Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Barınma sorunu, deprem rantı ve adalet | Gezi tutuklusu Tayfun Kahraman yeni kitabını anlattı

Gezi Parkı davasında 18 yıl hapis cezasına çarptırılan şehir plancısı Dr. Tayfun Kahraman’ın “Adaleti beklerken: Deprem, Siyaset, Kent” kitabı Gezi Parkı eylemlerinin 10. yılında yayımlandı. Kahraman kitabında, Kahramanmaraş merkezli depremleri, 14 Mayıs seçimleriyle ilgili görüşlerini anlatıyor. Medyascope’un sorularını yanıtlayan Tayfun Kahraman, 14 ve 28 Mayıs seçimlerinin Türkiye için fırsat olduğunu ancak gelecekten umutsuz olmadığını söyledi.

Depremin ardından Türkiye çok önemli iki seçim geçirdi. Seçimi 21 yıldır iktidarda olan AKP kazandı. Tayfun Kahraman da Gezi Parkı eylemlerinin 10. yılında, hem depreme hem de seçimlere dair değerlendirmelerinden oluşan kitabını yayımladı. Kahraman kitapta, Türkiye’nin konut sorununu, imar aflarını ve rant ekonomisini de anlatıyor.

“Siyasî tutuklu olduğum için şehir plancısı olarak söylemek istediklerimi ancak yazarak ifade edebildim”

Gezi eylemlerinin 10. yılında çıkan “Adaleti beklerken: Deprem Siyaset ve Kent” kitabınızda 6 Şubat Kahramanmaraş merkezli depremi ve 14 Mayıs seçimleriyle ilgili gözlemlerinizi, değerlendirmelerinizi yazdınız. Özellikle hem siyasî tutuklu hem de şehir plancısı olarak Türkiye’nin en önemli iki olayında cezaevinde olmanız nasıl hissettirdi, bu kitap o anlamda neyi kırdı?

Kitapta yazdıklarım geçen bir yılda cezaevinde iken ülkemizde gelişen önemli olaylara ilişkin görüş ve yorumlarımı içeriyor. Haliyle kaçınılmaz olarak 6 Şubat depremleri ve 14-28 Mayıs seçimleri ön plana çıktı. Fakat bunların yanında şehircilik alanında yaşanan ve günlük hayatımızı derinden etkileyen konut sorunu, imar afları, imar mevzuatı, rant ekonomisi, kentsel dönüşüm gibi konularda da değerlendirmelerimi içeriyor. Sadece deprem ve siyaset gündemini değil, kent yaşamını etkileyen diğer başlıklarda da uzmanlık alanlarımın perspektifinden bakarak güncel yorumlarımı ve önerilerimi aktarmaya çalıştım. Türkiye’de yaşanan bu en önemli iki olay sırasında siyasî tutuklu olduğum için şehir plancısı olarak söylemek istediklerimi ancak yazarak ifade edebildim. Böylece bu kitap dört duvar arasından dışarıya dair değerlendirmelerimi aktarma ve tecridi kırarak sesimi duyurma fırsatı yarattı benim için. Ama şunu belirtmeliyim ki özellikle Maraş depremleri sonrası deprem güvenliği konusunda yöneticilik düzeyinde görev yapmış bir uzman olarak cezaevinde olmak ve hiçbir şey yapamamak çok zor geldi. Bu durumda yapılabilecek tek şey yazmak ve ben de öyle yaptım.

OKUYUN: Gezi tutuklusu Tayfun Kahraman, Medyascope’un depremle ilgi sorularını yanıtladı: “Bizim mevzuat sorunumuz yok, sistem ve ahlak sorunumuz var”

Kitaba neden “Deprem, Siyaset ve Kent” ismini verdiniz?

“Deprem, Siyaset, Kent” olan kitabın alt başlığı, üst başlıktaki “Adaleti Beklerken” ile beraber okunduğunda gerçek anlamda adaletin hakim olmasını beklediğimiz alanları işaret ederken bir taraftan da benim bireysel adalet bekleyişimi vurguluyor. Öğrencilikten başlayarak meslek hayatım boyunca depreme dayanıklı, sağlıklı ve güvenli yaşam alanları, kent hakkı ve herkes için erişilebilir kentsel hizmetler, demokrasi ve adaleti temel alan bir siyaset için emek verdiğim için toplumsal ve bireysel anlamları iç içe zaten. Başlık bu anlamda, 10. yılında Gezi’nin toplumsal anlamını ortaya çıkaran kavramlara güncel bir eleştirel bakış ortaya koyarak uzun zamandır konuştuğumuz ama gerçekçi ve adil çözümler üretemediğimiz taleplere referans veriyor.

“Cezaevinde olmanın en zor yanı yaşadığımız hasret”

“Biz bu bedeli şerefle öderiz” bölümünde cezaevinde olmanın, sevdiklerinize ayda bir kez dokunuyor olmanın zorluğunu ve size hissettirdiklerini anlattınız. Bu noktada sizi ayakta tutan duygu ne?

Hukuksuz bir şekilde tutuklu olduğumuzun bilinciyle dışarıdan gelen destek ve dayanışma bize güç verse de cezaevinde olmanın en zor yanı yaşadığımız hasret. Bizi ayakta tutan en güçlü duygu ise haklılığımıza olan güven. Milyonlarca insanın demokrasi, adalet, özgürlük ve kardeşlik taleplerine tercüman olduğumuz için bize yaşatılan tutsaklık karşısında, bu haklılığı paylaşanların verdiği destek büyük bir güç veriyor. Kolay olduğunu söyleyemem ama haklı olmanın gururu hep bizimle olacak.

İZLEYİN: #GeziDavası | Tutuklanan Tayfun Kahraman kızıyla vedalaştı

6 Şubat depreminde cezaevinden bakınca ne gördünüz, AKP nasıl bir sınav verdi?

Kitapta da sıkça altını çizdiğim ve örneklerle anlattığım gibi 21 yıldır iktidarda olan AKP, 6 Şubat depremlerinde çok kötü bir sınav verdi ve sınıfta kaldı. Bir milat olarak nitelenen, her şeyi değiştireceği söylenen Marmara depremi sonrasında iktidara gelen AKP’nin bu sürede hiçbir temel çözüm üretmediği ortaya çıktı. Başta kırılgan konut dokusunun yenilenmesi olmak üzere deprem öncesi alınması gereken önlemler alınmadı. Hatta yeni yapılan yapılarda bile gereken denetimlerin yapılmadığı, asgari teknik gereksinimlerin dahi gözetilmediği gerçeği ortaya çıktı. Bunlar yetmezmiş gibi hiçbir mühendislik hizmeti almamış kaçak yapılar İmar Barışı adı altında affedildi. Kötü yönetim örnekleri deprem öncesi hazırlıklar ile de sınırlı kalmadı. Afet sonrası müdahalede de geçmişten kötü bir noktada olduğumuzu gördük. Bu başarısızlığın bedelini, acısını hala çektiğimiz on binlerce insanımızın canı ile ödedik. Ne yazık ki deprem bölgesindeki yurttaşlar yaşadıkları kayıplar üzerine hala bu iş bilmezlik ve beceriksizlik ile uğraşmak zorundalar.

“Deprem gerçeği karşısında toplumun güvenliği değil rant üretmek öncelik olarak alındı”

1999 depreminin ardından hangi önlemler alınmalıydı, neden alınamadı?

1999 Marmara depreminin bize gösterdiği kentlerimizin ve mevcut konut stokumuzun depremlere karşı güvenli olmadığı ve bir an önce bunlara müdahale edilmesi gerektiğiydi. Deprem güvenli kentler için imar planları ve zemin çalışmaları yenilenmeli, mevcut kırılgan yapı stoku güçlendirilmeli, yeni yapıların mevzuata uygun olarak yapılması sağlanmalı, afet sonrası müdahalede etkinliği arttırmak üzere afet yönetim planları hazırlanmalı ve uygulanmalıydı. Fakat tüm bu aşamalarda hâlâ çok büyük sorunlarımız olduğunu ve yol kat edemediğimizi acı bir şekilde tecrübe ettik. Bu önlemler neden alınamadı? Çünkü iktidar yürüttüğü sistematik rant ekonomisi gereğince bu gerçek ile yüzleşmek istemedi. Deprem gerçeğini görmezden gelerek önlem alıyormuş gibi yaptı. Bu sorunlarla uğraşmak yerine, kamu otoritesini kaynak transferi yapmayı kolaylaştıran rant projeleri için kullanarak; kamu kaynaklarını bu alanlara aktardı. Popülist bir yaklaşımla görünmeyen ama gerçek bir tehdide karşı önlem almaktansa kaynakların büyük ama hayali “çılgın projelere” aktarılması tercih edildi. Yani deprem gerçeği karşısında toplumun güvenliği değil rant üretmek öncelik olarak alındı.

Deprem bölgesindeki yıkımın ardından kentlerin eski günlere dönmesi mümkün mü, yeniden inşa sürecinde ne yapılmalı?

Tabii ki mümkün. Başta en büyük kaybı yaşayan Hatay-Antakya olmak üzere tüm kentlerimizi hayata döndürebiliriz. Sadece yeniden inşa etmekten bahsetmiyorum, bu kentlerin yeniden eski canlı günlerine, özgün kimlik ve kültürleriyle hayata dönmelerini sağlayabiliriz. Bunun için kentlerin sadece yapılı çevreden oluşmadığı, sakinleriyle, tarihi ve kültürel dokusuyla bütünleşik birer canlı organizma olduğu, onlara değer ve kimlik verenin üzerinde gerçekleşen faaliyetler olduğu bilinciyle önceliğimiz çağdaş ve katılımcı bir anlayışla planlamak olmalı. Bu anlamda depremde zarar gören kentlerimizi sosyal, ekonomik tarihi ve kültürel dokusuyla korumalı ve onarmalı, tüm değerleri ile birlikte yeniden inşa etmeliyiz. Yapıları yeniden yapmak belki de en kolayı ama bununla yetinilirse kentlerimizi geri kazanacağımızı söylemek mümkün değil. Aksi yapılırsa emin olun sonuç bir film stüdyosundan fazlası olmayacaktır.

Kitabın girişinde kamu mülkiyeti varlığının eşitsizliğin çözümü ve dezavantajlı grupların korunmasında dengeleyici unsur olduğunu belirttiniz. AKP iktidarı döneminde bu denge nasıl bozuldu?

Bu dengenin AKP iktidarı öncesinde de olduğunu söylemek güç. Tabii ki AKP ile beraber değişen ekonomi politikalarının sonucu neo-liberal kentleşme ile bu denge hızla daha da fazla bozuldu. Örneğin 1950’lerin hızlı kentleşme döneminde konut sorununa çare üretemeyen iktidarlar işçilerin kentte varlığını sürdürmelerini sağlamak üzere kamu arazilerine gecekondu yapmalarına izin verdi. Bu şekilde çare üretemediği bir alanda yeni kentlilerin kendi çözümlerine göz yumdu. Fakat AKP iktidarı bir yandan bu alanları kentsel arsalara dönüştürerek yeni inşaat alanları açarken odaklanırken, diğer yandan da kent merkezlerindeki büyük kamu arazilerini prestij projeleri için büyük sermayeye devretti. Yani kentte değer üretimini üst sınıfların rant arayışına endekslerken, alt sınıfları yerlerinden etti. Bunun yerine kamu mülkü olan kentsel toprağa, kentliler arasındaki eşitsizlikleri azaltmak ve herkesin sağlıklı, güvenli, depreme dayanıklı konutlara erişimini sağlamak amacıyla yaklaşmak adil ve yaşanabilir kentler üretmemize olanak sağlayacaktır. Bunun için hala çok geç de değil.

1994 – 2019 yıllarında İstanbul Büyükşehir Belediyesi AKP tarafından yönetildi. Siz yeni yönetimle İBB’de deprem risk yönetiminde söz sahibisiniz. Geçmiş yönetimin projelerini de incelediniz. Nelerle karşılaştınız?

Evet, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ndeki yönetim değişikliği ile beraber 2019 yılından cezaevine girene kadar özellikle depreme yönelik çalışmalarda bürokrat olarak görev aldım. Tabii cezaevinde olduğum sürede bu çalışmaları ancak uzaktan takip edebildim. Göreve geldiğimizde, öncesinde de İBB faaliyetlerini yakından takip ettiğim için, nelerle karşılaşacağımızı büyük oranda biliyordum. İstanbul için 1999’dan bu yana deprem konusunda hiçbir şey yapılmadı denemez ama yapılması gerekenlerin çok küçük bir kısmı hayata geçirildi. Örneğin; İstanbul’un imar planlarına altlık teşkil eden zemin haritaları üretilmişti fakat riski yaratan mevcut kırılgan konut stokunun güçlendirilmesi veya yenilenmesi konusundaki çalışmalar çok yetersizdi. Daha birçok örnek verilebilir. Bu nedenle göreve gelir gelmez yaptığımız ilk iş İstanbul’un deprem karşısında kırılgan konut stokunu tespit etmeye ve yapılacak müdahaleyi önceliklendirmeye yönelik çalışmalara ağırlık vermek oldu. Böylece 6 Şubat depremleri sonrasında çokça konuşulan ve talep gören hızlı tarama çalışmalarına başladık.

Gezi Parkı eylemleri betonlaşmaya itiraz ile başladı. Sonucunda eylemciler polisin sert müdahalesi ile karşı karşıya kaldı. Gezi’nin 10. yılında kent planlaması noktasında neredeyiz, kent planlamasında katılımın önemi ne?

Kitaptaki yazılardan biri de tam bu sorunuza cevap arıyor. Gezi’nin açtığı yolda kent planlamada katılım konusunda geldiğimiz noktayı tarif etmeye çalıştım. Gezi’de insanlar yaşam alanlarına yapılan müdahalelerde söz sahibi olmak istediklerini söylediler. Bunun en önemli aracı ise kent planlamasına halkın katılımı. Bugün, ne yazık ki 10 yıl öncekinden de geri bir noktadayız. İmar planları tamamen siyasilerin yönlendiriciliğinde, kamunun ihtiyaç ve taleplerinden bağımsız biçimlenen, bürokratik bir zorunluluktan ibaret, salt teknik bir belge olarak tanımlanmak ve kentlilerin katılımından uzak tutulmak isteniyor. Özellikle imar rantının bu kadar önem kazandığı bir dönemde, siyasiler bu yetkilerini paylaşmaktan imtina ediyorlar. Fakat katılımda ısrarcı olmaya devam edeceğiz.

Son olarak seçimleri sormak isterim. 14 Mayıs’ta bir tarafta seçimi kazanmaya odaklanmış bir muhalefet diğer tarafta da kutuplaştırıcı bir dili seçen iktidar. Ama seçimden o dil galip çıktı, 21 yıllık AKP iktidarı ve Erdoğan seçimi kazandı. Bizi nasıl bir Türkiye bekliyor? Gelecekten umutlu musunuz?

14 ve 28 Mayıs seçimleri gerçekten de ülkemizin geleceği açısından çok önemli bir fırsattı. Bu anlamda muhalefet değişim arzusunu temsil etmek isterken, AKP iktidarını korumak üzere yine kutuplaştırıcı, hatta düşmanlaştırıcı kimlik politikalarına sarıldı ve meşru-gayrimeşru tüm olanakları kullanarak yeniden iktidar olmayı başardı. Elbette muhalefete destek veren seçmenler arasında büyük bir hayal kırıklığı ve umutsuzluk hakim. En tehlikeli nokta olan bu umutsuzluk çukurundan bir an önce kurtulmak lazım. Aslında bu iktidarın düşülmesini istediği bir tuzak. Çünkü iktidar siyasal alanı daraltarak siyaseti sadece seçimlere indirgemek istiyor. Baskıcı politikalara karşı hayatın her alanında toplumsal muhalefeti yükselterek kurumsal muhalefetin de bunu sahiplenmesiyle siyaset alanını genişletmemiz gerekiyor. Umutsuz olmak gibi bir lükse sahip değiliz. Daha, adil, eşit, özgür ve kardeşçe yaşayacağımız demokratik bir memleket için mücadeleye devam etmeli ve bu talebi hayatın her alanına taşımalıyız. Unutmayalım bu ülkede yaşıyoruz, yaşayacağız ve geleceği bizler inşa edeceğiz. Seçimlerin tek meşru siyasi araç olmadığı, toplumsal olanın siyasal olduğu bilinciyle mücadeleye devam edeceğiz.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.