Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (171): Erdoğan’dan AB hamlesi, Bahçeli’nin zam çıkışı, Menzil şeyhi hayatını kaybetti

Litvanya’nın başkenti Vilnius, kritik bir NATO zirvesine ev sahipliği yaptı. Zirvenin en önemli başlıklarından biri İsveç’in üyeliği için Türkiye’nin yeşil ışık yakmasıydı. Cumhurbaşkanı Erdoğan bu yeşil ışığı yaktı ama kimsenin beklemediği bir çıkışta da bulundu. Erdoğan, Türkiye’nin Avrupa Birliği için “önünün açılmasını” talep etti. Türkiye uzun bir aradan sonra yeniden, Avrupa Birliği üyeliğini tartışmaya başladı.

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli de grup konuşmasında bu konuya değindi ama İsveç’i, “Avrupa’nın Kandil’i” olarak niteledi. Emeklilere yapılacak zam konusunda da konuşan Bahçeli, “yüzde 25 ile yetinilmemesi” gerektiğini söyledi ama bu konuda bir adım atılmadı. Erdoğan ve Bahçeli, Vilnius’taki zirveden sonra kapalı kapılar ardından bir görüşme gerçekleştirdi.

Menzil şeyhi Abdülbaki Erol hayatını kaybetti. Cenaze törenine yüz binler akın etti. Menzil tarikatı şu an, Erol’un üç oğlu arasında bölünmüş durumda.

Kemal Can ve Ruşen Çakır, Haftaya Bakış’ta değerlendiriyor. Keyifli seyirler!

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler, “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Kemal Can’la yine haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Yine konuşacak birçok olay var: Erdoğan’ınVilnius’taki NATO Zirvesi’ne katılması, bu bağlamda İsveç’in NATO üyeliği için yeşil ışık yakması ve Türkiye’nin Avrupa Birliği üyelik sürecini telaffuz etmesi. Ama onun öncesinde, Devlet Bahçeli, haftalık grup toplantısında İsveç’in NATO üyeliğine îtiraz etti biliyorsun. “İsveç, PKK’nın Avrupa’daki mağarasıdır. Kandil neyse Stockholm da aynısıdır” açıklamasında bulundu. Aynı grup konuşmasında, emekli maaşlarına zam konusunda %25’le yetinilmemesi gerektiğini çok açık ve net bir şekilde dile getirdi. Erdoğan’ın Vilnius’tan dönmesini ve son âna kadar emekliye zam konusunda bir şeyler olmasını bekledik. Ama sonuçta hiçbir şey olmadı. Zam konusu Meclis Genel Kurulu’nda teklif edildiği hâliyle aynen geçti. Erdoğan daha sonra Bahçeli’yle bir görüşme yaptı. Bu görüşmede de herhalde bu konuları konuşmuşlardır. Her defasında olduğu gibi, bu görüşmeyle ilgili bir açıklama yapılmadı. Biz sâdece akıl yürütüyoruz.

Bu konuyla başlayalım. Bahçeli’nin daha önce de birtakım konularda farklı pozisyonlar sergilediği olmuştu, ama bu son konuşması çok vurguluydu. Biliyorsun Bahçeli genellikle konuşmalarını kendisi yazıyor — ya da son hâlini veriyor. İsveç’in NATO üyeliği konusunda, “Karar Sayın Cumhurbaşkanımızındır” dedi, ama en azından muhâlefet şerhini düştü. Bahçeli, emekli maaşlarına zam konusunu da çok vurgulu bir şekilde dile getirdi. Zam konusundaki söyleminin tonuna bakarsak, aslında yorumlanabilecek bir şey. Bu son çıkışıyla bundan sonra böyle birtakım pozisyon almalar olabilir mi? Tabiî bundan, Cumhur İttifâkı’nın dağılma ihtimâli olabileceğini söylemek çok saçma ve anlamsız olur. Ama bunun bir anlamı var, değil mi?

Sen özellikle MHP’yi bilen birisi olarak bu konuda ne dersin? Bunun üzerinde durmayı gerektirmeyecek bir şey olduğunu sanmıyorum. Üzerine biraz konuşmak lâzım. Devlet Bahçeli böyle pozisyon almaları çok önemsiyor biliyorsun. Sonuç getirmese bile, en azından kayda geçiriyor. Söylediklerinin çoğu gerçekleşmedi belki; ama Bahçeli orada duruşunu sergiledi ve doğrudan iktidârı ilgilendiren bir şey söyledi: Erdoğan’dan memurlara verdiği seyyânen zammı emekliler için de istedi. Erdoğan vermedi; çünkü para yok. Bahçeli, “Memurlara nasıl verdiyse, emeklilere de verebilir” diye düşündü herhalde. Ne dersin?

Kemal Can: Bahçeli’nin, söylediğinin yapılmasıyla ilgili bir beklentisi olduğu düşünülebilir. Senin söylediğin gibi, konuşmanın gidişâtı, vurguları, biraz böyle bir şeyi düşündürüyor. “Zâten muhtemelen AKP teşkîlâtından da benzer bir şey geliyordur; bunu dile getirirsek, Erdoğan yapabilir” diye düşünmüş olabilir. Böyle bir sonuç alma arayışı olabilir. Ama dediğin gibi, bu olmadı. Ben de bu sonuç alma beklentisinin tamâmen boş olduğunu düşünmüyorum. Olabileceğini tahmin ederek yapılmış bir çıkış. 

Bahçeli kolaylıkla Erdoğan’la görüşebilir, “İkimiz için de çok iyi olmaz. Buna bir düzenleme yapalım, biraz daha artıralım” diye konuşabilir. Ama bunu kamuoyu önünde yapmasında, bir tür çağrı veya Erdoğan’a bir şey yaptırmak ihtiyâcından çok, senin de söylediğin gibi, orada bir pozisyon almak, o pozisyonun altını çizmek ihtiyâcı belirleyici. Dış politika meselelerinde, yargıyla ilgili konularda, bazı siyâsî değerlendirmelerde –meselâ laiklik veya benzeri–, zaman zaman MHP’nin daha yüksek reaksiyon vermesi gerektiği ya da verebileceği ihtimâlinin konuşulduğu noktalarda, Bahçeli hep bir pozisyon netleştirme ihtiyâcı duyuyor. Ekonomi meselelerinde ise, Cumhur İttifâkı, AKP ile MHP’nin ortaklığı fiilen başladığı andan îtibâren, ekonomi meselesine birkaç kere çok güçlü biçimde değindiği oldu. Hattâ seninle de “Haftaya Bakış”lardan birinde konuşmuştuk diye hatırlıyorum. Epey eski programlardan birindeydi ya da belki “Haftaya Bakış”a henüz başlamamıştık. Her neyse; Bahçeli’nin bu “Askıda Ekmek” meselesini başlatan çıkışını hatırlıyorum. Hattâ sen, bunun ne kadar problemli bir çıkış olduğu konusunda ayrıca bir yayın da yapmıştın. Bahçeli zaman zaman birtakım ekonomik meselelerle ilgili, meselâ en son kabine değişikliği, Mehmet Şimşek konusunda da küçük dokundurmalarda bulundu. 

Ben şöyle düşünüyorum: Özellikle bu seçimde aldığı sonuçla birlikte, ittifak içerisindeki hem sayısal gücünü hem etkinliğini artırmış olması, hem de bunu korumakla ilgili bir iştahın oluşması var. Yani sanıldığı gibi İYİ Parti’nin ya da diğer partilerin büyük ölçüde MHP’yi erittiği, MHP’nin barajın altına düştüğü, AKP’nin gölgesinde kaldığı için giderek küçüldüğü iddialarına direnebilecek bir pozisyon edindi. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde, Bahçeli’nin zaman zaman, bu tür kendi tabanını veya MHP’nin bu ittifak içerisindeki ayrı duruşunu ve onun seçmen desteğini tatmin edecek olmasa bile memnun edecek birtakım çıkışlar yapması muhtemel. Çünkü çok siyâset yapmayı seven biri değil Bahçeli. Seçimden sonra hızlı biçimde sert bir ekonomik önlem paketinin devreye girmesi, özellikle yoksul ve sâbit gelirli insanların üzerindeki baskının artması, dolayısıyla ekonomik alandaki memnûniyetsizliğin çok daha belirgin hâle geleceği bir sürece giriyoruz. Bu sürece girerken, AKP’nin eriyip MHP’nin kendi pozisyonunu ve gücünü koruyabildiği durumu devam ettirmek isteyecektir Bahçeli. Buna çok heveskâr ya da çok yatkın olmasa bile, teşkîlâtının bu konuda bir talebi olacak ve seçmeninin de bu konuda bir beklentisi olacak büyük ihtimalle. Dolayısıyla zaman zaman bunu daha çok dile getirecek.

Ruşen Çakır: Evet, bu söylediğin husus çok önemli. Çünkü seçimden önceki dönemde, oyları eriyen bir MHP tasvir ediliyordu. İYİ Parti’nin zâten geçtiği, ama kendi başına girse %7 barajını bile aşamayacak bir MHP vardı. Ama seçim sonucunda, AKP’nin çok ciddî oy kaybettiği bir seçimden, MHP bayağı güçlü çıktı. Belki de seçimin en başarılı partisidir. Katılır mısın bilmiyorum. Yeniden Refah da öyle.  

Kemal Can: Katılmam. “En kârlı çıkan” diyebilirsin, ama başarılı olmuş olması için bir şey yapmış olması lâzım. 

Ruşen Çakır: Sonuç olarak diyorum. Kârlı çıkanların kim olduğunu biliyoruz Kemal. Kârlı çıkanlar 38 milletvekilini alanlar. 

Kemal Can: Ben şöyle düşünüyorum: İttifak içerisinde eriyen bir MHP yerine, ittifak içerisinde büyüyen bir MHP; en azından gücünü koruyan ve en tehlikeli rakibinin hep üstünde sonuç almayı başaran bir MHP tablosunu iki seçimdir gösteriyor. Bu çıkışta, bunun devam ettirilmesi gibi bir niyet ve arzunun belirleyici olduğunu düşünüyorum. 

Ruşen Çakır: Başta bahsettiğimiz diğer konuya geçelim Kemal. Erdoğan, NATO Zirvesi’nde İsveç’in NATO üyeliği için destek vermeyi kabul etti. İsveç’i kabul ederken aldığı en büyük taahhüt, Türkiye’nin AB üyeliğine İsveç’in destek olacağıydı. Türkiye’nin AB üyeliği sürecini yıllardır konuşmuyorduk. Şimdi Erdoğan birdenbire bunu telaffuz etmeye başladı, İsveç de destek vereceğini söyledi. İsveç’in destek vermesiyle Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesi diye bir şey söz konusu olamaz. Meselâ Alman Şansölyesi, “Türkiye’nin AB süreci için her türlü desteği yoğun bir şekilde vereceğiz” dese, bunun üzerine konuşacak çok şey var. Ama İsveç’in Avrupa Birliği içerisinde zâten yeri çok önemli değil. Burada sanki Erdoğan, “Kabul ettim, ama karşılığında bir şey aldım” diyebilmek için bir strateji belirlemiş belli ki. İktidar, Avrupa Birliği meselesini önümüzdeki günlerde bayağı dillendirecek. Ben buradan ciddî bir ilerleme çıkmasını hiç beklemiyorum açıkçası. Zâten Avrupa da bu durumdan çok memnun. Avrupa’daki siyâsî dengelere bakıldığı zaman, kimsenin, bir zamanlar olduğu gibi Türkiye’yi çok ciddî bir şekilde isteyeceğini düşünmüyorum; Erdoğan’ın da buna çok fazla niyetli olduğunu sanmıyorum. Hani her iki taraf istese de, bunun gereği olanı Maastricht Kriterleri’ne bakıldığı zaman, Türkiye, özellikle temel hak ve özgürlükler, hukuk devleti konusunda çok çok geride. İlk tam üyelik târihi alındığı zamânın Türkiye’si ile bugünkü Türkiye arasında bile çok büyük fark var — ki o târihte de Türkiye’nin, hukuk devleti, temel hak ve özgürlükler konusunda yapması gereken çok şey vardı. Olayın bir bu boyutu var.

Bir diğer boyutu da, ABD ile olan ilişkilerde yine bir F-16 meselesi var. Ama bu sefer Biden’ın F-16 konusuna daha fazla angaje olduğu söyleniyor. O da çok belirsiz. Bu arada ABD’li gazeteci Seymour Hersh, Biden’ın Türkiye’ye, İsveç’in NATO’ya katılımını onaylaması karşılığında 11-13 milyar dolarlık IMF kredisi teklif ettiği iddiasını yazdı. Ama bu doğrulanmadı. 

Sonuçta Türkiye bir şekilde Batı’ya doğru bir hamle ediyor gibi. Ama bunu yaparken, Rusya ile yollarını ayırıyor gibi de durmuyor. Herkesle iyi geçinmeye çalışan, bir yandan da Körfez ülkelerine gidip oralardan para bulmaya çalışan, ama esas olarak yatırımları daha gerçekçi bir şekilde Batı’dan bekleyen, Batı’dan yatırım alabilmek için NATO’da birtakım adımlar atan bir Erdoğan var. Bunların sonucunda bir toparlama olabilir mi? Bu bir soru işâreti. 

Şimdi yine klasik “muhâlefete muhâlefet etme” hikâyesi gibi olacak, ama bütün bunlar olup biterken muhâlefetin ağzını bıçak açmıyor. Meselâ Erdoğan’ın NATO üyeliği için İsveç’in önünü açması konusunda hiçbir yorum yapan yok. Hatırlarsan, seçim öncesinde iktidar medyası Kılıçdaroğlu’nu, “Seçildiğinde NATO üyesi yapacağına dâir İsveç’e söz verdi” diye suçluyordu. Şimdi hiçbir şey olmamış gibi yapıldı bu ve muhâlefetten de hiçbir ses yok. Erdoğan dış politikada, Rusya’yla, Körfez ülkeleriyle, Avrupa Birliği, NATO ve Ukrayna ile kurduğu ilişkilerde kendi çalıp kendi söylüyor. Arada birtakım analiz yapanların yorumları dışında kimsenin kalkıp bir şey söylediği, sesini çıkardığı yok; tamâmen tek başına kalmış bir Erdoğan var. Bu belki de yeni dönemin ilk göstergelerinde biridir. Ekonomi konusunda da böyle, farkındaysan. O kadar zamlar, o kadar vergi artırımları oluyor, yaprak kımıldamıyor.

Kemal Can: Sondan cevaplamaya başlayayım. İsveç meselesi ve “Erdoğan ne aldı, aldığı ne işe yarar?” meselesine girmeden önce, şu muhâlefet meselesiyle ilgili bir şeyler söyleyeyim. Geçen haftaki yayınımızda da konuştuk. Âdeta seçime kadar tâtile girmiş gibi bir hal var. Hani bu her yıl olan adlî tâtil vardır ya? Sonunda adlî yıl açılışıyla yeniden başlanır, bâzı dâvâlar bir süreliğine durur. Bu sâdece bu seçimle ilgili değil. Senelerdir muhâlefet, bütün siyâsî performansı, yaklaşan seçim ve yaklaşan seçimle ilgili oluşturulacak taktik-stratejik meselelerden ibâret bir yere sıkıştırdığı için ve ekonomiden toplumsal meselelere kadar memlekette olup biten her şeyde, “Seçimden sonra halledilecek. Aman buralarda fazla gürültü çıkartmayın; seçimi riske sokarsınız, maazallah iktidar bunu kullanır” deyip, kendisi harekete geçmediği gibi, geçebilecek herkesi de durdurmaya, engellemeye çalışan bir pozisyon yürüttü. Şimdi de bunun devâmını, ama daha berbat bir devâmını, üstelik de “Tamam, bu sefer alıyoruz” denilmiş olan bir seçimin hayâl kırıklığının üzerine, sanki birden ellerini eteklerini çekmiş gibi davranıyorlar. 

Dediğin gibi, bu dış politikada da böyle. Dış politikada zâten, “İktidarla tam olarak hangi konuşmalarda farklılar?” meselesi her zaman muğlaktı. Ya da ekonomik temel tercihler konusunda da birtakım belirsizlikler var; ama emekli zamları, yapılmayan emekli maaşı düzenlemeleri ve vergi artışları gibi çok açık haksızlıklar, çok açık adâletsizlikler var. Meclis’te birtakım basın toplantıları yapıyorlar, grup toplantılarında konuşuyorlar da… hani siyâset yapmak buysa, birtakım resmî açıklamalar ve tuhaf benzetmelerle kurulmuş basın toplantıları, metinlerinden ibâret bir siyâsetse, öyle bir siyâset yapıyorlar. Ama sâhiden siyâset yapmaya epeydir ara vermiş durumdalar. Seçimden sonra, iyice tâtile girmiş gibi davranıyorlar. Hattâ Kılıçdaroğlu son grup toplantısında, “Bize ‘ses çıkartmıyorsunuz’ diyorsunuz da siz niye ses çıkarmıyorsunuz?” diye vatandaşa lâf etti.  

Ruşen Çakır: Evet. Ben onunla ilgili bir yayın yaptım. Bayağı fırça atıyor Kılıçdaroğlu. 

Kemal Can: Evet, ama senelerce, “Ses çıkartmayın, biz halledeceğiz” dedikten sonra bunu deyince biraz tuhaf oluyor. 

Ruşen Çakır: Bir de aynı grup toplantısında AK Parti seçmenine, “Böyle bir soygun düzenine siz nasıl ‘evet’ dediniz? İnsan biraz vicdan sorgulaması yapar”dedi. 

Kemal Can: Şimdi gelelim işin diğer kısmına: Erdoğan-İsveç meselesi ve “Erdoğan ne aldı? Aldığı ne işe yarar?” meselesine. Biliyoruz ki Erdoğan senelerdir, Suriye politikasından Libya’ya, Doğu Akdeniz krizinden Ukrayna vesîlesiyle İsveç ve Finlandiya hâdisesine, oradan göçmen meselesine, oradan Rusya ile ilişkilerinde, her türlü krizli alanda pazarlık şartını artıracak, bir tür zorlu pazarlıkçı pozisyonuyla sürekli bir “al-ver” ilişkisi kuruyor. Bu, neredeyse muhâtaplarınca kanıksanmış bir şey. Bundan zaman zaman şikâyet etseler bile, artık herhangi bir konuda Erdoğan’ın ne yapacağını biliyorlar. Bir şeye direnecek ya da bir yerde bir problem çıkartacak, sonra bir şey karşılığında “normal”e dönecek. Bu sürekli böyle bir “al-ver” ilişkisi içerisinde gidiyor. Tabiî bundan kısmen memnun olan muhâtaplar da var. Yani en azından böyle biriyle karşı karşıya olduklarını ve dolayısıyla bir şey alıp vererek iş çözme konusunda mesâfe alabildiklerini düşündükleri bir partner gibi bakıyorlar.

Erdoğan’ın bu Avrupa Birliği meselesini gündeme getirmesi… Meselâ daha önceki seçimde ve çeşitli dönemlerde, ilerleme raporlarını erteletmek veya Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarıyla ilgili yaptırımları geciktirmek gibi pek çok şey yaptırabiliyordu Avrupalılar’a. Avrupalılar, onun istediği birtakım şeyleri yaparak sonuç alabileceklerini, bu pazarlıkta ilişki kurduklarında, netîcede ona yarayacak birkaç hamleyle kendi işlerini halledebileceklerine inanıyorlar. Mülteci meselesinde bunu defalarca gördük. 

Fakat buradaki iddialar, meselâ Avrupa Birliği iddiası, vize kolaylığı ya da vizenin kaldırılması gibi iddialar, açıkçası Erdoğan’ın da olacağını beklediği ya da olmasını arzu ettiği şeyler değil. Bunlar şu tablonun devâmı için lâzım Erdoğan’a. “Bütün dünyaya diz çöktüren lider” imajı vermek, bunu içeride kendi seçmenine kabul ettirmek ya da bunu göstermek. “Bak, Erdoğan nasıl herkese dediğini yaptırıyor” veya “Onları zora sokarak ayağına getirtiyor; yapmayacak olsalar bile yapacaklarını söylemek zorunda bırakıyor”. Bunun iç politikada çok kullanışlı olduğunu biliyoruz. 

Peki, dışarıda ne işe yarıyor? Bu pazarlık ilişkisinin devâmına yarıyor. Yani, bu “al-ver” ilişkisi, herhangi bir şey alınıp verilmese bile ya da alınıp verilen şeyler tatmin edici olmasa bile, süreklilik kazanmasa bile, hep pazarda, hep masada, hep bir alışveriş içerisinde bir pozisyon sürekliliği sağlıyor. Bu ikisi, içeride de dışarıda da sonuç almayan, kalıcı problemlere çözüm üretmeyen, ama sürekli, yeniden ve yeniden kendi yarattığı minik krizleri çözerek ya da ondan bir şey sağlayarak bir güç ve etkinlik yaratıyor. Bunu içeride, “Bütün dünyaya diz çöktüren ve dediğini yaptıran lider” olarak kullanıyor. Dışarıda da, bütün muhâtaplarına, “Benimle iş yapmak için o pazarlık zemininde olmak zorundasınız. Benimle böyle yürüyebilirsiniz” stratejisini kabul ettiriyor. Bence temel işleyiş bu. Burada da alıp verdiği şeyler çoğu zaman çok büyük şeyler olmayabiliyor ya da çok uzun vâdeli büyük getirileri olmayabiliyor. Ama onların küçük olanları bile, bu pozisyonunu devam ettirdiği için son derece faydalı oluyor. Bence Erdoğan’ın bu konulardaki tutumunu belirleyen temel faktör bu. 

Ruşen Çakır: Seni dinlerken aklıma Davutoğlu’nun başbakan olduğu dönemde her vesîleyle söylediği “vize serbestisi” lâfı vardı. O lâf o tarihlerde ne kadar gündemdeydi hatırlıyor musun? Şimdi tekrar gündeme geldi, ama işin realitesine baktığın zaman, insanlar vize için randevu almakta bile zorlanıyor. Aylar sonrasına randevular veriliyor, çok sayıda vize reddediliyor. Ya da meselâ 5 günlük vizeler verildiği oluyormuş. Böyle acayip, tuhaf bir durum, neyse.

Şu anda en güncel olay Menzil Şeyhi Abdulbaki Erol’un ölümü ve kalkan cenâze. Ardından, tarîkatın üçe bölünmesi ya da babanın ölmeden önce oğullardan herhangi birini işâret etmemesi nedeniyle, üç oğulun birden şeyh olması. Ben bu konuda muhtemelen Pazar günü bir yazı yazacağım ya da yarına bir yayın yapacağım; onun için çok konuşmak istemiyorum. Ama bu üçe bölünme meselesinin çok ilginç bir durum olduğu kesin. Akıl alır gibi değil. Nasıl yapacaklar açıkçası çok kestiremiyorum. Abdulbaki Erol’un ölümünden sonra birçok parti tâziye yayınladı. Erdoğan bugün gazetelere tam sayfa îlân da vermiş. Ne diyorsun bu olanlara?

Kemal Can: Şimdi sen “Ben yazımı yazacağım, yayınımı yapacağım, o yüzden diyeceğim çok şey yok” deyince, ben çok da hâkim olmadığım bir alanda fazla ileri geri konuşmak istemem; ama bu işin bir arka tarafı var. Bu tarîkatın çok uzun senelerdir, yani bir Gülen Cemaati kadar değil ama epeyce uzun süredir, politik etkinlik, politik çevreler tarafından dikkate alınma, özellikle son 20 yılda bürokraside birtakım pozisyonlar edinme, hattâ bâzı bakanlık ve hizmet alanlarını büyük ölçüde kontrol etme gibi çok etkili bir konum elde ettiğini biliyoruz. Bir zamanlar başka cemaatlerin ya da tarîkatların elde ettiğine benzer birtakım ilişkilerin hâkim olduğuna dâir çok sayıda iddia veya gözlem söz konusu. İşin içinde böyle bir tarafı var. Bunu başka bir vesîleyle bir kere daha konuşmuştuk. 

Bu, Erdoğan döneminin cemaatlerle ilişkisi: Bir tür içerme, onların etkinliğine kendini açma değil, kendi etki alanına onları almak. Evet, belki onların gücünü, etkinliğini, “hizmet kalitesi”ni veya kendi bağlılarına daha fazla imkân sağlamasının kanallarını açmak, ama buna karşılık bütün cemaatleri de kendine daha fazla tâbi kılmak gibi bir ilişki geliştirdi AKP ve Erdoğan iktidârı. Dolayısıyla, daha önceki iktidarların cemaatlerle ilişkisinden biraz daha farklı bir şey. Bu konuda Menzil daha özel bir önemi hâiz.

Biraz önce senin işâret ettiğin gibi, üçe bölünme ve bu tür bir etkinlik içerisinde muhtemelen bu tür güç birikmeleri, elbette ki bölünmelerde siyâsî kanattaki birtakım ağırlık merkezlerinin de bâzı taraflara daha çok dikkat göstermesi ya da o bölünmeden en büyük etki alanını kontrol etmenin, kimin yakınında olacağının çok önemli olacağı bir süreci başlatabilir. Daha önce de konuştuğumuz gibi, cemaatlerin devlet içerisinde, iktisâdî hareketlilikte, hattâ toplumsal hayatta çok etkili olmalarına rağmen, asıl fonksiyonları îtibâriyle kapsayıcılıklarını ve bağlılarıyla olan ilişkilerinin zayıfladığı kanaatindeyim. Bu, “Deizm” ya da “Dindarlık mı artıyor, görünürlüğü mü büyüyor?” tartışmalarının içerisinde de var. Cemaatler etkinlik kazandıkça, daha etkili hâle geldikçe, aslında kendi güçlerinden ve kendi ontolojik gereklerinden uzaklaşıyorlar. Bunu daha önce İskenderpaşa’da ya da başka cemaatlerde, başka tarîkatlarda da gördük. Bu bölünmelerle birlikte, bu iyice parçalanmış ve bâzılarıyla ilişkisi zayıflamış bir süreç hâline dönüşebildi. Burada nasıl cereyan edecek? Onları senin yayınından ve yazından izleyip okuruz artık.

Ruşen Çakır: Eyvallah. “Menzil ikinci FETÖ mü?” “Fethullahçılar’dan boşalan yeri Menzil dolduruyor” diyenler var. İlginç tesâdüf, bu vefat, 15 Temmuz’un yıldönümüne yakın cereyan etti. Bir de böyle bir durum var. Yarın, mâlûm, 15 Temmuz’un 7. yılı olacak. Yayından önce baktım, geçen yıl 15 Temmuz’la ilgili bir yayın yapmışız. Artık konuşmayalım istersen; zâten çok konuşacak bir şey yok. Can Atalay’ı konuşalım. 

Yargıtay, Anayasa Mahkemesi’ni karşısına alarak, Can Atalay’ın tahliyesini reddetti. Çok acayip bir durumla karşı karşıyayız. Çünkü ben en son geçen hafta Can’ı gördüğümde, her an tahliyesinin çıkmasını bekliyordu. Hattâ o gün çıkmayı bekliyordu. 

Kemal Can: Hattâ o gün yaptığımız yayında, sen avukatlarının saatler îtibâriyle Can’ın çıkmasını beklediklerini söylemiştin. 

Ruşen Çakır: Evet. Ama ardından o tebliğnâme çıktı. Savcılığın tebliğnâmesi gerçekten berbattı. Ama “Yargıçlar buna uymak zorunda değil” diye düşünmüştük, tahliye reddedildi. Bu tahliye karârının reddi, Yargıtay’ın Gezi Dâvâsı ile ilgili vereceği kararlar hakkında da bir işâret veriyor. Çok kötü bir durum yani. 

Bu arada çok ilginç: Diyarbakır’da 15 gazeteci tutuklu yargılanıyorlardı; hepsi birden tahliye edildi. Böyle bir olay da var. Bir de Merdan Yanardağ’ın iddianâmesi var; o da kabul edildi biliyorsun ve 10 yıl cezâ isteniyor. Mahkeme Ekim ayında başlayacak. Tahliyesini de kabul etmiyorlar. Böyle birbirinden farklı olaylar yaşanıyor. Ama Can Atalay olayı, Türkiye’deki hukuk sistemi, Parlamento’nun yeri ve önemi konusunda çok acı bir örnek olarak karşımızda duruyor.

Kemal Can: Evet. Sen geçen hafta ziyâretten çıkmıştın. Özellikle hukukçuların çok umutlu olduklarını, birkaç gün içerisinde, hattâ saatler îtibâriyle çıkacağını beklediklerini söylüyordun. “Can’ın kendisi de bu konuda iyimserdi” diye aktarmıştın.

Türkiye’de bu tür kararlar, hiç şaşırmadığımız, benzerlerini onlarca kez gördüğümüz, hukuk dışı, hukukî mülâhazalarla açıklanamayacak siyâsî kararlar. Bir tânesini daha yaşıyoruz. Ama bence burada en belirleyici faktörlerden biri, yine en başta konuştuğumuz meseleye geliyor. Yani bir kez direnmeyi bıraktığınız zaman…  Direnmek derken Can’ı kastetmiyorum elbette. Bugün Twitter’da Can adına yapılan paylaşımda, “Artık başkalarının da konuşması lâzım. Konuşurmuş gibi yapanların, susanların, kenarda duranların da konuşması lâzım” diyor. Bu çok önceden böyleydi. Bu ülkede milyonlarca insanın “Ben de oradaydım” dediği Gezi Olayları’nın, bugün herkesin havaya bakarak ıslık çaldığı, Osman Kavala’nın 5 yıldır hapiste olduğu, Mücella Yapıcı, Tayfun Kahraman, Hakan Altınay, Çiğdem Mater ve daha birçok arkadaşın hapiste tutulduğu, her şeyden önce bir suç meselesi olarak yargı karârına konu edilmiş olması, hakîkaten Türkiye’nin bir ayıbı.  

Bu mesele, Türkiye’nin bir hukukî ayıbı olmanın ötesinde, Türkiye toplumunun bir zamanlar bu eylemlere milyonlarla ifâde edilen insanın katıldığı bir hâdisenin, sanki üç beş kişinin yaptığı bir şeymiş gibi suçlanmasını bu kadar kolay sindirebilmek, hakîkaten bu ülkenin mahkemelerinin, bu ülkenin iktidarının olduğu kadar, bu ülkenin insanlarının da bir ayıbı olduğunu düşünüyorum. Bu konuda sürekli Erdoğan’la pazarlıkları çerçevesinde, sürekli ertelemelerle, sürüncemelerle bu konudaki ve başka hukukî meselelerdeki problemleri çok da önemsizmiş gibi ertelemeye konu edebilen Avrupa ve evrensel hukuk ilkelerini savunmakla görevli mahkemelerin, hepsinin ayıbı var burada. Bu açıdan bence çok ciddî bir mesele bu. 

Ama bir kez bunlara ses çıkartmaz ve “Şimdilik ses çıkartmayalım, sonra bunların hesâbını soracağız. Seçimde kazanacağız. Bunlar gidince, hem bunlar bitecek hem de bunların artık değişeceği güzel günler gelecek” hikâyesinin ne kadar problemli olduğu, yaşanan her şeyin, problem yaşandığı anda en güçlü biçimde îtirazlarla ve alışılmadan, kanıksanmadan karşı çıkılmasının ne kadar önemli olduğunu gösteren bir hâdise bence. Can’ın salınmaması, bir milletvekilinin ve onu seçen insanların irâdesinin gasp edilmesinin ötesinde, hem senin söylediğin tebliğnâme hem de bütün süreciyle Gezi Dâvâsı, hakîkaten ciddî bir utanç kaynağı ve bu, ne yazık ki herkesin payı olan bir utanca doğru ilerliyor.

Ruşen Çakır: Evet Kemal, burada noktayı koyalım. Haftaya tekrar buluşmak üzere diyelim. İyi haftalar.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.