Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Jean-François Bayart: Türkiye’deki seçimin asıl galibi milliyetçilik oldu

Türkiye’deki seçimde Recep Tayyip Erdoğan’ın seçmen tabanındaki milliyetçilik baskın çıktı. Erdoğan’ın yürüttüğü kampanya da tabanı buraya yönlendirmişti ama aşırı sağdaki MHP ve akabinde o cenahtan bir aday olan Sinan Oğan’ın destekleri de bu eğilimi güçlendirdi. İki dünya savaşı arasındaki ya da bizim dönemimizdeki türdeşleri gibi, Türk muhafazakâr devrimi de Öteki’ne karşı duyulan hınçtan besleniyor. Türkiye’de güncel olarak yaşananlar bizimkinden ayrılamaz. Jean-François Bayart’ın Mediapart’taki yazısını Haldun Bayrı çevirdi.

Türkiye’deki seçimin asıl galibi milliyetçilik oldu. Erdoğan’ın yürüttüğü kampanya seçmen tabanını buraya yönlendirmişti ama aşırı sağdaki MHP, ondan sonra ikinci turda da o cenahtan bir aday olan Sinan Oğan’ın destekleri bu eğilimi güçlendirdi. 

Muhalefetin tek adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun iki tur arasında oylarını artırma teşebbüsünün merkezinde de milliyetçi hassasiyetler kendini dayattı ve sakinliği bırakıp, “yuvalarına geri gönderme”yi şimdiden taahhüt ettiği Suriyeli sığınmacılara yüklenmeyi gerekli gördü — Esad çetesinin elindeki Suriye’de herhangi bir yuva sıcaklığı kalabilirmiş gibi. 

Nihayet, daha az kayda geçilen bir şey, oylamanın bir diğer galibi de silahlı Kürt milliyetçiliği oldu. Yaklaşık on yıldır PKK, dolaylı yoldan yürüttüğü kavgalarla, ama aynı zamanda Türk gizli servislerinin örgütün tarihsel lideri, müebbet hapse mahkûm Abdullah Öcalan’la ara sıra kesintilere rağmen sürdürdüğü görüşme ve pazarlıkların da etkisi altında, Recep Tayyip Erdoğan’la verimli şekilde “birbirinin eksiklerini giderici bir husûmet” (inimitié complémentaire ) sürdürmektedir. Adı konmamış bu işbirliğinde iki tarafın da paylaştığı avantaj, karşılıklı yandaşları nezdinde sağladıkları meşruluktur; düzenli olarak Meclis’teki Kürt partisini yasaklayıp kapatarak onu neredeyse her yıl isim değiştirmek zorunda bırakıp, başta lideri Selahattin Demirtaş olmak üzere seçilmiş temsilcilerinin hayli bir kısmını hapse atarak “köşeye sıkıştırmak” iki tarafın da işine gelmektedir. Seçilecek cumhurbaşkanını belirleme konumuyla geleceği parlak olan HDP, emir altındaki bir adliye tarafından dağıtılmaktan kaçınmak için cumhurbaşkanlığı seçiminde aday göstermekten vazgeçmek ve bağlanmış olduğu muhalefetin milliyetçi sapmasını sırtlanmak zorunda kalmıştır.

Jean-François Bayart

2023’teki bu Başkanlık ve Meclis seçimlerinin hakkaniyeti sorgulanabilir elbette. Yirmi yıldır medya organları Recep Tayyip Erdoğan’ın denetimi altında. Kamunun kanalı TRT’de, rakibi Kemal Kılıçdaroğlu’nun altmış katı görünmüştür! “Ülkedeki medya sistemi yurttaşları demokratik bir müzâkereden yoksun bırakarak kitlesel bir manipülasyon teşkil etmektedir” diye değerlendiriyor Sınır Tanımayan Gazeteciler (Reporters sans frontières) temsilcisi. 2013’ten beri muhalefet, sivil toplum, üniversite, okul, basın, yargıçlar ve avukatlar üzerinde ağır bir baskı vardır ve bunun bedeli hapse atılmalarla, işten çıkarılmalarla, keyfî sakatlamalarla, talana uğranarak ve banka yasaklarıyla ödenmektedir. 

Öte yandan AKP, istihdamda güvencesizliğin ve yoksullaşmanın arttığı bir durumda kayırmacılık sistemine git gide daha bağımlılaşan ve tüketim ya da barınma ihtiyaçlarını karşılamak için kredilerle geçinmeye çalışan seçmen tabanını kelimenin gerçek anlamında satın almayı becermiştir. Çığ gibi büyüyen hane borçlanması, “istikrar”ı bu tabanın var kalması için büyük bir zorunluluk haline getireli yıllar olmuştur ve Recep Tayyip Erdoğan’ın kullandığı güçlü bir argümandır. 

Son olarak bu seçimler, birinci turun ertesinde resmî Anadolu Ajansı’nın ilettiklerini uluslararası medya kuruluşlarının olduğu gibi kabullenerek alelacele tasdik ettikleri kadar îtirazsız olmamıştır. Seçmen listelerinin düzenlenmesi, sandık sayımları ve yerel sonuçların iktidar güdümündeki Yüksek Seçim Kurulu’nun bilişim sistemine aktarılmasındaki yöntemler çok sayıda itiraz başvurusuna mahal vermiştir.

Bununla birlikte, her ne kadar sorunlu da olsa bu seçim, ülkenin, zaten AKP’nin kendini taraf îlan ettiği gibi kültürel ve ahlaki düzeyde “muhafazakâr”, ama siyasi düzlemde “devrimci” olan bir “muhafazakâr devrim” biçimine savrulduğunu açığa vurmaktadır. Bu parti, yirmi yılı aşkın bir süredir kırsaldan kaçışın şehirlerde Recep Tayyip Erdoğan’ın alaya almaya doyamadığı laikçi seçkinler ve “monşerler”in “beyaz” Türkiye’si üzerine salmış olduğu “kara” Anadolu Türkiye’sinin rövanşına vücut vermektedir. Bu hususta AKP’nin seçmen tabanının konumu, geçmişte Prusya hakimiyeti altında yaşamış olan Polonya’nın A bölümü daha liberal ve Avrupa yanlısı görünürken, ülkenin 18. yüzyıl sonunda Rusya tarafından ilhak edilmiş olan doğudaki B bölümünün çıkarlarının kefilliğine soyunan Hukuk ve Adalet Partisi’ne (PIS) çok yakındır.

İki dünya savaşı arasındaki ya da bizim dönemimizdeki türdeşleri gibi Türk muhâfazakâr devrimi de Öteki karşısında duyulan hınçtan besleniyor. Milliyetçilerin kullanmaktan çok hoşlandıkları bir oksimorona başvurursak, “yerli yabancılar” vardır önce: Yani Türkiye vatandaşı Gayrimüslimler; çemberi daha genişletirsek bir de laikçi seçkinler vardır. Bu sonuncular, yozlaşmanın temsilcileridir ve Batı ajanlarıdır. Recep Tayyip Erdoğan, 1918 bozgunundan sonra Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalan toprakların pay edilmesini öngören ve travmasını 1922’deki Lozan Antlaşması’nın hiç silemediği 1920 târihli antlaşmaya atfen Türkiye’de “Sevr Sendromu” diye adlandırılan olguyu tepe tepe kullanmıştır. Bu bakımdan, Recep Tayyip Erdoğan Mustafa Kemal’in bir remake’idir. Sanal şekilde 1919-1922 arasındaki ulusal kurtuluş savaşını tekrar tekrar oynamaktadır.

Türkiye’nin mevzilenme düşkünü müfrit bir milliyetçiliğe bu savruluşunun ilk kurbanları kendi demokratlarıdır doğal olarak. Dışlanan toplum kesimlerinin ve Türk-Kürt-Ermeni diyaloğunun barış yanlısı neferi Osman Kavala, Açık Toplum Vakfı’nın sorumlusu Hakan Altınay, silahlardan ziyade Meclis kartını öne süren HDP lideri Selahattin Demirtaş, bu kurbanlar arasındaki en tanınmış çehrelerdir — göstermelik davalar sonunda mahkûm edilmişlerdir ve Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsî tutsaklarıdır bir nevi. Bunların durumlarının örnek teşkil etmesinin ötesinde, Erdoğan hukuk devletini saymaksızın on binlerce yaşamı mahvetmiştir. Yeniden seçilir seçilmez, mağlup rakibini yandaşlarına yuhalatması hiç iyiye alamet görünmüyor. Erdoğan destekçisi Fransız-Türk blog yazarı Davut Paşa şimdiden uyarıyor: “Küffar ve müttefikleri Türkiye’ye bir bahar istiyorlardı. Sonunda Tayyip ülkede büyük bir bahar temizliği yapacak. Bazıları hiçbir şey anlamayacak. Başkaları anladı ve şimdiden Ege’yi geçmekteler.”

Seçimin ikinci kurbanı Avrupa’dır. Bunu çok arandığını da kabul etmek zorunludur. Onlarca yıldır Ankara’yla yalancı pokeri oynamıştır. Aslında Türkiye’yi kötü olduğunda sevmektedir: Avrupa için pis işleri yaptığında (Soğuk Savaş sırasında “komünizm”e, yani sola karşı mücadele; bugün göçmenlerin ve sığınmacıların önüne set çekme); dolayısıyla da ellerini kirletmeyen liberal demokrasilerin kulübüne girme iddiasında bulunamaz — tıpkı patronların grev kırıcılarını sofralarına davet etmemesi ve yanlarında çalışanlara kız vermemesi gibi. Avrupa’nın tehdit gördüğü Türkiye, demokratik mücâdeleleriyle Avrupa Topluluğu’na kabul edilmesi tasarlanabilir hâle gelecek kadar saygınlaşan bir Türkiye’dir. 

Recep Tayyip Erdoğan art arda bu iki imkana da vücut vermiştir. Siyasî alanı Kürt sorunu da dahil olmak üzere özgürleştirdikten sonra, Brüksel’le müzakerelerde her türden ilerlemeyi imkansız kılan Nicolas Sarkozy’nin Fransa cumhurbaşkanlığına seçilmesinden sonra birden demokrasiden çark etmiştir. Bundan sonra, netameli bir yolda hiçbir fayda beklemeksizin karşılık vermek neye yarardı ki? Türkiye’deki seçimde Avrupa Topluluğu da kendi tarzında oy kullanmıştır: Tepeden bakarak, ulusal gururun ve Sevr travmasının közlerine üfleyerek. Avrupa’nın hesabı rezilce, stratejik bakımdan da budalaca olmuştur. Kendisi de kimlikçi partilerindeki seçmenin baskısıyla git gide daha fazla etnik-dinî bir yurttaşlık anlayışının tutsağı olan Avrupa, avantajlarını ölçmeye hiç yanaşmadan Türkiye’nin üyelik bedelini sorgulayıp durmuştur. Özellikle de üyelik talebi fiili olarak reddedildiği andan îtibâren bu ülkenin kabul edilmemesinin bedeli, İsviçre ya da Norveç gibi üye olmayı demokratik inisiyatifle reddeden ülkelerle ortaya çıkan bedelin tam tersi olacağından, kendini bu konuyu sorgulamaktan men etmiştir. Oysa alınan risk öngörülebilirdi ve bunu teşhis eden birkaç kişi vardık: Tedricî olarak çok taraflı taahhütlerinden ve ittifaklarından azar azar özerkleşerek kendisi gibi milliyetçi ülkelerle (Rusya, İran, İsrail, Çin) ortak dâvâ güden ve Akdeniz’de, Kafkasya’da, Sahraaltı Afrika’da kendi hesabına yoluna bakan bir “başına buyruk süvâri” (cavalier solitaire, free rider) stratejisinin gelişmesiydi bu. 

Bunu anlamak için Osmanlı İmparatorluğu’nun ruhunu zikretmeye hiç gerek yoktur. Recep Tayyip Erdoğan, Mustafa Kemal ve haleflerinin iki dünya savaşı arasındaki farklı durumlarda, İkinci Dünya Savaşı’nda, sonra da Soğuk Savaş’ta izledikleri yola dönmektedir. Sadece, onun stili daha gürültülüdür ve az çok ikikutuplu uluslararası ittifaklar sistemi yerini daha açık ve tehlikeli bir “başına buyruk süvâriler” oyununa bırakmıştır.

Seçim kampanyasını izleyen gazetecilerin dediklerine bakılırsa, Recep Tayyip Erdoğan’ın millî gururu vurgulaması, Türkiye’yi en büyük on küresel güç arasına sokacağı iddiası, NATO’ya ve Avrupa Birliği’ne kafa tutma kapasitesi, artık Ukrayna, Etiyopya ve Azerbaycan’daki savaş meydanlarında kullanılan silâh sanayiinin güçlenmesi, işbaşındaki koalisyondan yana oyları artırmıştır; hem de ülkeyi vuran ve sorumlusu bol keseden hatalar sıralayan hükûmet olan ekonomik ve malî krize rağmen.

François Mitterrand, ”Milliyetçilik savaştır” diyerek uyarmıştı bizi. Aynı anda Türkiye’yle yaşadığı kıta sahanlığı ve karasuları anlaşmazlığı zemininde yapılan Yunanistan seçimlerinde muhâfazakâr başbakan görevde kalmıştır, fakat aşırı sağdan kurtulmaya imkan bulamamıştır — Temmuz ayında yapılacağı ilan edilen seçimin sonuçları başka türlü çıkmazsa. Balkanlar’da ise, Moskova ve Ankara’nın da bir parçası oldukları Yugoslavya sonrasının şiddetli çekişmeleri bitmekten uzaktır. Ukrayna Savaşı’ndan, Arap dünyasındaki çatışmalardan ve Türkiye’nin de dahil olduğu Ermeni-Azeri çatışmasından söz etmedik daha…

Bunlardan zorunlu olarak çıkarılması gereken iki sosyoloji dersi vardır. Bir yandan, çağımızda küresel ölçekteki muhâfazakâr devrim, düpedüz “ulusal-liberal”dir. Son kitabım “Devletin Enerjisi”nde (L’Energie de l’Etat, La Découverte, 2022) anlattığım o üçgen kurma mantığı içinde, egemenlikçi milliyetçilikle ekonomik liberalizmi ve kültürel kimlikçiliği uzlaştırmaktadır. Diğer yandan, 8 Mayıs’ta Le Temps gazetesine verdiğim son yazımı eleştirenlerin Emmanuel Macron ile “illiberal demokrasiler” arasında her tür mukayeseye karşı çıkarak kabul etmemekte ayak diredikleri nokta: Hiçbir toplumun buna karşı korunması yoktur. Şunun veya bunun niyetleri üzerine yakıştırmalarda bulunmak değil; siyasî durumların mantıklarını kapmak söz konusu.

Bu arada Fransa’da, göç karşıtı yasa tekliflerinde Ulusal Birlik’le (Rassemblement National) aralarındaki son farklılıkları da ortadan kaldıran Cumhuriyetçiler’in (Les Républicains) foyası meydana çıkmıştır; İçişleri Bakanı Gérard Darmanin ise onları da geçmeye uğraşmaktadır. Emmanuel Macron, kuşkusuz anlayış noksanlığından kazadurduğu o kara deliğe çekilecek — biz de onunla beraber.

Bu kimliksel kovalamacada, Türkiye, bunun galibinin hep kim olduğunu hatırlatıyor bize. Orada güncel olarak yaşananlar bizimkinden ayrılamaz; zîra yerküremizdeki muhafazakâr devrim, insicamı içinde, üçgen kurma sistemiyle anlaşılmalıdır: küresel bütünleşme + ulus-devletin evrenselleşmesi + kimlikçilik = ulusal-liberal küreselleşme (19.-21. yüzyıl). Putin’i, Orban’ı, Trump’ı ve Netanyahu’yu sevdiniz mi? Yeni Erdoğan’a bayılacaksınız — kuşkusuz Macron da, veya şimdiden zevkten dört köşe bir vaziyette ellerini ovuşturan müstakbel başkan — hani şu kedileri seven kadın: Marine Le Pen de.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.