Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (170): Zam üstüne zam kararı, İmamoğlu’nun çağrıları, Saadet Partisi & Gelecek Partisi grup kurdu

Türkiye güne, zam ve vergi artırımı haberleriyle başladı. Erdoğan iktidarı, seçim zamanı sağlanan ekonomik vaatleri geri bir anlamda geri topluyor. Seçimlerden beri alınan ekonomik kararlar, henüz olumlu bir sonuç doğurmadı.

CHP ve muhalefet, seçim yenilgisi sonrası bir şok hali içinde. CHP’de değişim tartışmaları, Ekrem İmamoğlu öncülüğünde daha çok dillendirilir hale geldi. Ekrem İmamoğlu, CHP’de ve Türkiye’de değişim beklentileri için yurttaşların sesini duyurması adına “İktidar İçin Değişim” isimli bir internet sitesi açtı. Bu siteye görüş bildiren yurttaşlar, seçim yenilgisi sonrası içine girdikleri ruh halini anlattı.

Saadet Partisi ve Gelecek Partisi, TBMM’de grup kurma kararı aldı. İki parti de, CHP listelerinden girdikleri seçimlerin ardından TBMM’ye 10’ar milletvekili sokmuştu. Saadet Partisi altında mecliste kurulan grubun Grup Başkanı da Gelecek Partisi’nden Selçuk Özdağ oldu. Beklentilere rağmen, DEVA Partisi bu meclis grubuna katılmadı.

Kemal Can ve Ruşen Çakır, Haftaya Bakış’ta gündemi değerlendiriyor.

Keyifli seyirler!

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Kemal Can’la yine haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Haftanın en öne çıkan olayı tabiî ki zamlar, vergi artırımları. Belli ki bu bayağı bir süre boyunca da etkili olacak. Kimse şaşırmış değil. Şikâyetler bile yüksek sesle dile gelmiyor. Olabilecek her şeye çok yüksek zamlar var, bunların neden olduğu konusunda da kimse şaşırmıyor. Çünkü seçimi kazanmak için açılmış olan muslukları kapatmak; bütçe açığını kapatmak, Emeklilikte Yaşa Takılanlar düzenlemesi gibi hamleler için dağıtılmış olan paraları yine halktan geri toplamak var… Bu zamlar ve vergi artırımları, özellikle yoksul kesimleri ve orta sınıfları vuracak bir durum. Bir de her zaman olduğu gibi, alkollü içeceklere gelen ÖTV zammıyla, yaşam tarzına müdâhale yönü de var açıkçası. Bütün bunlara rağmen, ekonomide bir düzelme olduğu iddiası da yok. Bu paketin adı da: “Millî Dayanışma Paketi”. Millet istemeden de olsa dayanışmak zorunda kalıyor yani. 

Kemal Can: Yani artık IBAN vermiyor, doğrudan vergi salıyor. 

Ruşen Çakır: Evet, vergi salıyor ve bu yapılanlar, bundan sonra yapılacakların da işâreti herhalde. Meselâ sen ilk başta getirilen Motorlu Taşıt Vergisi’ne, “Bir defaya mahsus olmak üzere 2 kez ek vergi alınması gibi acayip bir uygulama da getirildi” dedin. Geçen gün şöyle bir şey geldi aklıma: Kılıçdaroğlu ezkazâ seçimi kazanmış olsaydı aynı şeyleri yapar mıydı? Çünkü belli ki Hazîne’nin paraya ihtiyâcı var ve bunu yapmanın da çok fazla yolu yok. Yeni iktidar buna benzer bir şey yapsaydı, herhalde muhâlefet ciddî bir kıyâmet koparırdı. Ortada “Yine muhâlefeti eleştiriyorsun” diyenler kaldı mı bilmiyorum, ama ortada herhengi bir îtiraz yok. Ben görmüyorum. Yani grup toplantılarında söylenen bir iki lâf dışında, bu yapılanlar üzerinden toplumsal rahatsızlığı örgütleme çabası da yok. Tuhaf bir durumdayız.

Kemal Can: “ ’Yine muhâlefeti eleştiriyorsunuz’ diyen kaldı mı?” diye soruyorsun da, “Muhâlefete muhâlefet etme” eleştirisi yapanların çoğu, şu anda muhâlefete muhâlefet etmeyenleri dövmekle uğraşıyor. Öyle ilginç bir süreç yaşadık. Daha önce “Muhâlefete muhâlefet etmeyin” diyenler, şimdi muhâlefet etmeyenleri hırpalamaya çalışıyorlar. 

Mesele şu aslında: Senin söylediğin tepkisizlikten başlayayım. Bu tepkisizlik, bu ânın, bu durumun, bu özel zamlar ya da ekonomideki hızlı refah kaybının ve artacak olan yükün sorunlarından önce, bu tepkisizliğin, belki seçim sonucunda iddia edildiği gibi boş tencerenin o kadar etkili olmamasının nedeni de siyâsetin ve tabiî ki toplumun bu konudaki bütün kaslarının zayıflamış olması. Adâletsizlik, hukuksuzluk, haksızlık, hakların kullanımı, refah, eşit ve âdil bölüşüm ve benzeri pek çok konuda, şöyle bir siyâset güdüldü: Açıkçası, iktidârıyla muhâlefetiyle bütün siyâset kurumu bu konuda ortak bir noktada buluşmuştu. Zâten iktidar senelerdir şöyle bir mantıkla yürütüyor iktidârını: “Seçim zamânı gelirsiniz. Sandığa bakarız. Sandıkta ben almışsam ruhsatı, her şeyi yaparım. Bir dahaki seçime kadar susmak zorundasınız”. Muhâlefet bunu bir biçimde içselleştirdi ve her türlü îtiraz, muhâlefet etme, sokağa çıkma ya da başka yollarla îtirâzını dile getirmenin ortaya çıktığı her ânında çıkıp, “Durun, seçimi bekleyin” dediler.

Ruşen Çakır: Onun dışında bir de şunu söylediler: “İlk seçimde gidecekler”. Hattâ bugün, bizim Tamer Durak sosyal medya hesabından bunu esprili bir şekilde paylaşmış. Tamer’in kulağını da çınlatmış olalım. Tamam, biliyoruz, nasıl olsa ilk seçimde gidecekler. Ama bu seçimde gitmediler ve her şey kaldığı yerden devam ediyor.

Kemal Can: Dolayısıyla, “Tamam, bekleyin. İlk seçimde gidecekler” diyerek sürekli seçimi adres vermek, ikincisi de seçime verilen randevu yüzünden, “Aman seçimi riske sokarsınız. Maazallah sokaklara çıkarsanız, îtiraz ederseniz, fazla yürürseniz, bu, seçimi tehlikeye sokar”. Yani hem siyâseti seçime sıkıştırdılar, yetmezmiş gibi bunun dışındaki her şeyi de seçime endeksli olarak ertelemek, durdurmak veya vazgeçmek şeklinde baskıladılar. Bu artık o kadar kanıksanmış bir hâle geldi ki, her seferinde de, seçimde o beklenen sonuç gelmediği için, senelerdir, seçimde alınabilecek sonuç dışında, “İktidârı zorlayacak ne vardı? Biz eskiden ne yapardık da iktidar, öyle ya da böyle, yapmaktan vazgeçerdi?” fikrini toplum unutmuş durumda. Siyâset kurumu zaten unuttu. Siyâset kurumu bunu harekete geçiren, bu dağınık, ne yapacağını bilmez memnûniyetsizliği toparlayıp bir siyâsî mesaj hâline dönüştüren, onu bir siyâsî baskıya dönüştüren, öncülük etmesi gereken siyâset kurumu tam tersini yaparken, toplum da bu yeteneğini, bu özelliklerini tamâmen kaybetmiş durumda.

Seçimden sonra zâten biraz acı, ama çok acı olmayan birtakım reçetelerin uygulanacağı hiç sürpriz bir şey değildi; bekleniyordu. İlk etapta, pasaport harçları, noter harçları, ehliyet harçları, otomobil vergileri gibi nispeten daha orta sınıfı etkileyebilecek kesimlere bindirilmiş durumda. Şimdi birtakım ücret düzenlemeleri yapılıyor; asgarî ücret, peşinden memura ve emekli maaşlarına yapılacak düzenleme… Emekli maaşı alarak yaşayan biri olduğum için, bu konuyla çok ilgiliyim. Onu da ne yapacaklar bilmiyorum. Ama sonuçta, orada verileni neredeyse geriye alan, verdiğinden belki fazlasını alan birtakım hamleler yapıyor. Bu hamleleri yaparken de yine kalabalık ve reaksiyonu yüksek olacak kesimleri değil, biraz bu kasları iyice gevşemiş, memnûniyetsizliği sâdece îtiraz etmek ve birinin çıkıp bunu değiştirmesini beklemek olarak algılayan, siyâseti böyle görmeye başlayan, biraz sınıfsal karakterini de kaybetmiş, kendisini orta sınıf olduğuna inandırarak, aslında çalışan yoksul insanlar olduklarını unutmuş, borçlanarak, kredi kartına yüklenerek sağlayabildiği refâhın sürekliliğine inanan, bu “saadet zinciri”nin parçası hâsîline gelmiş insanlar, şimdi önemli bir refah kaybı içerisindeler. Ama iktidar hâlâ en azından bunları yaptığı için, senin söylediğin gibi bir tehdit, bir rahatsızlık hissetmiyor. Hattâ kamuoyu yoklamaları artık ne kadar referans teşkil ediyor bilmiyorum ama, seçimden sonra ilk çıkan anketlere göre, oy kaybının artarak devam ettiği gibi bir tablo da ortada yok. Seçimi yeniden kazanmış olmasının getirdiği bir toparlanma tarafı da var. Ama bir yandan da, senin de söylediğin gibi, ekonomik tablonun yük kısmı… Şimdiye kadar dövizdi, enflasyondu, zâten doğrudan ekonomik göstergelerden dolayı bir yük çekiyordu insanlar, şimdi bir de vergi yükleriyle, bunun devlet adına nasıl telâfî edildiğini de izlemeye başladık. 

Galiba, asıl olarak muhâlefet aklı değişmediği sürece, sendikalar ve diğer alanlarda da çok güçlü örgütlülükler kalmadığı için de, bu reaksiyonun ortaya çıkabileceği zeminler yok. Dolayısıyla oluyor bir şey. Birtakım insanlar şikâyet ediyor, birtakım televizyon kanallarında, halk röportajlarında şikâyetler görüyoruz. Ama bu aslında bir siyâsî dinamik olarak işlemiyor. 

Ruşen Çakır: Evet, buradan siyâsî bir sonuç çıkmayacağı belli; öyle gözüküyor. Zâten bu tür işâretler ilk anda ortaya çıkar. Şu anda o işâretler yok. Muhâlefette de çok büyük hareketlilik yok. Bir kıpırdanma olarak Ekrem İmamoğlu var. “İktidar için değişim” diye bir web sitesi yayına soktu. Aslında “değişim” lâfını CHP’nin gündemine en azından yerleştirdi. Kılıçdaroğlu da, Canan Kaftancıoğlu da ya da bir başkası da bir şey söyleyecek olsa muhakkak değişim üzerinden söylüyor, ama farklı farklı söylüyorlar. O web sitesine ilk gün çok büyük bir ilgi vardı. Sonrasında ne şekilde devam ediyor bilmiyorum. Ama benim öğrendiğim kadarıyla, o web sitesinde sâdece görüş belirtiyorsun, başka bir şey yok. Yani Ekrem İmamoğlu’nun ekibine kendin hakkında bilgiler verip onlara görüşlerine aktarıyorsun. Sonra onlar bunu ne yapıyorlar bilmiyorum. Bir iddiaya göre, hazırlamakta oldukları manifesto için o görüşlerden yararlanacaklar. Ama şunu söylediler — ki hiç şaşırmadım: Web sitesine görüş bildirenlerin büyük kısmı, hayal kırıklığı ve moral bozukluğu içinde olduklarını anlatmış, CHP’den umûdu kestiklerini ve bir daha oy vermeyeceklerini söyleyenler çok sayıdaymış. Bir taraftan, “değişim” lâfını önemseyenler de çokmuş. Ama anladığım kadarıyla büyük bir kısım içini dökmüş. Zâten bunu her yerde görüyoruz. Sen de görüyorsundur. Değişik ortamlarda, akraba çevresi, arkadaş çevresi ya da bizim izleyicilerle olan interaktif ilişkilerimizden, büyük bir ilgisizlik olduğunu görüyoruz. Tabiî biraz yaz ve bayram tâtili de etkili oldu.  Ama bunda, seçimi kaybedenlerin hâlâ kaybettiklerini kabul etmemelerinin de etkisi çok. 

Geçen gün “Kılıçdaroğlu’na seçimleri kaybettiğini kim söyleyecek?” başlığıyla bir yayın yaptım. Kılıçdaroğlu’nun grup toplantısını izlersen, sanki seçim kazanmış havasında konuşuyor. Muhâlefette olanlar kaybettiklerini biliyorlar ve bunun şokunu yaşıyorlar. Bu şoktan çıkabilmeleri için bir yüzleşme yaşanması gerekiyor. O yüzleşme merkezî olarak gelmiyor. Bence İmamoğlu’nun yaptığı da, yaşanan o büyük hezîmetin, dağılmanın, savrulmanın gereklerini tam yerine getirebilen bir şey değil. Yani onun yanında çok küçük bir adım. Başka bir şey olmadığı için fazla dikkat çekiyor belki, ama insanların beklentilerini karşılamaktan çok uzak gibi geliyor bana. Şu hâliyle insanlar hakîkaten beklemeyi bile bırakmış durumdalar. Benim gözlemim bu. Sen ne düşünüyorsun?

Kemal Can: Önce değişim kavramı meselesi üzerinden başlayayım: Bâzen bâzı kavramlar öyle yerli yersiz ve o kadar bağlamından koparılarak ya da içeriksizleştirilerek kullanılır ki, bir sene sonra, çok güçlü olan bu kavramlar neye karşılık geldiklerini, ne işe yaradıklarını, ne anlama geldiklerini bilemediğimiz, öyle, herkesin kullandığı kavramlar hâline geliyor. Senin söylediğin gibi, değişime direnenler de değişimden bahsediyor, değişim gerektiğine inanmayanlar da değişimden bahsediyor. Herkes değişimden bahsediyor. Bâzen, yenilenme, gençleşme gibi kavramlar birdenbire herkesin ağzına pelesenk olur ve bu, aslında o kavramı büyüten, o kavramı büyük etki yaratan bir şey olmaktan çıkarır, kavramının içini boşaltır. Kavram anlamsızlaşır. O kadar çok çevre tarafından tekrar edilmiştir ki aslında ne anlama geldiği anlaşılmaz olur. 

Senin söylediğin gibi, o yenilgi konusuna kafa yorma meselesinde bence çok temel bir sorun var. Bu morali bozulduğunu söyleyen, ister İmamoğlu’nun sitesinde, ister dost sohbetlerinde, ister sosyal medyada sürekli karşımıza çıkan ve çok haklı olan bu canı sıkılmış, morali bozulmuş, enerjisi tükenmiş gibi hisseden insanların en temel yenilgisi şuydu: Muhâlefet İttifâkı’nın bütün aktörlerinin, tek tek ve birlikte, en önemli vaatleri “Bu iktidârı değiştireceğiz” oldu. Aslında yenilgi tam da burada. Çünkü yapamadıkları şey tam da bu. Dolayısıyla, “Yenildik mi yenilmedik mi? Bu sonuçtan pozitif bir şey çıkar mı, çıkmaz mı?” ölçeği, oy oranlarına, kısmî artışlara, kimin bunda ne payı olduğuna dâir bir sürü analize konu olabilir. Ama en temel mesele, bu insanlara, yani o oy veren %48’e, kendi tabanlarına verdikleri söz, “Bu iktidârı değiştireceğiz. Bunları göndereceğiz” sözüydü. Hani biraz önce konuştuğumuz, herkese “Bir dakika bekleyin ilk seçimde gidiyorlar” hikâyesi anlatmaları. Aslında verip de tutamadıkları temel söz bu. Ama muhâlefetin asıl problemi zâten bu noktada başlamıştı. Kendi iktidârını anlatmak ve iktidârında ne yapması gerektiğini söylemekten, ana sözünü, asıl sözünü yerine getirmekle ilgili iddiasını ve o konudaki enerjisini hebâ etti bence. Hattâ o zaman sürekli şöyle bir şey yapılıyordu: İktidâra karşı olmak bir şey ifâde etmez; siz kendi tarafınıza pozitif şeyler anlatın, vaatlerde bulunun”. Halbuki aşırı bir vaat enflasyonunun çok da bir sonuç vermediğini, asıl motivasyonun bu iktidârın yarattığı sorunlar ve bu iktidârın değişmesi kararlılığı olduğu meselesi… yani Altılı Masa’nın birleşiminden, kampanya dizisine kadar her şey, sonranın iktidârını anlatmakla geçti. Halbuki temel motivasyon, muhâlefeti bir arada tutan ve onun asıl sözü olan şey bu iktidârı değiştirmekti ve bunu başaramamış, bu sözü tutamamış olmak dolayısıyla, “değişim” diye bahsedilecekse buradan konuşmaya başlamak lâzım. 

Kılıçdaroğlu’nun nasıl bir tutum aldığını, kötü bir performansla, sonuçları böyle yorumlayarak –ister iyimserlik de, ister züğürt tesellisi– veya başka tehlikeleri işâret ederek partiyi bir arada tutmak gibi motivasyonlarla, bambaşka bir hatta girdiğini görüyoruz. Ama buna karşılık, İmamoğlu’nun kendisinden beklenen, kendisine yüklenen misyonun çok gereğini yerine getirecek cürette, cesârette, kararlılıkta ve enerjide olmadığını, –tam tersine, onun yüksek enerjisinden herkes bir şey bekliyor– o enerjiyi… yani o seçim iptal edilip yeni seçime gidilirken, kollarını sıvadığı anda seçmenin gördüğü o “Hadi başlıyoruz” hâlini bu değişim iddialarında henüz görebilmiş değiller. Ben görüp göremeyecekleri konusunda da emin değilim. Çünkü çok geniş kesimler tarafından bir imkân ve beklentiyle çok köpürtülen bu yeni tip aktörlerin çoğunun, kendi hamleleriyle bir şey üretmekten çok, kendilerine yönelen bu teveccühün büyümesiyle yükselip bir yere gelecekleri ânı bekliyorlar. Yani kendi hamleleriyle sonuç almak, cesâretle birtakım adımlar atmak yerine, birileri onları o kadar çok ittirecek, o kadar çok onlardan bahsedecek, o kadar çok onlara bir misyon, bir vizyon yükleyecek ki, kendisi hiçbir şey yapmadan bunun üstüne oturacak. Bu pek çok aktör için geçerli. Geçen haftaki programda da konuştuğumuz gibi, bu, meselâ Akşener ve İYİ Parti hâdisesinde de geçerli. Veya Kılıçdaroğlu’nun adaylığının, sâdece onun birtakım özellikleri dolayısıyla ya da ona yüklenen birtakım pozitif vasıflar dolayısıyla doğru olduğu iddiasında olanlar da aynı hatâyı yapıyorlar. 

Burada, kişisel vasıflardan çok, o vasıflara sâhip olan insanların kendi yaptıkları, o vasıfların gereğiyle nasıl davrandıkları, onlara birilerinin biçtiği birtakım karakter özellikleri, birtakım yetenekler, toplumda karşılığı olduğu iddiası ya da seçmene dokunabildiği tezleri, bir yere kadar çok anlamlı değil. Asıl anlamlı olan, bu tür bir yeteneği ve vasfı, bu tür özellikleri olan insanların bunu nasıl kullandıkları, bunu nasıl bir politik mesaja çevirdikleri ve bu mesajın gereği olan cesurca adımları atarak, kendi arkasında biriken kalabalığı, kendisiyle birlikte yürümeye iknâ etmeleridir. Tek tek siyâsî partilerin bütün seçmen nezdinde yaptıkları da, partilerin kendi içindeki değişim ve yenilenme iddialarının da, bu aktörler tarafından böyle işlenmediğini görüyoruz. İmamoğlu’nun şu anda yaptıkları ettikleri ile İmamoğlu’ndan beklenenler arasında hâlâ büyük bir açı var.

Ruşen Çakır: İmamoğlu’na yakın birileri onu kapatacaklarını söylüyor. Yani kademeli bir strateji izleyeceklerini söylüyorlar. Ama başlangıç olarak, söylediğin gibi, beklentiyle, yapılanlar arasında bayağı bir mesâfe var. Arayı kapatacaklarını söylüyorlar, ama açıkçası çok emin değilim. 

Kemal Can: Yani şöyle bir matematik işlemiyor: Yüksek bir beklenti var; o insanın, beklentiyi tatmin etmek için bir şeyler yapması gerekiyor; ama tersi yapılıyor. O beklentinin, bir şey yapmayı gerektirmeyecek kadar kendiliğinden büyümesi, seçimin de böyle kazanılması bekleniyordu. Bu, olabilecek bir şey değil; kendi kendine olmuyor. 

Ekonomi meselesinde de öyle. Boş tencere kendi kendine bir şey yapmıyor. O tencerenin bir ses vermesi, bir etki yaratması için ona bir şey yapmak gerekiyor. Kendi kendine olmuyor bunların hiçbiri.

Ruşen Çakır: İleride yapacaklarmış diyeyim. “Mış”lı söyleyeyim. İleride yapacaklarmış. Nasıl bir takvim öngörüyorlar bilmiyorum; ama galiba o kolları sıvama olayını gecikmeli bir şekilde yapacağı söyleniyor. Bir de, İmamoğlu şuna bakıyor bence: Bu işin Kılıçdaroğlu ile olmayacağını düşünen insan sayısının ve bu insanların bunu açıkça ifâde edişlerinin artmasını bekliyorlar. O anlamda öyle bir beklenti var. Yani kitlesel bir hareket değil de, kadrolar içerisinde bir çözülmeyi umarak ya da belki o çözülmeyi sağlamaya yönelik birtakım gözle görülmeyen hamleler yaparak bir şeyler gelişmesini bekliyor olabilirler. 

Sonuçta bir kurultay olacak. Kurultayda birileri aday olacak, kazanacak ya da kaybedecek. Tüm seçmenin oy kullanacağı bir şey olmayacak. Sonuçta delegeler seçecek. Delegeler dediğimiz de, birtakım kadrolar üzerinden yürüyen bir şey. Zâten CHP’nin en büyük sorunu da bu. Tabanda ne olursa olsun, delege yapısı, sistem böyle sürdüğü müddetçe, delegelerin iknâ edilmesinde tabanın etkisi ne kadar olur çok tartışmalı bir konu.

Kemal, son olarak şunu da konuşalım: “Muhâlefet bir şey yapmıyor” diyoruz ama, Gelecek ve Saadet partileri ortak bir grup kurdu. Selçuk Özdağ Grup Başkanı oldu. DEVA Partisi’nin bu gruba niye girmediği konusunda hâlâ soru işâretleri var. Tamam, girmemek istemesini anlıyorum. Kendi bağımsız kimliğini korumak istiyor. Ama aritmetik olarak baktığın zaman, 15 milletvekiliyle Meclis’te yapacağı şey çok sınırlı. Grup olduğu zaman, en azından bir takım temsiliyetlerin, imkânların oluyor. Ama şimdi, bir grubun içerisinde yer alıp, o grubun imkânlarından diğerleriyle berâber faydalanma gibi bir imkânı tepecek kadar, “Meclis’te kendi bağımsız politikamızı, varlığımızı sürdürelim” ısrârı bana çok anlamlı gelmiyor. Nedir o bağımsız şey?  DEVA Partisi, başkalarıyla yan yana durmayıp kendi başına Meclis’te ne yapabilir, ne yapacak, nasıl bir iddiası var? Bunlara baktığım zaman, bana anlamsız geliyor. Ama sonuçta kendi kararları. Gelecek ve DEVA partileri birleştiği zaman da ne yapacakları ayrı bir husus. Ama en azından, grup kurdukları için birtakım imkânlara sâhip olacaklarını biliyoruz. Onun dışında siyâseten bunun bir etkisi olur mu?

Kemal Can: Sen bu soruyu daha önce de sormuştun. Ben de, öyle de yapsalar böyle de yapsalar bir şey beklemediğimi söylemiştim. Yine benzer düşünüyorum. Evet, senin söylediğin doğru. Meclis’te grup olmanın birtakım avantajları var. En azından, Meclis çalışmalarında etkinlik kurmak, bunu kamuoyuna yansıtmak, söz hakkı, komisyonlarda temsil açısından avantajları var. Ama ben bu Meclis aritmetiği ve bu seçim sonucuyla birlikte, Erdoğan’ın ve MHP-AKP iktidârının genişleyen koalisyonuyla Meclis’te daha güçlü bir çoğunluk sağlamasının ertesinde, Meclis’i aktif kullanacak olanın muhâlefet değil iktidar olacağını düşünüyorum. 

Şunu kastediyorum: Anayasa değişikliği paketi gibi, muhâlefeti çatlatacak, muhâlefet içinden birtakım grupları, birtakım partileri, belirli yasa tekliflerinde ya da önerilerde kendi yanına çekebilecek ya da onun karşısında olmalarını politik olarak kullanılacak bir arenaya çevirecek Meclis’i. Biz, seçimi muhâlefet kazansaydı çokrenkli ve çoğulcu bir Meclis olacağını düşünüyorduk. Ama Meclis’in tam tersi bir tabloda oluşması, bu renkliliği ve bu çeşitliliği iktidarın kullanacağı bir zemine dönüştürmüş durumda. 

Senin söylediğin gibi, DEVA Partisi o gruba niye katılmadı? Zâten baştan beri niye ayrı partiler? Aslında ayrı partiler olmalarının birtakım politik, ideolojik nedenleri var. Ama aldıkları sonuç îtibâriyle hiçbir işe yaramadı; ortaya ne o bağımsızlıklarını ne o farklılıklarını gösterebildikleri bir durum çıktı. Bunun Meclis performansıyla değişmesi bana çok mümkün gelmiyor. Muhâlefetin Meclis performansıyla dikkat çekmesi, önceki meclislere göre daha da zor geliyor bana. O yüzden ben, Meclis’te olup bitenlerin, daha çok iktidârın kontrolünde ve iktidârın oyun sâhasında cereyan edeceği gibi negatif bir beklentiyle bakıyorum Meclis tablosuna. 

Ruşen Çakır: Burada geçen dönemden kalan bir Türkiye İşçi Partisi (TİP) örneği var. TİP 4 milletvekiliyle bayağı dikkat çekti. 

Ben bugün yine Silivri’de ziyâretteydim; açık görüş vardı. Can Atalay’ı da gördüm. Selâmlarını da iletmiş olayım. Vekil seçilmesine rağmen Can’ı hâlâ bırakmıyorlar. Ama sanıyorum birkaç gün içinde olabilir. Can ve yakınları, arkadaşları bu sefer umutluydu. Bir de Can atom karınca gibidir. Bayağı iyi tanırım Sosyal Haklar Derneği’nde yaptıklarından. Zâten büyük bir ihtimalle, milletvekili olarak görev yapmaya başlamasından îtibâren, yine önemli bir kısmını cezâevlerini ziyâret ederek geçirecek — öyle gözüküyor. 

Şunu da bir not olarak düşmek lâzım: Can Atalay olayı hâlâ çözülmedi. Artık Yargıtay’dan bir şeyler bekliyorlar. Detaylarını tam olarak anlamadım, karışık bir durum. Ama sonuç olarak bir hak gaspı var.  

Diğer husus: Bugün tesâdüfen Merdan Yanardağ’la karşılaştım. Orada âilesi, yakınları ile görüşe çıkmıştı. Selâmlaşıp kısa da olsa konuştuk. Merdan Yanardağ’ın durumu da ayrı bir mağdûriyet. TELE1’e 7 günlük yayın durdurma cezâsı kesildi. Bu rekor bir cezâ ve birçok şeyin de habercisi. Bu konuyu bir önceki programda da konuştuk. Bu meseleyi çok ciddîye almak gerekiyor. Çünkü daha mahkeme başlamamış bile, hiçbir şey sonuçlanmamış, RTÜK 7 günlük cezâ verdi. Cezâya îtiraz süresi varmış, ama sonuçta 7 gün boyunca ekranı karartılıyor. Daha önceki deneyimlerden hareketle, yargının da RTÜK gibi düşüneceğini sanıyorum. Umarım yanılıyorumdur. Merdan Yanardağ’ın tutukluluğuna îtiraz reddedildi biliyorsun. Bir yandan da bunu görüyoruz. 

Bir tarafta zamlar, vergi artırımları, şunlar bunlar yaşanırken, diğer yandan da gazetecilerin tutuklanmasını, ekran karartmalarını yaşıyoruz. Seçim sonrasında Türkiye çok da parlak bir başlangıç yaşamıyor. 

Kemal Can: Bunu, kucaklama projesini hazırlamış olan Erdoğan’ın onu ne zaman başlatacağını anlatacaklara sormak lâzım. Politikasını yumuşatacak, ekonomiyi de çok güzel rayına sokacak…

Ruşen Çakır: Neydi o? “Ortodoks” ekonomi politikası.

Kemal Can: Evet. Liyâkat da gelecek, Mehmet Şimşek’e de yardım edeceğiz. Ondan sonra da zâten kucaklayacak herkesi. Tamamdır. Bunları bekleyenler cevaplasın bunu.

Ruşen Çakır: Eyvallah. Hadi noktayı koyalım Kemal. İzleyicilerimize teşekkürler. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler.

Kemal Can: İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.