Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

René Backmann: “Ortadoğu’da Çin’in ‘dostâne ilişkileri’ yeni bir jeopolitik çağ açıyor”

Mart ayı başında, Suudî Arabistan ile İran, on yıllık bir husûmetten sonra, aralarındaki diplomatik ilişkilerin yeniden başlatılacağını îlân ediyorlardı. Şimdi dönüp bakınca bu yakınlaşmadan istifâde edenlerin, görüşmeleri başlatan Çin, bir de Suriye olduğu görülüyor. Asıl kaybeden ise İsrail. René Backmann’ın Mediapart‘taki yazısını Haldun Bayrı çevirdi.

İstilâsız, askerî müdâhalesiz, kralları tahtından etmeden, kitlesel halk hareketine de yol açmadan, yeryüzünün en istikrarsız bölgelerinden biri olan Ortadoğu’nun jeopolitik ve stratejik panoraması belki de târihî diye nitelenebilecek bir değişim yaşadı.
Çin’in girişimi ve etkili yardımıyla, Suudî Arabistan’daki Sünnî monarşi ile İran Şiî Cumhuriyeti kısa süre önce yeniden diplomatik ilişki kurdular ve İran’ın Suudî Arabistan’daki büyükelçiliği 6 Haziran Salı günü tekrar açılıyor.

Her an patlamaya hazır bir rekabet ve müttefikleriyle taşeronları üzerinden yürüttükleri, bölgeyi birçok kez kaosun kıyısına iten yerel savaşlarla geçen on yıldan sonra, bu göz alıcı yakınlaşma şaşırtabilir. Şâyet sürer ve sağlamlaştırılırsa, stratejik bakımdan “yeni bir çağ” başlatabilir ve İsrailli strateji uzmanlarının şimdiden “bölgesel bir yatışma” diye adlandırdıkları olguya yol açabilir.

İran Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan, Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi ve Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Prens Faysal Bin Ferhan 6 Nisan 2023’te Pekin’de bir toplantıda.

Bu yakınlaşmanın teşvikçilerine göre, yumuşamanın olumlu etkileri bölgedeki ülkelerin tümüne yayılabilir. Yemen’den Türkiye’ye. Irak’tan Lübnan’a. Israil’den Filistin topraklarına ve Suriye’ye… artık bu ülkeden ne kaldıysa.
Geçen üç aya bakınca, bu diplomatik sürprizin gerçek kapsamı nedir? Çin’in ne olduğunu bildiğimize göre –iktidar ve nüfuz hırsı haddinden fazla, milliyetçi, militarist ve fetih peşinde bir diktatörlük–, Şi Cinping’in Riyad ile Tahran arasında iyi ilişkiler geliştirilmesini desteklemek gibi “asil bir girişim”e bölge halklarının mutluluğu için mi giriştiğini sorabiliriz kendimize. Öncelikle Pekin’in ekonomik ve stratejik çıkarları bahis konusu.  

Obama yıllarında Amerika’nın eksenini Pasifik’e doğru “çevirmesi”nden, sonra da ABD ile Avrupalılar’ın Rus saldırısı karşısında Ukrayna’ya sağladıkları diplomatik, politik, stratejik öncelikten istifâde eden Pekin, epey zamandır açıkça vurguladığı bir irâdeyi hayâta geçiriyor: Bölgede belirleyici bir etken olmak.

Dünyanın artakalanının Ortadoğu’daki durumun evrimi karşısında ilgisizliği ya da bilgisizliği bu hırsa alan açıyor ve Çin rejimine, akaryakıt ihtiyâcının esaslı bir kısmını tedârik ettiği Basra Körfezi’nde oynadığı büyük ekonomik rolü somut bir diplomatik hamleye dönüştürme imkânı veriyor.

İsrail’de Binyamin Netanyahu doğaçlama bir ulusal birlik kotarmak ve kamuoyundaki kendine karşı öfkeyi yabancılara doğru çevirmek için yeniden “varlığımız tehlike altında” söylemine başvuruyor. İsrail’in İran İslâm Cumhuriyeti’ni vurması ve böyle bir olayın bölgede yol açacağı kaosun kendi petrol ve gaz teslîmâtında yol açacağı aksamalardan çekinen Pekin işi hızlandırmayı seçti yani. Washington’ın bölgede İran’ın iki rakibini, Suudî Arabistan ile İsrail’i yakınlaştırma stratejisini geride bıraktı. O strateji Trump tarafından Tahran’ı tecrit etmek ve caydırmak için tasarlanmıştı, ama uzun süredir ârıza sinyalleri veriyor.

Şimdiye dek Riyad’la Tahran arasında düşünülemez olan bir anlaşmaya hâmilik edip, kendi enerji tedârikinin emniyetini tehlikeye atan her eyleme karşı olduğunu belirterek, Çin, bölgedeki jeostratejik dengeyi ve istikrârı garanti altına almaya hazır bir “barış gücü” olarak sunuyor kendini. Yani caydırıcı ve koruyucu süpergüç olarak ABD’ye rakip, hattâ onun yerine aday oluyor. Yıllardır düşünülüp olgunlaştırılmış bir küresel hırsın teyidi bu.

2016’da “China Arab Policy Paper”ın yayınlanması, sonra Şi Cinping’in Mısır, Suudî Arabistan ve İran ziyâretleri ve o sırada Körfez İşbirliği Konseyi ile İslâm İşbirliği Teşkîlâtı’na bağlı devletlerin başkanlarıyla görüşmesinin açıklaması budur. O görüşmelerde çok sayıda iki-taraflı anlaşma, ayrıca çok sayıda silâh teslîmatı sözleşmesi de imzâlanmıştı.

ABD’nin silikleşmesi

Suudî Arabistan ise kendi payına Körfez’deki istikrârın ve güvenliğin sağlanmasına daha çok önem vermektedir; dolayısıyla akaryakıt ve gaz ihrâcatının büyük kısmı İran topları ve füzelerinin menzilindeki Hürmüz Boğazı’ndan geçerken, Çin’in arabuluculuk teklifine daha çok ilgi göstermektedir. Esas olarak Washington’ın tedârik ettiği silâhların niceliğine ve niteliğine rağmen ordusu, İran ile müttefiklerinin çok değişik biçimler alabilen tehditlerine kafa tutmakta yetersiz kalmaktadır.

Üstelik yaklaşık yetmiş yıldır krallığın târihsel koruyucusu olan ABD, Eylül 2019’da ve Mart 2022’de Suudî petrol tesislerine İran tarafından düzenlendiği, esinlendiği ya da denetlendiği bâriz olan saldırılar karşısında pasif kaldığından beri artık güven vermemektedir. Obama tarafından 2011’de Irak’tan 39 bin askerin çekilmesiyle başlayan ve Trump tarafından da sessizce sürdürülen bir nüfuz gerilemesi vardır.

Oysa ortak düşmanları İran karşısında İsrail ile Arap ülkelerinin ilişkilerini “normalleştirmesi” gereken İbrahim Anlaşması’nın kökenindeki Amerikan Başkanı, bu karmaşık Ortadoğu’dan “ayrılma” konusunda açık konuşmuştu. 2017’de Riyad’a yaptığı “târihî” ziyâret sırasında, Suudî yöneticilerini ve bölgedeki ulusların hükümdarlarını ya da başkanlarını, Amerika’nın dostlarının artık kendilerini savunmak için kendi kuvvetlerine güvenmeleri gerektiğini söyleyerek uyarmıştı. Bu uyarı, Riyad’ı ve bölgenin diğer başkentlerini, silâh tedârikçilerini çeşitlendirme konusunda harekete geçirmişti. Bundan yararlananlar da, Moskova ile, krallığın birinci ticâret ortağı hâline gelen Pekin olmuştu.

Nihâyet 2018’de Trump yönetiminin üç yıl önce Obama yönetimi tarafından imzâlanmış olan İran’ın nükleer programının uluslararası denetimi anlaşmasını kınama karârı ve o zamandan beri bu anlaşmaya dönme imkânsızlığı, Riyad’ı Tahran’ın nükleer silâha erişiminin bir vâdede muhtemelen kaçınılmaz olduğuna iknâ etmişti. Dolayısıyla da bu kadar amansız bir komşuyla sâkin ilişkiler kurma hedefiyle yeniden diyaloğa geçmenin daha bilgece olduğuna hükmetmişti. Çin’in “dostâne ilişkiler”inden epey önce başlatılmıştı bu.

Vahhabî krallığın güçlü adamı, Veliaht-Prens Muhammed Bin Salman bu yakınlaşmayla şahsen ilgileniyordu. Ekim 2018’de muhâlif gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın katledilmesindeki sorumluluğunu unutturmayı denemek için bu göz alıcı diplomatik girişime güveniyordu. O cinâyetteki sorumluluğu onu bir parya hâline getirmişti; özellikle ABD’de hâlen persona non grata (istenmeyen kişi).

İran rejiminin yöneticileri ise, ısrarlı bir ekonomik krizle ve büyüyen bir siyâsî ve toplumsal hoşnutsuzlukla uğraşırken, 2015’teki nükleer anlaşmasının sürmesi için görüşmeleri sürdürmenin boşuna olacağından git gide daha fazla emin olmaktaydılar. Ve nükleer programlarına karşı İsrail ile ABD’nin yürüttükleri “yasadışı savaş”ın açık bir askerî müdâhaleye dönüşmesini engellemek için bir caydırıcılık biçimi bulmaları gerekiyordu.

Uluslararası yaptırımlara rağmen İran’ın petrol ürünlerinin büyük ama ihtiyatlı ithâlâtçısı Pekin, Trump’ın İran’la nükleer anlaşma görüşmelerini kesmesini kınamıştı ve 2021’de Tahran’la, İranlı yöneticilerin bu caydırıcılığa önemli bir katkı telakkî ettikleri yirmi beş yıllık bir “stratejik ortaklık” kurmuştu.

Bu bakımdan, İsrail ve ABD tarafından şimdiye kadar anahtar öneminde bir müttefik gibi sunulan bölgedeki başlıca rakipleriyle ilişkilerindeki resmî normalleşme, Tahran için büyük bir koz. Umulmadık bir şey. Ustalığıyla meşhur olan İran diplomasisi bunu ihmal edemezdi.

Bu anlaşmanın tek başına Ortadoğu’daki ya da Körfez’deki gerginlikleri yatıştıracağını sanmak tehlikeli bir safdillik olur. Fransa Dışişleri Bakanlığı’nın eski Kuzey Afrika-Ortadoğu direktörü Denis Bauchard’ın dikkat çektiği gibi: “Diplomatik ilişkilerin yeniden kurulması Suudî Arabistan ile İran arasındaki mevcut ‘yapısal’ rekabeti gizleyemez — ki bu rekabetin büyük kısmı Şah zamânında da vardı: her iki tarafın güç irâdesini vurgulaması, Farisîler’le Araplar arasındaki geleneksel uzlaşmaz çelişki, İran’ın Körfez’i denetimi altında tutma ve özellikle Suudî Arabistan’daki Şiî azınlıkları koruma kararlılığı, ‘Amerikan emperyalizmine karşı direniş ekseni’ni ayakta tutma, hattâ kuvvetlendirme kaygısı.”

Şam’ın tecrîdinin son bulması

Ortadoğu ülkelerinin büyük kısmı tarafından çok olumlu karşılanan Suudî-İran anlaşması, Tahran ve Riyad’ın ellerinde bulundurdukları müttefik, borçlu ve müşteri ülkelerin ağlarıyla büyütülerek şimdiden bâzı görünür sonuçlara yol açtı — farklı türde ve kapsamda önemli sonuçlar bunlar.

Bunların en göz alıcılarından biri, Moskova ile Tahran‘ın koruması altındaki Beşar Esad Suriye’sinin Arap Birliği’ne dönüşü oldu. Arap Birliği’nin Suudî Arabistan’ın Cidde kentinde kısa süre önce toplanan son zirvesinde Suriyeli diktatörün hazır bulunmasıyla bu dönüş somutlaştırıldı. Çin’in de rızâsı alınarak Rusya tarafından pazarlıkları yürütülen Şam’ın bu geri dönüşü, 600 bin ölüme yol açan ve 6 milyondan fazla kişinin zorla sürgüne gitmesine neden olan bir iç savaşın sorumlusu diktatörlüğün diplomatik tecrîdine fiilen son veriyor. 

Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır ya da Katar gibi bâzı Arap ülkeleri, erken olduğuna hükmettikleri bu dönüşün isâbetliliğine îtiraz ettiler. Ama bölgede neredeyse hiç kimse bunu ilkesel olarak tartışmıyor.

Abu Dabi 2018’den îtibâren Şam’la yeniden diplomatik ilişkiler kurmuştu. İran ve Mısır başkanları arasında bir zirvenin hazırlanmakta olduğu söyleniyor. Suudî elçilerle Husi isyanının (İran’ın desteklediği) yöneticileri arasında Yemen’deki çatışmaya son vermeye yönelik görüşmelerin iyi yolda olduğu söyleniyor. Tıpkı Türkiye’yle Körfez devletleri arasındaki yakınlaşma gibi — Türk bankalarına Abu Dabi’nin 10 milyar dolar, Riyad’ın da 5 milyar dolar yatırmasının bunu kolaylaştırdığı da doğru tabiî. Şam rejimi ve Suriye’nin yeniden inşâsına katılmak isteyen bölgedeki şirketler de Körfez ülkelerinin cömertliğine güveniyorlar.
Türkiye’nin bu tertibatta büyük bir rol oynaması bekleniyor. 550 kilometrelik bir sınırı paylaştığı ve ona düşük fiyatlı petrol tedârik eden İran’la iyi ilişkiler sürdüren Ankara, bölge refâhı için olumlu bir vaat olarak selâmladığı Çin’in girişimini beklemeden Riyad’la ilişkilerini yeniden sıkılaştırmıştı.

Kaldı ki Erdoğan’ın İslâmî-milliyetçi rejimi Pekin’le de eskiden beri karşılıklı olarak faydalı ilişkiler sürdürmektedir; bu ilişkilerdeki ekonomik pragmatizm, Türkçe konuşan Müslüman Uygurlar’la insânî, dinî ya da dilsel dayanışmaya uzak ara baskın çıkmaktadır.

Ankara Şam’la da yarın yeniden ilişki kurmak zorunda kalacaktır — hiç değilse Türkiye’de barınan ve varlıklarıyla ülkenin yaşadığı ekonomik zorlukların en azından bir kısmının sorumlusu olan 4 milyon civârında Suriyeli sığınmacının dönüşünü sağlamak için. NATO üyesi Türkiye’nin Rusya’yla sürdürdüğü iyi ilişkilerin bunu kolaylaştırması beklenmektedir.

İsrail sisler içinde

Benzeri görülmemiş bir siyâsî krizle karşı karşıya kalan Netanyahu’nun Riyad’la ve Sünnî monarşilerle yakınlaşmadan çok şey beklediği İsrail’de, Suudîler’in çark etmesi hakikî bir hakaret olarak yaşanmaktadır. Arap dünyasıyla ilişkilerdeki “normalleşme”den en çok yararlanacak bu ülke, Vahhabî diplomasisinin rota değişikliğiyle en çok kaybeden olmaktadır.

Suudîler’in yeni Ortadoğu stratejisi İsrail’i sisler içinde bırakıyor” diye saptıyordu geçen hafta Haaretz gazetesi. “Yeni bir çağ başlangıcı mı?” başlıklı bir belgede, iki siyâsî ve askerî strateji uzmanı, Suudî girişiminin tam da İsrail’in tehlikeli zayıflık belirtileri gösterdiği anda geldiğini tespit ediyorlar — toplumsal ve siyâsî istikrarsızlık ile Amerikan yönetimiyle yaşanan gerginlik bu zayıflık belirtilerinin en vahimleri.

Yararlı gördükleri her anda, Suriye semâlarının teorik bekçileri Rus meslektaşlarına bir telefon açtıktan sonra Suriye’deki İran hedeflerini vurmayı alışkanlık hâline getirmiş olan askerler ise soruyorlar şimdi: Şam’ın Arap Birliği’ne dönüşünden sonra bu işler sürebilir mi?

Netanyahu’nun danışmanlarının kaydettikleri bir nokta: Son Arap Birliği zirvesi sırasında MBS, babası yaşlı kral Selman’ın 2002’de, Arap ülkelerinin İsrail’i tanımaları karşılığında bir Filistin devletinin kurulması ve İsrail’in 1967’de işgal ettiği tüm topraklardan çekilmesine dayanan bir “Arap barış girişimi” önermiş olduğunu birçok kez hatırlattı. Ve “Filistinliler’in Krallık öncelikleri arasında olduğu”nu tekrarladı.

Bu sözler, koloniler kurma yanlısı fanatiklerin hâkim olduğu İsrail Başbakanı’nın çevresinde endîşe yarattı. Filistin dâvâsının sıkı bir savunucusu olarak tanınmayan, ama krallığına İslâm dünyasının liderliği statüsünü temin etmeye niyetli MBS’nin, İsrail’in bugün içinde bulunduğu zayıflık durumundan yararlanarak 2002’deki girişimi yeniden ortaya sürmesinden çekiniyorlar.

Yıllardır birbirini izleyen İsrail hükûmetleri tarafından, Arap dünyasının da dâhil olduğu “uluslararası câmia”nın suç ortaklığıyla diplomatik gündem dışında bırakılan Filistin sorununun bölgedeki siyâset sahnesine muhtemel dönüşüne sevinsek bile, bu varsayıma fazla bel bağlamak temkinsizlik olur. Çin’in girişimini yönlendiren sâdece jeostratejik çıkarları olmuştur. MBS’e güvenme meselesine gelince…

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.