Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (123): 15 Temmuz’un altıncı yılı, Fethullahçılık ve diğer cemaatlerin geleceği

Ruşen Çakır ve Kemal Can, “Haftaya Bakış“ın bu bölümünde altıncı yılında 15 Temmuz darbe girişimini, Fethullahçılık ve diğer cemaatlerin geleceğini ele aldı.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Yine Kemal Can’la haftanın öne çıkan konularını konuşacağız. Kemal, merhaba. 

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Bugün 15 Temmuz’un altıncı yılındayız. Erdoğan bugün Saraçhane’de bir miting yapacak. Saraçhane’de olması mânîdar. 15 Temmuz’da orada bayağı çatışmalar da çıkmıştı. Tabii bir de Saraçhane’de, Büyükşehir Belediyesi’nin merkezinin olduğunu ve AKP’nin yirmi beş yıl sonra orayı CHP’ye kaybetmiş olduğunu da vurgulayalım. Söylenecek çok şey var, ama aslında 15 Temmuz’lar artık AKP’nin resmî gösterisine dönüştü. Böyle bir hal aldı. Fethullahçılık kısmını ayrıca konuşacağız. 

Bugün Erdoğan ne demiş? “Enflasyon, 15 Temmuz’un devâmı” demiş. Ben bu lâfı söyleyeyim, sen devam et Kemal.

Kemal Can: Şöyle bir noktadan hareket etmek lâzım: İlkin, 15 Temmuz’un kendisi var. Yani 15 Temmuz’da aslında ne oldu? Hatırlarsan, organize bir şey olup olmadığı, kurgulanmış bir şey olup olmadığı konularında çokça tartışma yapıldı. Aslında neydi? Tabii ki bunun arkasında olduğu iddia edilen Cemaat buna nasıl hazırlandı? Yine arkasında olduğu düşünülen Birleşik Arap Emirlikleri’nden Amerika’ya kadar uluslararası güç merkezleri –ki Cemil Çiçek darbenin arkasında Amerika’nın olduğunu söyledi, daha önce Süleyman Soylu söylemişti– konusu vardı. Birleşik Arap Emirlikleri resmî olarak bununla suçlandı; ama sonra barışıldı, görüşüldü. 

“15 Temmuz neydi, 15 Temmuz’u kim yaptı, neden yaptı ve 15 Temmuz’da neler oldu?” meselesi işin bir tarafı. İktidar, 15 Temmuz’un kendisini çok derin bir sorgulama konusu yapmaktan kaçınıyor. Evet, çok fazla yargılama yapıldı, bir sürü insan yargılandı, bir sürü insan işinden atıldı. Ama onlar FETÖ soruşturması diye büyük bir paketin içine girdiler. Ama orada hâlâ görevde olan birtakım askerlerin rolünden meselenin sivil ayağına kadar, 15 Temmuz’un kendisine ilişkin pek çok şey boşlukta kaldı. İşin böyle bir tarafı var. “Aslında ne oldu?” kısmı biraz bilinçli olarak muğlak bırakıldı. Hattâ bu konuda Meclis araştırması önerileri de reddedildi. Bunun böyle bir tarafı var.

Bir de, 15 Temmuz’un, “Bu 15 Temmuz nasıl kullanıldı?” tarafı var. İktidârın ne işine yaradı, nasıl kullanıldı? Bunun organize ya da kurgulanmış bir darbe olup olmaması bir yana, “Allah’ın lütfu” diye târif edilen bir hâdise olması, zâten bildiğimiz bir gerçek. Bu kullanımın birkaç ayağı var: Birincisi, bildiğimiz ve şimdi çok fazla konuşulduğu gibi, AKP iktidârının ya da iktidar ittifakının, devletin hemen hemen her birimine nüfuz etmesi, oralarda etkinlik kurması ve artık parti devleti gibi kurgulanan yapının oluşturulması için çok fazla imkân yarattı. Zâten öncelikle bu sistemin önünü açtı. Biliyorsun, darbenin peşinden olağanüstü koşullarda yapılan bir referandumla Başkanlık Sistemi geldi. MHP’yle ittifak böyle bir tablonun içerisinde oluşturuldu. Bunun devâmında da, bu Allah’ın lûtfunun, devletin bütün organlarıyla iktidârın arkasında konumlanmasını sağlayan bu yapısal durumu ortaya çıkarttı. Bir kere iktidar açısından böyle bir faydası oldu. Çok kullanışlı bâzı sonuçlar üretti.

İkincisi, senin açılışta sorduğun soruda söylediğin gibi, “Şu andaki enflasyon 15 Temmuz’un devâmı” denmesini sağlayan çok sayıda bahâne imkânı verdi. İktidârın, bâzen ekonomik kriz, bâzen dolardaki hareketlenme, bâzen dış politikadaki sıkışma, bâzen enflasyon ve hayat pahalılığı gibi pek çok sorunun aslında dış güçlerin müdâhalesi olduğunu söylemesi, Türkiye’nin ve bu iktidârın aleyhinde bulunan iç ve dış odakların komploları, manipülasyonları, dezenformasyonları ya da doğrudan müdâhaleleri için örnek olay olarak gösterilmeye başlandı. 15 Temmuz, içinden çıkılamayan pek çok sorun için de bahâne hâline getirildi. Bu açıdan da çok kullanışlı bir şey oldu. Her vesileyle, “İşte gördünüz, bu ülkeye 15 Temmuz’da ne yapılmak istendi… Bunu şimdi ekonomik araçlarla yapmak istiyorlar. Bunu şimdi dış politikada yapmak istiyorlar” yaklaşımını tekrar etme imkânı yarattı.

Bir de üçüncü bir tarafı vardı: 15 Temmuz vesilesiyle, artık yavaş yavaş zayıflamaya başlayan, benim hep bir tebessümle andığım “konsolidasyon” meselesi gündeme geldi. 15 Temmuz’u, bu iktidârın arkasındaki sivil desteğin çok önemli bir motivasyon sembolüne dönüştürmek, onu tekrar iktidârın arkasında güçlü bir desteğin en önemli bayrağı hâline getirmek. İşin o tarafında, diğer saydığım iki taraf kadar fayda temin edilemediğini düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Tam onu söyleyecektim. 15 Temmuz’un ilk başta yarattığı konsolidasyon efektiyle, şimdi yaratamadığı arasında çok büyük fark var. İlk başta gerçekten bir tehdit algısıyla beraber bir kenetlenme yaratılabiliyordu. Ama altı yıla kalmadan, hatta ikinci, üçüncü yıldan îtibâren, gerçekten kullanışlı olmaktan çıktı gibi geliyor bana. Meselâ bugün Saraçhane’de ne olacak, nasıl olacak? Tabii o alanı dolduracaklar filan, ama artık 15 Temmuz, sıradan iktidar yanlılarının dilinde bile kullanışlı bir olay olmaktan çıktı, senede bir hatırlanan bir olay oldu. Ama eski hikâyede 15 Temmuz anlatısı bütün bir yıla yayılıyordu. Şimdi senede bire dönüştü. Bana böyle garip bir seremoni özelliğinin ötesinde çok fazla bir anlam taşımıyor gibi geliyor.

Kemal Can: Evet. İktidârın resmî bayramına dönüştü. Toplum ve kendi destekçileri tarafından çok içselleştirilmiş, kuvvetli bir sembol vasfını bence kaybetti. Bunun çok sayıda nedeni var, ama iki tâne nedenini önemli görüyorum: Birincisi, 15 Temmuz’da yaralanan ya da hayâtını kaybedenler ya da 15 Temmuz mağdurları için organize edilen yardım operasyonunun bile büyük bir skandalla sonuçlanması, o paraların dağıtılamaması, dağıtılmaması, hattâ bir kısmının yakın bir zamanda protesto gösterileri yapmaya mecbur kalacak kadar tepki duymaları…  İktidar orada 15 Temmuz’un sivil direnç olarak hakîkaten güçlü biçimde tekrar edebilecek bir şey olmasını sağlayacak müdâhaleleri yapmadı, tam tersini yaptı: Oradaki sivil direnişi sadece araçsal olarak kullandı ve “Millet de izin vermedi. Millet bu iktidârın önünde kalkan oldu” lâflarını kullandı. Ama oradaki sivil irâde meselesi çok büyütülmedi. Demin söylediğim nedenlerden dolayı kendi faydasını fazla öne çıkarttı. İktidar kendi faydasını, o “Allah’ın lütfu” tarafını fazla parlattığı için, buradaki sivil kesim, “Bu bizimdi, bizden aldı kendisi için kullanmaya başladı ve biz burada önemsiz figüranlara dönüştük” hissine kapıldı bence. Birincisi bu.

İkincisi, 15 Temmuz’un o fayda meselesi fazla abartıldı. Yani o “Allah’ın lütfu”na o kadar şey bindirildi ki, 15 Temmuz vesîlesiyle iktidârı tahkim etmek, iktidârın devlet içerisindeki etkinliğini ve gücünü büyütmek, daha da şahsîleştirmek, bu şahsîleşmenin iyice âileye ve çok dar bir çevreye sıkışması, kendi siyâsî kadrolarını bile önemli ölçüde tüketen bir sürece evrilmesi, her vesîlede bu bahânenin ileri sürülmesi, açıkçası 15 Temmuz’un bir sivil direniş, sivil irâde gösterisi olma özelliğini taban nezdinde de zayıflattı. Buna çok izin verilmedi. Bu tarafı sâdece çok hamâsî nutukların konusu oldu ya da yine araçsal olarak iktidârın önündeki kalkan vasfıyla halkın öneminden bahsedildi. İktidârı koruduğu için önemli oldu. Yoksa kendi irâdesini koruduğu için değerli olan bir toplumsal dinamik hâlinde ifâde edilmedi. Bence bunun yarattığı bir kırılma var.

Tabii ki daha önemli bir nokta ise, AKP iktidârının, pek çok diğer sorun başlığında artık sorun çözemez, çözüm üretemez ve kendi tabanının meseleleriyle de ilişkisi zayıflamış bir nitelik kazanmış olması. Dolayısıyla 15 Temmuz’dan beklenen, senin söylediğin gibi konsolidasyonu sağlayacak, yeniden bir kenetlenme ve birlik hissini yaratacak duygu, tam tersine, iktidârın tutumu yüzünden çalışmadı. Yani bu imkân, “Allah’ın lütfu”nun bu kısmı, kullanılamadı. Çünkü 15 Temmuz’dan sonra iktidârın performansı kendi tabanıyla bütünleşmedi. Memleketin diğer kısmıyla zâten koptu da, kendi tabanıyla ilişkisini de son derece zayıflatan bir sürece girdi. Hem siyâsî olarak bu Başkanlık Sistemi ve onun yarattığı siyâsetsizleştirme operasyonu, kendi tabanıyla ilişkisini bozdu, hem içine girdiği krizler ve sorunlar nedeniyle tabanının meseleleriyle ilgilenmeyen, onlarla kopmuş bir iktidar görüntüsü çıktı. Hem de kendi iktidârının devâmından başka hiçbir şeyle ilgilenmeyen bir iktidar formuyla karşı karşıya geldiler. Dolayısıyla böyle bir tablonun içerisinde, “Ama biz 15 Temmuz’da ne güzel birlikte darbeyi savuşturduk” anlatısının bir karşılığı kalmadı. 

Ruşen Çakır: Kemal, yani şimdi öyle bir konuşuyorsun ki, “F-16’ya kafa atmış” milletiz, onları önemsizleştirme. Bu arada o cümleyi söyleyen Mazhar Bağlı’nın, Türkiye’de bir dönem bir üniversitenin rektörü olabildiğini, daha sonra rektörlüğü nasıl kaybettiğini öğrendik. Tabii ki dikkat çekmek için öyle lâflar ediyor, ama Habertürk’te bunun böyle yapılabiliyor olması çok ilginç. Zâten aslında Mazhar Bağlı’nın iktidârın gözde akademisyeni olarak gayet kendinden emin bir şekilde onu söyleyebiliyor olması, gelinen noktayı bence özetliyor. F-16’ya kafa atmak ne kadar gerçekçiyse, o anlatılar da o kadar gerçekçi oluyor. Bu gelinen noktayı güzel özetliyor.

Zâten iktidar döneminde neşet etmiş birtakım insanlara bakıyorsun: “F-16’ya kafa atıyor”. Ya da meselâ eğitimci Nazmi Arıkan’ın öldürülmesinin baş zanlısı olan kişi de, Melih Bulu’ya daha ilk günde forma veren adam — Tokatspor Kulübü Başkanı galiba; en büyük özelliği de AKP yanlısı olması. Normal şartlarda bunlar bulundukları yerlerde güçlenemeyecek insanlar, ama özellikle 15 Temmuz sonrasında, tamâmen boş bir alanda birtakım insanların önü açıldı. Ama en ufak bir şeyde gerçek yüzleri çıkıyor. F-16’ya kafa atıldığını canlı yayında söyleyebiliyor. Hakîkaten akıl alır gibi değil diyeceğim, ama artık Türkiye’de bu lâfı kullanmak herhalde imkânsız oldu. Neyse… 

Fethullah Hoca’ya geçelim. Tam da 15 Temmuz sabahı bir video yayınladılar. Sen galiba görmedin, ama ben gördüm. Yayından önce seninle konuştuk. Hastâneye kaldırıldı vs.. 

Kemal Can: Hastâneye kaldırıldığı haberini duydum da videosunu görmedim.

Ruşen Çakır: Tahlillerinden 1 hafta sonra taburcu olmuş. Tek başına yürüyor, kimse koluna girmiyor. Böyle bir görüntü var. “Yıkılmadım, ayaktayım” havası… Biliyorsun, ben İslamcılık çalışmaya başladığım andan îtibâren insanlar bana Fethullah Gülen’i sorar. 1985’te çalışıyorum, düşün. 1986, 87, hadi diyelim 1990 yılından beri bana en çok sorulan soru, “Fethullah Gülen öldükten sonra Cemaat ne olur?” sorusuydu. İnan, bana onu soranların en az üçte biri çoktan âhirete intikal etmiştir, ama Fethullah Gülen hâlâ ayakta. Anladığım kadarıyla da yapıyı kontrol ediyor. Ama sanıyorum şimdiden, kendi içlerinde ciddî bir şekilde “Fethullah Gülen sonrası” hesâbı yapılıyor. Bu görüntüler, servis etmeler, sâdece kendi tabanlarını motive etmek değil; aynı zamanda belli ki içlerinde bir köşe kapmaca olayı da var. Elimde bir bilgi yok, ama akıl yürüterek söylüyorum. Zâten bu mesele hep söylenirdi. Fethullah Gülen hiçbir zaman kimseyi ikinci adam olarak göstermedi ya da dönem dönem birilerini gösterip sürekli onları değiştirdi ki, altta herkes, “Bir gün yükselebilirim” duygusunu tatsın. O yapıyı, o şebekeyi tam bir istihbâratçı kafasıyla yönettiği için, hiç kimseye de tam olarak güvendiğini sanmıyorum. Bunu unutmamak lâzım.  En yakınındaki insanlara bile tam olarak güvendiğini sanmıyorum. Bütün bu operasyonlara rağmen –ki yurtdışında yapılan operasyonlar da var biliyorsun, alınıp Türkiye’ye getiriliyorlar, ama– hâlâ varlığını bir şekilde sürdürüyor ve büyük bir ihtimalle de Erdoğan sonrası Türkiye için hazırlık yapıyorlar. Ne dersin?

Kemal Can: O kısmını bilmiyorum. Ama bu yapının en azından yurtdışındaki etkinlik açısından faaliyetlerini devam ettirme konusunu daha önce de birkaç kere konuştuk. Sen de anlattın, çeşitli yayınlara konu oldu. Ama senin söylediğin gibi, bu tür, siyâsî yapılar olsun, dinî cemaat olsun, daha geleneksel, tarîkat veya bir silsile tâkip eden yapılar dışında, karizmatik önderin etrafında toplanmış cemaat ya da siyâsî organizasyonların tamâmında, liderin tercihi de bu yönde oluyor. Ama zâten o lider kültünün devam etmesi herkesin çıkarına olduğu için, açık işâret edilmiş bir veliaht, vekil ya da ikinci adam hiçbir zaman olmuyor. Meselâ bunu daha önce Türkeş dönemi MHP’sinde de gördük. Hatırlarsan, “Yerine kim gelecek, oğlu mu gelecek?” konuları tartışılırken, asla böyle bir şeyi işâret etmedi. Sonunda Türkeş öldüğünde partinin dağılacağı düşünüldü. Hattâ çok olaylı kongreler yaşandı. O kongrelerde çok acayip sahnelere tanık olduk. Ama sonra, seçilen Devlet Bahçeli de yirmi beş senedir yine aynı liderliği sürdürüyor. Başka yapılarda da benzer şeyler görüyoruz. 

Şimdi bir süredir Erdoğan’la ilgili de, “Erdoğan sonrasında birisi var mı? Kim çıkar?” konusunu tartışıyoruz. Hattâ bir dönem, Soylu’nun çıkışı dönemlerinde, onun adaylığını konuştuk. Ama bunlar olmuyor. Çünkü liderin taşıyıcı olduğu ya da onun karizmasının hâlâ lokomotif sayıldığı yapılarda, aşağıda çok ciddî çatışmalar da olsa, lider, hem kendi devâmı için hem de o yapı çıkarına uygun olduğu için, bir kanadı, bir ikinci ismi açıkça veliaht olarak veya halife olarak göstermiyor. Ama şimdi sağlık sorunlarıyla ilgili spekülasyonlar ortaya atılınca bu tartışmalar yeniden alevlendi. Hattâ sağlık sorunlarıyla ilgili bilgilerin bir kanat tarafından ileri sürüldüğü, bunu dengelemek için başka bir kanadın bazı hamleler yapmaya çalıştığı, içlerinde çok ciddî bir gerilim olduğu epeyce konuşuldu. Açıkçası bunlara çok hâkim değilim. Senin bildiğinden daha fazlasını biliyor değilim. Ama hiç şaşırtıcı değil. Zaten böyle çok uzun süre devam etmiş yapıların çok monoblok, çok homojen olması beklenmez. Onun içerisinde mutlaka kanatlar, birtakım ekipler ve o ekiplerin çoğunun, liderden ya da merkezden gücünü alarak ya da onunla ilişkisini ve mesâfesini koruyarak etkinlik yaratmaya çalıştığı bilinen bir gerçek. Büyük ihtimalle Fethullah Gülen çevresinde de böyle bir kaynama yaşanıyor. Senin de söylediğin gibi yıllardır, üstelik 15 Temmuz’dan daha da önce, hattâ yurtdışına gitmeden önce bile Fethullah Gülen’in yerini kime bırakacağı veya ondan sonra ne olacağı konusu hep konuşuluyordu ve hep cevapsız kalıyordu. 

Şimdi de, daha geleneksel yöntemlerle ve daha az sorunlu geçişlerle, tarîkatlarda da benzeri şeyler yaşamaya başladık. Tarîkatlarda zâten genellikle halife tâyin edilmiş oluyor ve sonra başa geliyor. Ama meselâ Mahmut Hoca cenâzesinden sonra gördük ki, oradaki kanatlar arasında açık bir tartışma da yaşanabiliyor. Böyle gelişmeler de ortaya çıkıyor. Çünkü dinî cemaatler dünyevîleştikçe, iktisâdî ya da siyâsî bir güç hâline dönüştükçe, kendi geleneksel yetki ya da irâde devirlerini normal yollarla yapma kabiliyetlerini de kaybediyorlar. Çünkü kendi dar dinsel süreçlerinin dışına taştıklarında, pek çok başka çıkar ilişkisi oradaki iktidar kavgasının parçası hâline dönüşüyor. O zaman da gruplar, ekipler ve belki bunların yarattığı ittifak ya da çatışmalar da çeşitleniyor. Büyük ihtimalle, hem 15 Temmuz hem de onun sonrasında yaşanan travmayla birlikte, söz konusu yapıda da bu anlamda büyük bir kriz yaşanıyor olduğunu söyleyebiliriz. Buna şaşırmam. 

Ruşen Çakır: Eğer olağanüstü bir şey olmazsa önümüzdeki Çarşamba günü “Adını Koyalım”da 15 Temmuz’u ve Fethullahçılığı konuşacağımızı söylemiştik. Geri kalan kısmı oraya saklayalım. Muhtemelen ben bu haftasonu yazımı da bununla ilgili yazacağım, öyle gözüküyor. Çünkü bu konu çok boyutlu bir şey… Bir tarafta AKP, bir tarafta Fethullahçılık, bir tarafta ise şimdi ele alacağımız konu olan diğer cemaatler… Meselâ, Cübbeli Ahmet sürekli Vahhabîler’den şikâyet etmeye başladı. Bugün de yine haftalık vaazında aynı şeyi söylemiş. “Bu Vahhabîler, Selefîler bizi mahvedecek, ülkeyi iç savaşa sürükleyecek” diyerek Diyânet’i eleştirmiş. Ama iç savaştan kastı, diğer kesimin söylediği gibi Suriyeliler ve Türkler gibi değil de, Vahhabîler-Selefîler’le Mâtürîdîler… –“Türkiye İslâmı” diyelim– Türk İslâmı arasında bir savaştan bahsediyor. Cübbeli Ahmet’in Vahhabîlik boyutundan şikâyet etmesi anlaşılır bir şey, ama aslında çok ciddî başka bir sorun var. Bu konuyu Mahmut Hoca’nın ölümünden sonra, hem “Adını Koyalım”da, hem “Haftaya Bakış”ta konuşmuştuk: Türkiye’de cemaatleri çok parlak bir gelecek beklemiyor. Hele Erdoğan’ın iktidardan gitmesi durumunda hiç beklemiyor. Erdoğan iktidârında bu cemaatler çok ciddî şekilde varlık nedenlerini aşındırdılar. İktidâra o kadar bağlı hâle geldiler ve o kadar ekonomi temelli yapılara dönüştüler ki, tekrar fabrika ayarlarına dönmeleri bence mümkün değil. 

Şimdi yaşanmadı, ama büyük bir ihtimalle Fethullahçılık için de böyle olabilir: Birisi onun yerine gelse bile, birden fazla yapı çıkabiliyor. Bu, cemaatlerin târihlerinde çok var. Meselâ bir şeyh ölüyor, yerine halife olarak birisi geçiyor. Görünüşte o yürütüyor, ama bir bakıyorsun: Aynı anda birçok kişi, onu yetersiz gördüğü için açıkça savaşmasa bile, ayrı örgütlenmeye gidebiliyor. Böyle olaylar da oluyor. Hele hareketler krizdeyse, bu çok daha fazla olacak ve herkes ayrı ayrı baş çekecek ve tabanda da çok büyük çözülmeler olacak diye tahmin ediyorum.

Kemal Can: Mahmut Hoca cenâzesi vesîlesiyle yaptığımız yayında epeyce konuşmuştuk. Demin söylediğinden devam edeceğim. Bu, tıpkı 15 Temmuz hikâyesinde olduğu gibi… Bir durum, bir olgu, bir siyâsî-sosyal vasat, yarattığı faydalar ve imkânlarla birtakım seçenekler ortaya çıkartıyor. Bu, siyâsî yapılar için de böyle, dinsel örgütlenmeler için de böyle, sosyal organizasyonlar için de böyle. Ya o imkânlardan maksimum faydalanmak üzere önceliklerini değiştirmek ya da kendi gelişme sürecini ve gelişmesini sağlayan temel dinamikleri koruyarak, aslında o faydaların tuzaklarından kendilerini biraz uzak tutmaları… Bu ikisi arasında hep bu çatala geldiğinde, siyâsî yapılar da, dinsel örgütlenmeler de, iktisâdî çıkar çevreleri de, bu çatalı bâzen farklı biçimde değerlendiriyorlar. 

Söylediğim gibi, 15 Temmuz’da bu iktidar “Allah’ın lûtfu”nu, iktidârını pekiştirmenin imkânı olarak kullandı. Tabanıyla ilişkisini geliştirmek, daha güçlü bir millî irâde ve bunun karşısında da tabanıyla bütünleşmiş bir yapı olmak yerine, bu yakın ve basit hedefleri önüne koydu. Şimdi bunun sıkıntılarını yaşıyor. Çünkü 15 Temmuz’un sonrasında ne bekleniyordu? “Hazır böyle bir darbe riskiyle de mücâdele etmiş bir iktidar olarak, bir de üstüne Başkanlık Sistemi gelecek. Zâten siyâsî olarak neredeyse %60’ı temsil eden milliyetçi-muhâfazakâr geniş bir çevre var. Bir de 15 Temmuz yapıştırıcısıyla kimsenin yerinden oynatamayacağı dev bir çoğunluk hâline geldi. Dolayısıyla bu çoğunluğu yerinde tutmak, onu hoş tutmak, onun problemlerini halletmek önemli değil. Biz bu iktidârın kalıcılığı için bu imkândan ne yaratırsak onları yapalım” dediler. Ama iş hiç de öyle cereyan etmedi.

Şimdi cemaatlerin yaşadığı mesele de şu: Geçen sefer konuştuğumuz gibi, bu iktidar sâyesinde önlerine büyük imkân pencereleri açıldı. İktisâdî imkân pencereleri açıldı, devlet içerisinde etkinlik pencereleri açıldı. Bugün Millî Eğitim’in pek çok uygulamasını, yargıdaki örgütlenmeyi, hattâ sağlık sistemini bile belirli cemaatlerin manipüle ettiği, yönettiği, onun içerisinde çok etkili olduğu söyleniyor. Yine akademide böyle durumlar var. Bu açılan imkânlarla, biraz önce söylediğim gibi cemaatleri dünyevîleştiren, siyâsî etkinlik, bürokratik etkinlik ya da iktisâdî etkinlik kapıları açan tercihlere hamle ettiklerinde, kendi destek ve ilişki çevreleriyle ve aslında kendilerini var eden etik zeminle, o misyonla bağları zayıfladı. Meselâ dindarlığın gerilediği konuşuluyor. İktidârın yarattığı atmosfer sâyesinde dindarlığın görünürlüğünün artmasına karşılık, hatta dinî taassubun başkalarının üstünde baskı oluşturmasının daha da etkili hâle gelmesine rağmen, dindarlaşmanın artmadığını, hattâ genç çevrelerde tam tersine dinden uzaklaşmanın ortaya çıktığını görüyoruz. 

Bu neden oluyor? Çünkü bu imkânlar bir seçim yapmayı gerekli kılıyor. Bu imkânlar bazı vazgeçişleri yaratıyor. Bu imkânları fazlaca kullanmak, dünyevî olan imkânlardan fazlasıyla yararlanmak, aslında kendi misyonundan, kendi destek çevrenden, kendi ilişki etiğinden vazgeçmek demek. O vazgeçme de, tabii ki önce fikrî, daha sonra duygusal bir boşluk yaratıyor ve tıpkı iktidârın artık kendi çekirdek tabanında bile desteğini kaybettiği, burada genişleyemediği, tam tersine bir çözülme yaşadığı gibi, bütün yapılar ve cemaatler de kendi ilişki çevrelerinde zayıflıyorlar. Yani şöyle bir ters ilişki var: İmkânları büyüyor, daha fazla şey elde ediyorlar, ama buna karşılık güçleri zayıflıyor. Güçleri derken, yapabilirlikleri artıyor, paraları artıyor, siyâsî nüfuz imkânları artıyor. Ama bunu sağlamalarını mümkün kılan tabanıyla ilişkileri zayıflıyor. Önde kuvvetlenirken arkalarında büyük bir zayıflama bırakarak ilerliyorlar. Hızla o imkânlara doğru koşarken, arkalarında büyük bir boşluk bırakıyorlar. Bütün cemaatler ve bu iktidarla bu fayda ilişkisini kurmuş her çevre –ekonomide de böyle olacak– bu tür sorunu yaşayacak. Bunun işâretlerini de görüyoruz. Kendileri de bunu fark etmeye ve bundan şikâyet etmeye başladılar. 

Ruşen Çakır: Burada şöyle bir husus var: Cumhuriyet târihinde yaşanmamış bir olay yaşandı: Erdoğan-Gülen savaşı… Genellikle hep “laik sistemle mücâdele eden cemaatler, dindarlar” anlatısının yerine, birbiriyle mücâdele edenler oldu. Bütün tek parti dönemlerine atfedilen o mücâdele, o savaş çok daha sert, çok daha acımasız geçti. Hâlâ dillendirilen 28 Şubat’ta kaç kişi işinden olmuştur, kaç kişi hapse atılmıştır? O dönemi berâber yaşadık. Şimdiki yaşanan sürece bak, yurtdışına kaçmış on binlerce insandan bahsediyoruz, belki de daha fazla… 28 Şubat’ta yurtdışına kaçmış çok az insan oldu. Başörtüsü nedeniyle okumaya gidenler oldu, ama kaçarak değil, pasaportla gittiler. Şimdi böyle bir olay yaşandıktan sonra, zâten cemaatlerin, bütün İslâmî ve İslâmcı yapıların varoluş nedenleri ortadan kalkıyor. Ne diyecekler? İnsanları nasıl harekete geçirecekler? Laik sisteme karşı bilmem ne… Nerede? Ülkenin son yirmi yılına damga vuran iktidar, genç kuşaklara neyi anlatacak? Ne diyecekler? Ancak şöyle bir şey olursa olabilir: Bu iktidar gider, yerine gelecek olan iktidar bir şekilde dindarları rahatsız edecek –ki ben hiç sanmıyorum ve böyle bir şey beklemiyorum–, belki öyle… 

Çok büyük bir imkânı artık kaybetmiş durumdalar. Kaçırmış da değil, kaybetmiş durumdalar. Belli ki bir kerelik kullanma hakları vardı, o hakkı kullandılar ve hakkı kullanırken de birbirlerine girdiler. Bir daha bence onu oluşturabilmeleri, tekrardan bir güç kazanabilmeleri bana çok gerçekçi gelmiyor. Tabii ki sonra çok önemli şeyler değişir, şu olur, bu olur, bilemem. Ama şu hâliyle baktığın zaman, ortada Türkiye tipi İslâmcılığın ve cemaatlerin zemini kalmadı. Bütün anlatının hepsi açığa düştü ya da üzerine o kadar çok şey yaşandı ki, oralara kimsenin gidecek mecâli yok. Şimdiki kuşaklar 28 Şubat’ı da bilmiyor ki… Arada başları sıkıştığında, biliyorsun ki “28 Şubat, bilmem ne…” diyorlar. Millet bakıyor, genç kuşaklar bakıyor. Yok öyle bir şey. Hayatlarında öyle bir şey görmemişler. Yirmi yıl… Düşün, otuz yaşına kadar olan insanların, bilinçli bir şekilde hayatları Erdoğan iktidârıyla geçti. Böyle acayip bir durum… O devir kapandı bence. 

Kemal Can: Zâten özellikle bu iktidârın son on yılında, mağdur edilmiş birilerinin mücâdele ettiği “vesâyet”, “geçmiş CHP zihniyeti” gibi bir şeyi o anlatının içine yerleştirmenin hiçbir vesîlesi kalmadığı gibi, tam tersine son on yılda mevcut iktidârın kendisinin dışındaki herkesi kısıtlayıp –kendisinin dışındaki herkesin içinde dindarların bir kısmı da var–, “Hepimiz din kardeşiyiz” diye kurabileceği bir anlatıyı da yıkarak, kendi iktidar önceliklerini her şeyin önüne o kadar güçlü biçimde koydu ve herkesin sâdece bu güçle, buradan sağlanan lûtufla ilişki kurması ve ona bîat edip, onun sağladığı faydayla da yetinmesi üzerine kurulu bir çark kuruldu. Burada kültürel hattın, yani büyük kalabalığın dindar-muhâfazakâr olduğu varsayımının, ikincisi de, darbeler, 28 Şubat gibi süreçlerle birlikte gelen ve bütün Cumhuriyet dönemi boyunca, hattâ daha öncesinden işlenen, biraz da popülist nüveleri olan “elitler ve halk ayrımı” ve asıl olarak o dindar halkın mazlum ve mağdur olduğu anlatısının da kırıldığı, başka bir mağduriyet zemininde bu iktidar sâhiplerinin hiç de o önceliklerle davranmadığının görüldüğü bir tablo ortaya çıktı. Dolayısıyla artık insanlar, burada bu anlatının kendi gücünden öte, kendi iddiasını yalanlayan bir performansına tanık oldu. Senin söylediğin gibi bu, hem genç insanlar için karşılığı olmayan bir şey, hem de bunu bilen insanlar için de, “Ya tam olarak biz bunun için mi îtiraz ediyorduk?” diye düşünmeye başlayacakları bir tablo ortaya çıktı. Bu çok belirleyici bir şey. Sâdece bilmeyen gençler değil, bence artık bilen yaşlıların bir kısmı da bu anlatıyı inandırıcı bulmuyor.

Ruşen Çakır: Bana dün Twitter’da gerçek adını kullanmayan biri –“Fizilalikuran” ismini kullanıyordu sanırım– tebliğ yaptı. Gerçek hayatta karşımda olsa o kadar çok şey konuşurum ki, ama biliyorsun sosyal medyada yaptığın şeyler çok alâkasız şekilde kullanılabiliyor. Ben gazetecilik hayâtımda böyle tebliğlere çok muhâtap oldum. Şimdi, şu saatte bir İslâmcının, benim gibi laikliği önemseyen, seküler hayat tarzını benimseyen bir insana söyleyebileceği ne olabilir? Bir de bu arada tabii şunu yapıyor: Benim Cübbeli Ahmet hakkındaki yayınım üzerinden yürüyor, üstelik Cübbeli’yi laik düzenin elemanı olarak târif ediyor. Cübbeli’yi bile beğenmeyen bir insan… Biraz geyik muhabbeti oluyor ama, “Siz sosyal medyada tebliğ yapacak başka kimseyi bulamadınız mı da beni buldunuz?” diye sordum. “Ben bunu uzun zamandır yapıyorum, çok ilgi görüyor” diyor… Bir de böyle bir şey var. Ama gerçek kimliğiyle yapamıyor. Adıyla, fotoğrafıyla değil, Böyle bir efsâneyle yapıyor. Belki hafif nihilizm duygusuyla, cihadcı hareketlere bir ilgi olabilir. Ama insanlar, gençler, diğer hareketlere niye gitsin ki? Ne var? Hiçbir şey yok. En fazla, iktidar nimetlerinden faydalanmak gibi bir şey olabilir — ki o da artık pek kalmadı. Bir isyan, başkaldırı, meydan okuyuş yok. Meselâ eskiden sokağa cübbeyle, sarıkla çıktığı zaman, aynı zamanda rejime meydan okuyordu, değil mi? Kıyâfetinin başlı başına bir anlamı vardı. Şimdi hiçbir anlamı yok. Gayet sâkin. Zâten Cumhurbaşkanı cenâze namazında en önde duruyor… Hiçbir anlamı kalmadı. Bütün câzibe uçtu gitti, bana öyle geliyor.

Kemal Can: Evet. Bunun nimetlerinden faydalandıkları gibi, artık külfetlerini de görmeye başlıyorlar.

Ruşen Çakır: Evet, öyle diyelim ve noktayı koyalım. “Haftaya Bakış”ı burada noktalayalım. İzleyicilerimize teşekkür edelim. Haftaya tekrar buluşmak üzere. 

Kemal Can: İyi haftalar. Haftaya buluşmak üzere.

Ruşen Çakır: İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.