşılığında gerçekleştiğini, kimin ne verip ne aldığını henüz bilmiyoruz. Önümüzdeki süreçte bunları göreceğiz. Şu hâliyle bakıldığında, kişisel olarak Hizbullah hareketinin, bütün geçmişinde yaşananların hepsini akılda tutmakla birlikte, sivilleşmesi ve demokratik –ki ülkede demokrasi pek kalmadı ama, yine de öyle diyelim– parlamenter sisteme –parlamenter sistem de kalmadı, ne desek elimizde kalıyor, neyse– bir şekilde entegre olması bence kötü bir şey değil. Ama bunların yapılabilmesi için, bunların gerçek anlamda Türkiye’ye katkı verecek şekilde yapılabilmesi için bu olaylarla, geçmişle bir şekilde yüzleşmek, bir şekilde hesaplaşmak, bütün bunları yapmak ve tarafların burada, özellikle mağdur olan kesimlerin de bir anlamda rızâsını aramak gerekir. Aksi takdirde bütün bu yaşananlar hiç olmamış gibi şu ya da bu çıkar için yapılacak olan anlaşmalar, Türkiye’deki toplumda çok yeni, çok derin travmalara yol açabilir. Bunu özellikle vurgulamak istiyorum. 

Evet, şu anda baskısı yeni çıktı dedim. Bir baskı daha yapacak olursam, herhalde “Dördüncü Hizbullah” diye bir bölüm yazarım. Yapacak mıyım emin değilim; ama yaparsam, “Dördüncü Hizbullah” derim ve onun da mîlâdı olarak 14 Mayıs 2023’ü alırım. Evet, bir hareketin, Türkiye’nin en sert, en vahşi, en acımasız örgütlerinden birisinin –belki de, yani kaçıncı sıradadır artık hepiniz kendinize göre onu yerleştirin–, böyle bir yapının sisteme, toplumun tamâmının rızâsı olmadan, bilgisi olmadan entegre edilmesi çalışmalarını yaşamaktayız. Bakalım devâmı nasıl gelecek? Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.