Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ahmet Davutoğlu ile söyleşi: “Asla umutsuzluğa kapılmamak lazım, önce kendi kendimizi rehabilite etmemiz gerek”

Millet İttifakı neden kaybetti? İttifak sürecek mi? DEVA Partisi, TBMM grubuna neden katılmadı CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun Zafer Partisi lideri Ümit Özdağ ile imzaladığı “gizli protokol”den haberi var mıydı? Yerel seçimler öncesi yapılması gerekenler neler? Ruşen Çakır’ın sordu, Gelecek Partisi lideri Ahmet Davutoğlu yanıtladı.

Ruşen Çakır’ın gündeme dair sorularını yanıtlayan Gelecek Partisi lideri Ahmet Davutoğlu, Merkez Bankası’na (MB) yapılan son atamaları değerlendirdi. Tanıdıklarını aradığını ve kutladığını söyleyen Davutoğlu, atamaların doğru olduğunu fakat politikaların doğru olmadığını kaydetti:

“Aman başarısız olsunlar demem. Tanıdıklarımı aradım, kutladım. Doğru atamalara doğru deriz fakat politikalar doğru değil. MB başkan yardımcılarının değişmesi doğru, bu kadar geç değişmesi doğru değil. BDDK’nın başına şahap beyin gelmesi yanlış. Kültür ve Turizm ve Sağlık Bakanı’nın görevlerini sürdürmeleri doğru değil, siyasi ahlaka uymaz. Fakat acaba liyakatın gereğini yapacak mı bu atamalar yoksa diğerleri gibi kısa ömürleri mi olacak, kısa zamanda kenara mı atılacaklar?”

“Hakan Fidan doğru tercih”

Dışişleri Bakanı olarak görev yaptığı dönemde Hakan Fidan ile dirsek dirseğe çalıştığını ifade eden Davutoğlu, Fidan’ın dışişleri bakanı olarak atanması doğru olarak karşıladığını anlattı:

“Doğru bir atama olarak gördüm, aradım ve tebrik ettim. Pek çok görüşmede yanımda bulunmuş bir arkadaş. Dış politika geçmişi yeni değil. Son dönemde ister Libya, ister Suriye, ister Ukrayna, isterse Dağlık Karabağ sorununun MİT tarafından yürütüldüğünü herkes biliyor. Hakan bey doğru bir tercih oldu. Fakat Sayın Erdoğan ne kadar rasyonel ve onurlu davranacak? Örneğin Donald Trump’ın geri gelme ihtimali var. Trump’ın müzesinde “Aptal olma” mektubu duruyor. Acaba ne olacak? Umarım Hakan Bey başkanlığında doğru politikalar yürütülür.”

Yeni ittifaklar kapıda mı?

Çakır’ın seçimlerden sonra HDP başta olmak üzere partilerin yerel seçimler için ittifak kurmak istemediği ve kendi adaylarını çıkaracağı açıklamaları üzerine Davutoğlu şunları söyledi:

“Seçimlerden önce herkes siyaset yapma alanını daraltarak ittifak kurdu, çünkü bu gerekliydi. Şimdi de herkes kendi görüşünü açıklıyor. Fakat seçim geldiği zaman herkes farklı bakar. Tek başına kazanamazsan ittifaklar denkleme girer. Önümüzdeki dönem Türkiye genelinde bir ittifak olacağını düşünmüyorum fakat çok farklı katmanlarda ittifaklar oluşacak.”

Davutoğlu, Çakır’ın “Aday kim olacak?” sorusuna ise şöyle yanıt verdi:

“O gün geldiğinde konuşulur, bugünden bu konuyu konuşmak için erken. Seçim bitince ben bütün il ve ilçe başkanlarımı çağırdım ve hepsine yol haritamızı sordum. Tek tek illerinizde çalışın, yerel seçimlerde nasıl bir formül izleyelim bana anlatın dedim. Eminim bütün partiler bunu yapıyorlardır. Halk iktidarı kerhen destekledi, ellerimiz kırılsaydı demeye başladı. Peki neden? Terör korkusu, savunma sanayine yapılan yatırımların azalma ihtimali vesaire. Artık korku kalmadı. Burada muhalefetin akıllı olması lazım. Keşke o üçlü ittifağı yapabilseydik. Eşit yetkiye sahip olalım dedik, yanlış anlaşıldı. Bizim hatamız bu.”

Öte yandan Davutoğlu, Kılıçdaroğlu’nun Ümit Özdağ ile imzaladığı gizli protokol meselesini kapattığını ve söylenmesi gerekenleri Kılıçdaroğlu’na söylediğini ifade etti.

Yayına hazırlayan: Gamze Elvan & Cenk Narin

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Gelecek Partisi Genel Başkanı Prof. Ahmet Davutoğlu stüdyoda canlı yayın konuğumuz, her şeyi konuşacağız. Hocam, hoş geldiniz.

Ahmet Davutoğlu: Hoş bulduk. 

Çakır: Her şeyi konuşacağız. O kadar çok şey var ki, özetle konuşmaya çalışalım. An îtibâriyle nasıl bir ruh hâlindesiniz? 

Davutoğlu: Tabiî güzel bir soru; kişisel ruh hâliyle toplumsal ruh hâli arasında bir irtibat kuramayanların siyâset yapması çok zordur. Yani toplumla hemhal olmamışsanız, o toplumun psikolojisini kendinizde hissetmiyorsanız siyâset yapmak, ilim yapmak, aydın olmak çok soyut bir şey hâline dönüşür. O bakımdan açık ifâde etmek gerekirse toplumdaki psikolojiyi görerek, bir taraftan o psikolojinin getirdiği ciddî kaygılar var kendi içimde: Birçok benzer örneklerini farklı ülkelerde gördüğümüz olayların yaşanma kaygısı… Bir taraftan da her zaman görevimiz sâdece realist olmak değil, topluma bir vizyon çizmek, bir taraftan da bütün bu olumsuz şartlar altında dahi bir vizyon çizme sorumluluğumuz var. Yani herkesin karamsar olduğu yerde eğer vizyon ve üretme kapasitesi kalmazsa siyâsetin anlamı da kalmaz. 

Çakır: Hocam, kusura bakmayın ama, birçok kişi bunu diyecek — ben de dâhil: Bu seçimde çizemediğiniz vizyonu, bundan sonra nasıl çizeceksiniz? 

Davutoğlu: Ben vizyon üretmediğimiz kanaatinde değilim. Yani sizin programda da konuştuğumuz, Altılı Masa’da, 200 yıllık modernleşme târihi etrâfında geleceğe dönük çizdiğimiz vizyon bence anlamlı bir vizyondu. Bunu iyi anlatamamış olabiliriz; toplumsal psikolojide bunun kabul edilmesine karşı propagandaların etkisi daha fazla olmuş olabilir, hatâlar yapmış olabiliriz. Ama ben nâm u hesâbıma söyleyeyim: Vizyonsuzluk gibi bir suçlamayı kabul etmem. Her çıkmaz sokağın içinden bir vizyon üretmeye çalıştık. Bu, topluma anlatılamadı; toplumun talepleriyle, beklentileriyle, psikolojisiyle uyuşamaması, bir vizyonsuzluktan daha çok, kötü bir iletişim stratejisi olmuş olabilir, yanlış ifâdeler, söylemler olmuş olabilir. Ben Türkiye’de bu anlamda yeni bir vizyonu da anlatacak yeni bir söyleme ihtiyaç olduğu kanaatindeyim. 

Çakır: Peki şu andaki verili koşul? Meselâ Meclis’te net bir şekilde iktidârın hâkimiyeti var. Siz de grup kurdunuz, hayırlı olsun, Saadet Partisi’yle berâber; ama parlamenter sistem iyice geri planda, başkanlık sistemi var vs.. Seçim sonuçları ortada, bir moralsizlik var. Böyle bir ortamda, açık söylemek gerekirse insanlar siyâsetten soğudu; özellikle iktidar karşıtı olan kesimlerde artık büyük bir önünü görememe ve görmek istememe hâli var. 

Davutoğlu: Çok doğru. Aslında sâdece iktidâra karşı olanlarda değil, iktidâra oy vermiş olanlarda da. Şimdi diyelim ki 28 Mayıs seçimi yaşanmadı, 14 Mayıs – 28 Mayıs. Tabloyu yine önümüze ortaya koyduğumuzda, o seçimler yaşandı ve hepimizin özeleştiri yapmamız lâzım — neyi eksik bıraktığımızı. Halkı suçlayamayız; halk kendisine verilen doneleri değerlendirir ve bir karar alır ve demokrasi zâten bu karârın ürünüdür. Dolayısıyla demokrasiye inanan birisi dönüp de kendi eksikliklerini görmeden, halka, “Bunlar da hep yanlış yere oy kullanıyorlar”deme lüksüne de hakkına da kimse sâhip değil. Nerede hatâ yaptık diye kendimize bakacağız. Ama bir taraftan da Türkiye’de beni korkutan, kaygı duyduğum mesele çift yönlü. İktidâra oy verenler de mutlu değil. Yani toplumun içindeyiz, iktidâra oy verenler de mutlu değil. Hattâ bâzı sert tepkiler iktidâra oy verenlerin içinden çıkıyor. İşte, “Canım sana fedâ olsun!” diyen bir hanımefendi, Sayın Erdoğan’ı bu sefer sokakta protesto edebiliyor. Nedir mesele? Bir insanı mutlu kılan, huzurlu kılan? Geleceğe iyimser bakmasına sebep olacak birkaç unsur var: Birisi, minimum başkasına muhtaç olmayacak düzeyde bir ekonomik imkâna sâhip olması. İnsanoğlunun onurunu en fazla rencîde eden şey muhtaç olma duygusu ve yarınını görememe duygusu. Şimdi baktığımızda, seçim öncesine göre daha mı iyi tablo? Değil. Seçimin toplumu rahatlatması lâzım. Meselâ 1 Kasım’dan sonra ben onu hissetmiştim, toplumda bir rahatlama olmuştu. 1 Kasım zorlu bir süreçti, ama toplumda geleceğe dönük bir rahatlama olmuştu. Birilerine o rahat battı, o ayrı bir şey. Ama her seçim sonrası böyle bir rahatlama olur, 2011’de de olmuştu bu. Seçimler toplumu rahatlatır. Hele kazanan kesimlerde gelecek ümidini artırır. Eğer seçimden hemen sonra tüketici güven endeksi düşmüşse, bu sâdece muhâlefetle ilgili bir soru değil. Yani iktidâra karşı değil, genel olarak toplumun güven endeksi düşüyor. Bir taraftan bu ekonomik şart, diğer taraftan son günlerde bu ekonomik şartla, yoksullaşmayla âsâyiş probleminin iç içe geçtiği bir güvensizlik hâli var sokakta. İşte, bir gün içinde dört-beş yerde saldırılar oluyor. Kimin elinde hangi silâh var bilmiyoruz. Bu silâhlar nasıl ele verildi bilmiyoruz. Sosyal medyada çifte silâhlarla resim çektirenlerden, dizifilmlerin etkisi altında veya başka sebeplerle her biri küçük küçük mafyatik yapılardan, hapisten çıkan mafya liderlerinin bâzı siyâsî liderlerin elini öpmesine kadar giden, meşrû siyâset alanı ve meşrû toplumsal düzen alanının dışında bir tablo var. Yani ekonomik durum, yoksullaşma, âsâyiş durumu: Şehri eşkıyâlar basmış, mafyatik bir durum. Bir de karamsar psikoloji olunca, gerçekten gelecekle ilgili kaygı duymamak mümkün değil. Bundan kaygı duymak doğal, ama doğal olmayan şu: Kendimizi karamsar bir psikolojiye mahkûm edemeyiz. Bu anlamda çıkış yolunu da biz bulacağız, hep berâber bulacağız ve bu sâdece siyâsîlerin değil, aydınların da görevi. Ben siyâsette olmasam da bu mücâdelenin içinde olurdum, şimdi de olurum. İktidârın yanlışları karşısında da sesini yükseltmek lâzım. Asla da karamsarlığa kapılmamak lâzım.

Çakır: Şimdi, seçimlerden sonra yeni bir kabine şekillendi ve muhâlif kesimin içerisinde bile,“Bu savaş kabinesi değil” gibi yorumlar yapıldı. Geçenlerde Merkez Bankası’nda birtakım şeyler oldu. Onlar da acaba rasyonel çizgide mi diye soruluyor — zâten Mehmet Şimşek’le berâber başlamıştı. Siz bu kadroları çok iyi biliyorsunuz, isimlerin birçoğunu da bir şekilde tanıyor ya da biliyor olmanız lâzım. Bu yorumlara îtibar etmek mümkün mü?

Davutoğlu: Biz muhâlefetteyiz diye ülkenin kötülüğünü isteyemeyiz. Ehliyet sâhibi biri bir yere, bir göreve gelmişse, geçmişte ehliyetsiz insanlara, liyâkatsız insanlara karşı çıkmamız ne kadar ahlâkî olarak gerekliyse, “Bu ehliyetli ve doğru insan demek” de üzerimize vazîfe. Yani muhâlif olmak ülkenin kötülüğünü istemek anlamına gelmez. O açıdan baktığımızda, ben kabine açıklandığında da söyledim, zâten kabinenin önemli isimlerin çoğu geçmişte benim başbakanlığım dönemimde de bulunmuş isimler, ya da daha akademik hayatta ilişkide olduğum isimler. Son Merkez Bankası başkan yardımcıları atamalarında da tanıdığım isimler var. Konuştum, göreve gelenlerden tanıdıklarımı arayarak başarı diledim bakanlardan da, diğer bürokratlardan da. Çünkü biz bu ülkenin iyiliğini istemekle mükellefiz; “Aman başarısız olsunlar”demem ben hiçbir zaman. Keşke başbakanlıktan ayrıldıktan sonra da çok başarılı olsaydı işler, sâdece gurur duyardım. “Bu benim partim, bu benim cumhurbaşkanım” der, gurur duyardım ve asla karşı bir muhâlif hareket başlatmaya ihtiyaç hissetmezdim. Şimdi de doğru atamalara doğru deriz. Politikalar doğru mu, ayrı bir şey, ben politikaların hâlâ doğru olduğu kanaatinde değilim. Şu âna kadar Merkez Bankası başkan yardımcılarının değişmesi doğru; ama bu kadar geç değişmesi doğru değil. İlk para politikaları kurulu toplantısı öncesi bu değişiklikler olmalıydı. Bâzı şeyler var ki sizin irâdenizi ve iyi niyetinizi göstermek için şok etkisi yapmanız gerekir. Bu anlamda gecikmiş atamalar; ama doğru atamalara doğru atama deriz. BDDK’nın başına Şahap Kavcıoğlu’nun gelmesi yanlıştır, başarısız birinin ödüllendirilmesidir. Bâzı bakanların, bakan yardımcılarının atanmasında… ben de meselâ açık tekrar söyleyeyim: Kültür Turizm Bakanı’nın, Sağlık Bakan’nın o sektörlerdeki iş insanları olarak bakanlıkları sürdürmeleri doğru değildir, siyâsî ahlâka uygun değildir. Bunu ben baştan îtibâren söyledim, her ikisini şahsî olarak da tanımama rağmen. Ama doğru atamalara doğru atama dedik. Mesele şu: Ehliyet ve liyâkat sâhibi olan atamalar da acaba gerçekten bu ehliyet ve liyâkatin gereğini yapacaklar mı? Yine kendi tecrübemden hareketle, çok ehliyet ve liyâkatına güvenerek yaptığımız atamalar olmuştu. Bizler ayrıldıktan sonra, kendi doğrularına hiç uygun olmayan kararları da aldılar. Burada şimdi bu isimler bir sınavdalar: Onlar mı yönetecek ekonomiyi, yoksa cumhurbaşkanı mı? Cumhurbaşkanı tabiî ki siyâsî olarak yönetecek; ama onlara hareket alanı açacak mı? Yoksa aynen Lütfi Elvan’la Naci Ağbal’ın dört-beş ay kullanıldıktan sonra bir kenara konulması, hattâ Meclis grubunun önünde istiskal edilerek kenara konması gibi mi olacak bu arkadaşların da âkıbeti? Ben siyâsî hareket olarak AK Parti hareketine baktığımda, ilk 10-15 yılda hep şununla övünürdüm: Çok sayıda yeni devlet adamı tecrübesi kazanan arkadaş çıktı bu hareket içinden. Ama maalesef son 7-8 yıl içinde, Sayın Erdoğan insan tüketme makinesi gibi öğütüyor insanları. Çok büyük beklentilerle göreve geliyor, bir müddet sonra öyle istiskal ediliyor, öyle hakarete uğruyor. Benim kaygım şudur: Yerel seçimlere kadar bu kadrolara bir hareket alanı tanınması, ekonominin biraz nefes alması ve toplumda bir güven uyanması, yerel seçimlere doğru olacak olan iki senaryodan biri. Bence hâlâ ekonomi politikaları tam doğru eksene oturmuş değil. Vergi ve zamlarla zengini daha zengin, fakiri daha fakir yapmak; Kur Korumalı Mevduat’ı koruyarak, hattâ onu vergiden de muaf kılarak rantiyeyi zengin edip, fakirden zengine vergiler üzerinden ve zamlar üzerinden servet transferi yapmanın rasyonel hiçbir tarafı yok — gayri ahlâkî bir politikadır. Rasyonel olan ne? Fâiz ile enflasyon arasındaki açığın görece kapanmış olması, yani tümüyle kapanmış olması değil. Rasyonel görünen, piyasaları tatmin eden, Erdoğan’ın “Fâiz sebep, enflasyon sonuç” denkleminin dışında hareket ediliyor olması bile güven uyandırdı. Ama birkaç ay içinde, size şunu söyleyeyim: Yapılan son vergi ve zamlarla bütçeye katkı 350 milyar Türk Lirası civârında. Sâdece KKM’nin ve diğer şeylerin bütçeye getirdiği yük, kur farkı dolayısıyla getirdiği yük –ve yüzde 30 devalüasyon oldu bu memlekette–, bunun getirdiği yük 350 milyar Türk Lirası civârında. Bundan sonra bütçe açığının kapatılması için yeni vergiler ve zamlar… zâten Cevdet Yılmaz’ın ve Mehmet Şimşek’in açıklamalarında bunun izleri var. Bu vergi ve zamlarla halk bunalır ve yerel seçimlere giderken feryat etmeye başlarsa, Erdoğan, “Ben yapmadım onlar yaptı” deyip tasfiyeye yönelebilir, eğer başarılı olursa da, “Bu başarı bana âit. Zâten ben ekonomistim” der, o başarıyı üstlenerek seçimi kazandıktan sonra, kendi esas kafasındaki sâdık ekibi, yani damat bakandan kalan kadroları geri de getirebilir.

Çakır: Sizin çok yakından tanıdığınızı bildiğim Hakan Fidan’ı sormak istiyorum. Hem de sizin eski görev yaptığınız, uzun bir süre görev yaptığınız Dışişleri Bakanlığı’na geldi. Açıkçası MİT’ten siyâsete böyle bir geçişe sanki bir şüpheyle yaklaşanlar olur diye bekledim; ama genellikle benim gördüğüm, Hakan Fidan konusunda pek eleştirel bir şey çıkmadı. Bugüne kadarki performansına da baktığınız zaman, ne diyorsunuz?

Davutoğlu: Ben doğru bir atama olarak gördüm, aradım, tebrik ettim. Çünkü Hakan Bey’le ben akademik hayattayken tanışmıştık. Hattâ ilk karşılaştığımızda, ”Sizi hocam olarak gördüm” deyip kitaplarımın üzerine konuşarak bir entelektüel ilişkimiz doğmuştu. Daha sonra ben başdanışmanken, TİKA başkanlığına gelmesine de tavsiyede bulundum. 2007’den sonra da, yani ben siyâsetten bir dönem ayrılmayı düşündüğüm sırada da, sisteme girmesi için özel çaba sarf ettim, tavsiye ettim. Birçok müzâkerelerde –o dönemde İsrail-Suriye görüşmeleri, Filistin’de Hamas-El Fetih görüşmeleri, Irak’taki Sünnî-Şiî görüşmeleri–, hepsinde yanımda bulunmuş bir arkadaş. Dolayısıyla dış politika geçmişi yeni değil. TİKA’daki insânî yardım anlamında dış politika geçmişi var; birlikte yürüttüğümüz, başdanışman olduğum dönemde ve dışişleri bakanı olduğum dönemde de MİT olarak yürüttüğümüz dış politika tecrübesi var. Sonrasında da açık söyleyeyim: Son dönemde ister Libya olsun, ister Suriye, ister Ukrayna, isterse Azerbaycan-Ermenistan sorunu olsun, bu meselelerin çoğunun Dışişleri’nden daha çok, Dışişleri’yle koordineli bir şekilde MİT tarafından yürütüldüğünü hemen hemen herkes biliyor. Yani Hakan Bey’in bu konuda Dışişleri’ne vukufiyeti dışarıdan değil, yabancı değil. O bakımdan doğru bir tercihtir. Sayın Erdoğan ne kadar rasyonel ve onurlu? “Onurlu”nun altını çiziyorum. Şimdi Trump’ın geri gelme ihtimâli var ve New York’ta Manhattan’daki Trump Müzesi’nde Trump’ın Tayyip Erdoğan’a yazdığı mektup, “Aptal olma” mektubu orada duruyor. Şimdi buralarda ne tür tutum alacağı önemli. Meselâ İsveç-NATO zirvesinde ben birçok tavsiyede bulundum –yani kamuoyuna açık tavsiyeler–, “Bosna-Hersek’in üyelik süreci İsveç’le bağlantılı kılınsın” diye. Genel sekreter yardımcılığı… çünkü Türkiye NATO’da çok ciddî riskler üstleniyor; İsveç’in, Finlandiya’nın üye olmasıyla, Karadeniz’e doğru kanat ülkelerinin yükü artıyor. Yani İsveç, Polonya, Romanya, Türkiye bir kuşak; Finlandiya, İsveç, Romanya, Türkiye bir kuşak, bu yük artıyor. Peki bizim NATO’da ağırlığımız ne? Genel sekreter yardımcımız var mı, yok mu? Yok. Üst düzey bir görevimiz var mı? Yok. Karar süreçlerinde etkimiz var mı? Yok. O zaman genel sekreter yardımcılarından biri Türk olmalı. “Mâdem istiyorsunuz, İsveç, Finlandiya giriyor; Norveçli İskandinav ülkesinden, genel sekreter yardımcılarından biri de diğer kanat ülkesi olan Türkiye’den olmalı” demeliydiler. Bosna-Hersek şu anda İsveç’ten daha fazla bölünme tehlikesi yaşıyor, iç çatışma riski yaşıyor. Bosna-Hersek’in üyelik sürecini Dışişleri bakanlığımız döneminde başlatmıştık, sonra tâkip edilmedi. Bosna-Hersek’in üye olması, Balkanlar’da bir istikrar getirebilir. Yani bunları bir bütün olarak görmek gerekir. Ben özetle Hakan Bey’in atanmış olmasını olumlu gördüm. MİT müsteşarı olmasının bir şeyi yoktur, MİT son dönemlerde benim başbakanlığım ve dışişleri bakanlığım döneminde, hatırlarsanız bu FETÖ denilen alçak örgüt, MİT-Genelkurmay-Dışişleri ortak toplantımızı, benim başkanlığımdaki toplantıya dinleme cihazı koydular. Çünkü devletin en önemli stratejik kararları Dışişleri Bakanlığı, MİT ve Genelkurmay’la koordineli şekilde alınıyordu. Dolayısıyla bu ilişkiler 90’lı yıllardaki gibi MİT’le, Dışişleri Bakanlığı’yla askeriyenin rekabet ettiği ilişkiler olmaktan çoktan çıkmıştı. Şimdi bu ilişkiler ümit ederim doğru yürütülür.

Çakır: Siyâsete dönecek olursak, CHP tabanında sizlerin –sizlerin derken, dört partinin– aldığı 38 milletvekili konusunda bayağı bir huzursuzluk var, rahatsızlık var. Bir şekilde siz de görüyorsunuzdur, ben de aktarayım, çok tanık olduğum için: Dört partinin katkısının çok fazlasında milletvekili alındığı yolunda eleştiriler var. Ne diyorsunuz? 

Davutoğlu: Buna aslında çok cevap verdim, cevap vermeyi de çok doğru görmüyorum. Berâber bir savaşa girdiğiniz zaman, meselâ şöyle denir ya: “Birinci Dünya Savaşı’nda Almanlar kaybetti, biz de yenik sayıldık” — öyle olmaz. Kazansanız da kaybetseniz de, birlikte bir mücâdeleye giriyorsunuz. Ben bunu çok etik bulmam. “Bütün suç CHP’nindi, bütün suç İYİ Parti’nin, bütün suç şu partilerin” demek doğru değil, birlikte bir mücâdeleye girdik. Birçok şey söylenebilir, şunu yapsaydık daha iyi olurdu denebilir. Ama Türk siyâsetinde ben bunu çok net ifâde edeyim: Geçmişte bir başka partinin genel başkanı olarak mücâdele ettiği bir genel başkanın, cumhurbaşkanı veya başbakan adayının arkasında duran başka bir siyâsî lider yoktur. Ben 2015 yılında iki kez Sayın Kılıçdaroğlu’yla sert mücâdele verdim — seçim mücâdelesi. Son seçimde bütün o hâfızayı neredeyse yok sayarak, o dönem bana oy vermiş kitleleri karşıma alarak, yüzde 90’ı Cumhuriyet Halk Partili olan mitinglerde kitlelere hitap ettim ve Sayın Kılıçdaroğlu’nun arkasında durdum. Demokrasi târihimize bakın, hattâ Cumhuriyet târihine de. Böyle bir ikinci örnek var mı? Yani Sayın Demirel’in, Adalet Partisi Genel Başkanlığı’ndan ayrılıp Ecevit’i desteklediği veya Ecevit’in Demirel’i desteklediği veya Menderes’in İnönü’yü, İnönü’nün Menderes’i desteklediği bir tablo var mı? En yakın siyâsî partiler arasında bile bu olmadı. Mesut Yılmaz-Tansu Çiller çekişmesini bilirsiniz. Özal-Demirel çekişmesini de bilirsiniz. Ben entelektüel, ilmî, akademik ve siyâsî-toplumsal bakımdan bu anlamda en büyük fedâkârlığı yaptım. 10 milletvekiliyle ölçülmeyecek bir fedâkârlıktır bu. Bana 1 Kasım 2015’te yüzde 49,5 oyu vermiş kitleyi karşıma alıp, yani kitleleri değil idârecileri karşıma alıp, o kitlelerden yabancılaşma pahasına, “Yanlış yapıyorlar, burada bir başka alternatifi size tavsiye ediyorum”demek az bir bedel değildir. Dolayısıyla kimsenin bunu tartışmaması lâzım. Seçimi yüzde 2 oyla bu taraf veya o taraf almış. Tersi olmuş olsaydı bu tartışılacak mıydı? Tartışılmayacaktı. Hattâ Meclis’te çoğunluğun alınmaması sırf bu sebeple midir? Herkes bilir ki benim en son tercihim Cumhuriyet Halk Partisi listelerinden girmekti — açık söyleyeyim. Ondan önce her şeyi denedim. “Üç parti gelin birlikte girelim” dedim. İYİ Parti’ye teklif götürdüm, “Sağ seçmen CHP’ye oy vermez, berâber olalım” dedim; İYİ Parti’ye de Sayın Akşener’e de söyledim. Partilerimiz arasında görüşmeler oldu. DEVA-Saadet-Gelecek olmayınca, İYİ Parti’yle de konuştum. Sonra Saadet’le tekrar konuştuk, DEVA’yı iknâ edebilmek için. Bütün yolları denedim ben. Dolayısıyla kimse dönüp de bizim oportünist bir tavır sergilediğimizi iddia edemez. Çıksınlar bakalım: Konya’da, Adıyaman’da, Erzurum’da veya birçok başka illerde, muhâfazakâr oyların yoğun olduğu yerlerde, Cumhuriyet Halk Partisi’ne oy istemek çok kolay bir şey mi? Bunu yaptık. Niye yaptık? Türkiye’nin bir barışa ihtiyâcı var diye yaptık — toplumsal barışa. Şimdi seçim bittikten sonra geriye dönüp değerlendirme yapmak doğru değil. Ayrıca ben şeyi de yaptım; bizim seçime girdiğimiz bütün illerde tek tek Cumhuriyet Halk Partisi oy artışlarını hesapladım. Meselâ Şırnak’ta yüzde 2,5-3 civârındadır Cumhuriyet Halk Partisi’nin oyu, son seçimde Şırnak’ta birinci sırada bizim adayımız vardı, Cumhuriyet Halk Partisi’nin oyu yüzde 10’u bulmuştu. Nereden geldi? 

Birçok yerde; hiçbir yer yok ki aynı kalmış olsun. Bir de şöyle bir varsayım var: Cumhuriyet Halk Partisi’nin yüzde 25’i var. Cumhuriyet Halk Partisi’nde sanki o sâbit bir havuz. Buradan da bir şey gelmedi. Türkiye İşçi Partisi nereden oy aldı? Muharrem İnce, Memleket Partisi nereden oy aldı? Ümit Özdağ nereden oy aldı? Şunu demeye çalışıyorum: Son seçimler partilerin tek tek performanslarını ölçmenin neredeyse imkânsız olduğu seçimlerdi. Dolayısıyla orada Sayın Kılıçdaroğlu bence siyâsî realitenin gerektirdiği bir hikmet gösterdi ve biz açık da davrandık. Ben en başından söyledim: “Her opsiyona açığız” dedim ve biz son gece de girmedik o potaya. Şimdi de sonucu görülüyor. Biz şimdi Saadet Partisi’yle grup kurduk ve Meclis’te şu anda eski Millet İttifâkı’ndan üç grup var. Yani bir Cumhuriyet Halk Partisi, İYİ Parti, bir de Saadet-Gelecek grubu var. Dışarıda da Yeşil Sol ve diğer şeyler var. Bir yeni grup kazanmış olmak komisyonları öylesine değiştirdi ki. Ben bu grubu kurmak için DEVA’ya ve Saadet’e ısrar ettiğimde, “Fedâkârlıktan kaçınmayalım” dediğimde, bir taraftan da bize oy veren Cumhuriyet Halk Partili seçmen –veya muhâlif seçmenin hakkını teslim etmek için muhâlif seçmen diyeyim, kim olduğunu bilmiyoruz oy verenin–, o muhâlif seçmen bizim Meclis’te güçlü olmamız için oy verdi. O muhâlif seçmen şimdi orada bir dördüncü grup görüyor. O dördüncü grup dengeleri değiştirecek, değiştirmeye başladı. Son olağanüstü toplantı bizim çağrımızla oldu. Ben Sayın Kılıçdaroğlu’nu aradım, diğer liderleri aradım ve bu zamlarla ilgili olağanüstü toplantı hayâta geçti. 

Çakır: Peki, DEVA niye girmedi? 

Davutoğlu: Bunu tartışmak bile istemiyorum; herkes biliyor aslında bu hikâyeyi. DEVA’yla ilgili şeyi herkes biliyor. Tekrar tekrar soru geliyor. Artık bu meseleyi kapatıp önümüze bakmamız lâzım. 

Çakır: Şunu sorayım: Siz “Dördüncü bir grup oluştu” dediniz, ama meselâ anayasa değişikliği vs. gibi durumlarda Gelecek, DEVA, Saadet ve Demokrat Parti’den ve hattâ İYİ Parti’den iktidarın birtakım önerilerine destekler gidebileceği yolunda beklentiler var.

Davutoğlu: Ruşen Bey, ben geçmişte de şimdi de doğru olanı desteklerim. Çok net söyleyeyim. Özgürlükçü bir anayasa getirirlerse niye desteklemeyelim? CHP de destekler onu, keşke getirsinler. Yani basın özgürlüğünü destekleyen bir basın yasası getirseler, sırf iktidar getiriyor diye karşı mı çıkacağız? “Dezenformasyon yasası” diye bir basına sansür getirirlerse sonuna kadar, Cumhuriyet Halk Partisi’nden daha fazla mücâdele ederiz. Mesele kategorik olarak şuna veya buna karşı olmak değil. Konu ne? Getirilen teklif ne? Ona bakarsınız. Ona göre de bir değerlendirme yaparsınız. Burada, özgürlükçü tutum konusunda muhâlefetin ortak bir zeminde sürdürülmesi önemli. Bakın “muhâlefet” diyorum, Millet İttifâkı artık geride kaldı. Şu andaki realiteye bakmak durumundayız. İyi niyetle çalışıldı; ama bizim ağzımızdan hiçbir zaman “Millet İttifâkı bitmiştir” gibi bir ifâde çıkmadı; ama o kadar çok bu sözü sarf eden oldu ki realite bu. Şimdi önümüze bakmamız lâzım. Ne var elimizde? Birbirimize geçmişin hesaplarını açıp bunları tekrar konuşmanın hiç kimseye faydası yok. Şu anda yapılması gereken, sorumlu bir siyâsetin yapması gereken ilk iş psikolojik rehabilitasyon. Önce kendimizi psikolojik olarak rehabilite edeceğiz. Bir dakika, bir seçim kaybettik; ama seçimler zâten kazanmak ya da kaybetmek için vardır. Kaybettik, tamam. Bir dahakini nasıl kazanırız diye bakmamız, kendimizi önce travmadan çıkarmamız lâzım. 

Siyâset sosyolojisi anlamında yeni bir kitleselleşme sağlamak lâzım. Muhâlefetin kitleselleşebilmesi lâzım. O muhâlif kitlelere bir enerji aktarmak lâzım, bir motivasyon vermek lâzım. Önümüzde yerel seçim var. Yerel seçimlere giderken de siyâsetteki –“atomizasyon” diyorum ben– parçalanmayı engellemek lâzım. Çok fazla parçalandı Türkiye’de siyâset. Bunun önüne geçmek lâzım. Sorumluluk bilinciyle bunları yapma yükümlülüğümüz var. Karalar bağlayıp yakarışlarda bulunmak ya da “Ben değil sen suçlusun, o suçlu, bu suçlu” diye suçlamanın faydası yok.

Çakır: Mâlûm ittifakta yaşanan acı deneyimden sonra diyeyim –sonuç olarak kaybedildi–, şimdi herkesin sütten ağzı yanmış olduğu için, ittifak lâfına herkes üfleyerek yanaşıyor. Meselâ HDP-Yeşil Sol Parti yerel seçimde ısrarla kendi başlarına gireceklerini söylüyorlar. İYİ Parti’den bugün bir açıklama oldu biliyorsunuz. Eskişehir milletvekili, sonra sözcüsü, “Bizi bağlamaz” dedi; ama orada da bir çatlak sesler var. Tekrar muhâlefetin yerel seçimde bir arada olabilme ihtimâli sanki çok uzak gözüküyor. 

Davutoğlu: Ben öyle değerlendirmiyorum. Muhâlefetin değil sâdece, şu anda Türkiye’de bir karamsar hava var, doğru. Ama siyâsî opsiyonların tümüne açık bir hava da var bir tarafta. Yani ister istemez biz Altılı Masa’da bir ümit oluşturduk; fakat kendi siyâset alanımızı da daralttık. Meselâ Gelecek Partisi olarak bvzı konularda çok daha dikkatli konuşma ihtiyâcı içine girdik. Yani aynı şey İYİ Parti için geçerli, DEVA için, Saadet için, Cumhuriyet Halk Partisi için. Siyâset yapma alanını biraz daraltarak ittifak kuruyorsunuz; o andan îtibâren normalde tepki göstereceğiniz bir açıklamaya tepki göstermiyorsunuz. Bu gerekliydi; şimdi herkes biraz da bu siyâsetsizlik ortamından çıkmaya başladığı için, burada yeni bir manevra çabası var. Bu, anlayışla karşılanır; ama seçim geldiği zaman herkes önüne alıp bakar. Seçim niçin vardır? Kazanmak için. Tek başına kazanamayacağın bir yerde, karşı taraf ittifakla büyük fark oluşturacaksa, senin kazanacağın sıfırsa, o zaman başlarsın düşünmeye. Ben önümüzdeki dönem Türkiye genelinde bir ittifâkın olacağına ihtimal vermiyorum. İki parti bir araya gelip, “Türkiye’nin her yerinde berâber davranacağız” demeyecek. Bu AK Parti ve MHP için de geçerli. Ama çok farklı modaliteler içinde çok farklı katmanlarda, illere, ilçelere, hattâ beldelere kadar inen ittifaklar oluşacak. Herkes rasyonel olarak bakacak:“Burada ben varım. Karşıda şöyle güçlü bir aday var. Yanıma kimleri çekersem burayı kazanırım?” Çekmeköy’le Kadıköy’deki, Ümraniye ile Kadıköy’deki dengeler farklı olacak. Beykoz ile Çekmeköy’ün, Eyüp ile Fatih’in dengeleri farklı olacak. Hiç kimsenin cebinde, çantada keklik değil bu. Herkes öyle adaylar bulmak isteyecek ki, o aday hem kendi partisinin oyunu alsın, hem de başka partilerden oy alabilsin. Burada kritik olan: İstanbul, Ankara gibi büyükşehirlerin ne olacağı. Genellikle ittifaktayken bu konuşuluyor; ama bu tek konu değil ki yerel seçimlerde. Ankara’nın içinde kaç ilçe var? Çankaya ile Bala ilçesi aynı mı? Şimdi, dolayısıyla Bala’da bir başka ittifak kurarsın, Çankaya’da başka. 

Çakır: CHP’nin kazanmış olduğu büyükşehirler var mâlûm; burada İYİ Parti’nin ve HDP’nin de desteği vardı. Şu hâliyle bakıldığı zaman, sanki yine bütün şehirlerde var olan başkanlar aday olacakmış gibi geliyor — meselâ Ankara’da Mansur Yavaş, İstanbul’da Ekrem İmamoğlu. Bugünden bakıldığında hangisi daha mâkul gelir? 

Davutoğlu: Şu an bunu konuşmak için erken. Seçim bitti, biz DEVA’yla Saadet’le bir şey arayış içine girdik. Demokrat Parti’yle de ayrıca; birçok kez konuştum Sayın Gültekin Uysal’la. O vesîleyle bütün il başkanlarını çağırdım. Sabah 10’da başladı, gece 2’ye kadar. Hepsinin tek tek hem kanaatlerini aldım –“Ne yapalım? Kimle nasıl bir grup oluşturmaya çalışalım?” gibi–; ona göre ben DEVA’yla ve Saadet’le görüşmeleri sürdürdüm. O arada da şunu sordum: Tek tek illerinizde bana durumu anlatacaksınız. Hangi yerel seçim formülasyonları uygundur? 

Konya’daki bir formülle Samsun’daki, İzmir’deki, Tekirdağ’daki bir formül aynı olmuyor. Aynı ilin içindeki ilçeler bile farklı ve hepsine görev verdik. Herkes tek tek ilçeleri analiz edecek ve bize raporlar sunacak. Eminim, bütün partiler bunu yapıyorlardır ve bâzı yerlerde partiler birbirine yaklaşacak. Türkiye ölçeğinde bir ittifak olmayacak. Yanıltıcı bir faktör de şudur — genel olarak şöyle bir kanaat vardır Türkiye’de: Genel seçimi kazananın yerel seçimde şanslı olduğu, şansının daha yüksek olduğu. Doğrudur, psikoloji öyle gider; ama başka bir şey var. Genel seçimde bazı korkular ve dürtülerle iktidarda değişiklik istemeyenler, yerel seçimde cezâlandırırlar iktidarları. Ne zaman oldu bu? 87 seçimi, rahmetli Özal çok büyük başarı kazandı. 89’da bütün büyükşehirleri kaybetti. Halk, Özal’ın bâzı politikalarını benimsememişti, fakat ülkede istikrarsızlık olmasın diye oyunu verdi; ama “Yanlış gidiyorsun” demek için de 89’da yüzde 21,75’e düşürdü, cumhurbaşkanlığı seçiminde sıkıntı yaşadı. 91’de halk bu sefer SHP ve DYP’yi destekledi, ama 94’de bütün şehirleri kaybetti, Refah Partisi aldı. Bunu bugüne kadar getirirsek, 2018’de Erdoğan büyük farkla seçimi aldı; 2019’da büyükşehirlerin çoğunu kaybetti. Şimdi de açık söyleyeyim, kerhen iktidârı desteklediği bir son seçimde, biliyoruz psikolojisini, “Ellerimiz kırılsaydı” demeye başladı halk, birçok yerde. Korku şuydu: “Ya terör geri gelirse? Ya bizim savunma sanâyi yatırımları kalırsa? Öyle böyle ülkede bir istikrar var, ya dinî özgürlükler giderse”. Yine Ankara’dan Bala örneğini vereyim, Haymana veya Çankaya. Birisi dese ki “Ya, buraya terör gelecek”. “Bir dakika ya! Nerede terör?” der. Ya da İstanbul’da, Beykoz seçimlerine giderken, Üsküdar seçimlerine giderken –Üsküdar kritiktir–, “Ya, terör gelecek bunlar gelirse, şu olacak” dese, “Bir dakika kardeşim! Üsküdar’da ne teröründen bahsediyorsun?” der insanlar. “Dinî özgürlüklere gidecek.” Yahu sen orada oturuyorsun Ankara’da. Dinî özgürlükleri korumak için ben sana bu yetkiyi verdim. Sen Ankara’dasın. Merkezî hükûmet değişmeyecek ki. “Savunma sanayi gider.” Ya, niye gitsin? Sen oradasın. 

Şimdi, dolayısıyla halk, Erdoğan’a ve AK Parti’ye bir kredi açarken, aynı zamanda kendisine borçlandırdı. Ben 87-89, 91-94, 2018-2019 gibi bir denklemin de oluşabileceği kanaatindeyim. Yani iktidârı cezalandırma dürtüsü, o argümanlar, o büyük kampanya kalmadığı için devreye girebilir. Burada muhâlefetin akıllı davranması lâzım. Bir kere herkes özeleştirisini yapsın. Biz yaptık, yapıyoruz da. Nerede hatâ yaptığımızı söylüyorum ben. Keşke o üçlü şeyi yapabilseydik. Benim elimde değildi, ama Cumhuriyet Halk Partisi listelerine girmek zorunda kalmasaydık. Ben bunu defalarca da kamuoyunda söyledim. Sağ seçmenin bu korkusunu yıkmak için dedim ki: “Eşit yetkiye sâhip olacağız. Merak etmeyin” dedim. Yanlış anlaşıldı. 14-28 Mayıs arasında konuya şâhit olanlar bilir. Neredeyse yalvardım. Dedim ki: “Ya, şu bakanlar kurulunu açıklayalım.” Sayın Kılıçdaroğlu’na da söyledim. Önemli değil bizim hangi bakanlığı alacağımız. Seçimi kazanmamız önemli. Sonra yine değiştiririz.

Çakır: Ama orada bir tâne gizli İçişleri Bakanı var.

Davutoğlu: “Bakanlar Kurulu’nu 14 Mayıs’tan da önce açıklayalım. Üst düzey bürokratları açıklayalım. Böylece sonra da soralım: “Bakın şu Bakanlar Kurulu’na. Şu üst düzey bürokratlara, Merkez Bankası Başkanı’na. Bunların hangisi PKK’lı?’ diye soralım. Varsa PKK’lı söyleyin. Yoksa susun diyelim iktidâra”. Olmadı. Yani şimdi niye olmadı tartışması açmak istemiyorum. Olmuş olsaydı, ben farklı bir netîce alacağımız kanaatindeyim. Şimdi bunu şundan söylüyorum: Bu özeleştirileri yaptık, 2-3 ay geçti artık. Şimdi bu özeleştirilerin gereği olan adımları atmak, yanlışlarını düzeltmek, yeni bir yol açmak durumundayız. Niye biz Saadet’le fedâkârlık yaparak… Önemli üç konuma bizim arkadaşlar geldi, dört konumdan üçüne Gelecek Partililer geldi, ama niye yaptık? Çünkü toplumun bir olumlu adıma ihtiyâcı var. Birilerinin de fedâkârlık yaptığını görmek istiyor ve ben bu fedâkârlığı defalarca yaptım, yapmaya da hazırım. Açık söyleyeyim: Halk siyâsetçilerin kör inadı yerine fedâkârlık bekliyor, istiyor. Bu toplumu apolitik hâle getiren siyâsete son vermek lâzım. Kendimizi değil, ülkeyi düşündüğümüzü göstermek lâzım. Kendi geleceğimizi, kendi makamımızı düşünmediğimizi göstermek lâzım. Bizim partide kabul etmek kolay mı oldu? “Saadet ismi altında şey yapmayın” diye, ama arkadaşlara anlattım. Bir yerden başlamak lâzım. Ortalığı toparlamak lâzım; yarın birlikte başarılı oluruz. Muhâlefet seçmenine, muhâlif seçmene borcumuz var. Burada grup kuracağız. DEVA istememiş. O onların kararı. Saadet istiyor mu? Gelin yapalım. Biz isimde, onlar pozisyonda fedâkârlık yaptı. Ama ne oldu? Topluma bir şey geldi. Tek olumlu adımdır bakın. Tek olumlu adımdır seçimden sonra. Şu anda Türkiye’nin ümîde ihtiyâcı var. O parti bunu suçluyor, o onu suçluyor… Yeter. Herkes dersini alsın. Gereğini yapsın. Özeleştiri sonrasında da önümüze bakalım. 

Çakır: Protokol meselesini kapattınız mı? 

Davutoğlu: Ben kapattım. Partimiz de açıklama yaptı. Ben hayâtını ilkeler üzerine yaşamış bir insanım, partim de öyle. Bu konuda söylenmesi gerekenleri doğrudan Sayın Kılıçdaroğlu’na söyledim. Mecbûren sorular bana yöneldiğinden, gerekli açıklamayı da yaptım. O mesele kapandı. 

Çakır: Peki, tekrar başa geliyoruz, ama şu tespiti yapıyorsunuz: İnsanlarda büyük bir burukluk var, rehabilitasyon gerekiyor vs.. Sol jargonla, “Somut koşulların somut tahlili”ni yaptığınız zaman, umutlanabilecek bir şey, an îtibâriyle –yazın da etkisi olabilir, bilmiyorum– pek yok. 

Davutoğlu: Ben o kanaatte değilim. Duruş diye, gençlere dönük bir kitap yazdım başbakanlığı bıraktıktan sonra, 2017 yılında. Orada şunu söyledim: “Her şeyin kaybı telâfî edilebilir. Paranız vardır, kaybedersiniz, sonra da kazanırsınız. Mevkiniz vardır, kaybedersiniz, kazanırsınız. Telâfîsi olmayan tek kayıp, umut kaybıdır. Umudu olmayanın geleceği olmaz.” Öncelikle biz siyâsîler, toplumun önüne geçmiş insanlar, umutsuzluk cenderesine kendimizi sokar, toplumun umutsuzluğunu da tahrik edecek şeyler söylersek, oradan o toplum çıkamaz. Önce rehabilite edilmesi gereken siyâsîler. Kendi kendimizi rehabilite etmek durumundayız. Bu toplumun önüne geçtiğiniz zaman, bir şey söylediğinizde sorumluluğunuz var. Ben asla hiçbir şartta umutsuz olmayı doğru görmem. 

Allah aşkına, aynı yaşlardayız. 79 yılında Türkiye çok mu iyi bir yerdeydi? 28 Şubat’ta neredeydik? 27 Mayıs’ta neredeydik? Bu toplum kendi içinde kendi irâdesiyle bu zorlukları da aşar. Bugünkü tehlike şu: O darbeler döneminde geçici olduğu varsayılan otoriterleşme, şimdi yapısal bir nitelik kazanıyor Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi’yle. Dolayısıyla bizim parlamenter sistem iddiamızdan vazgeçmememiz lâzım. Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi konusunda halkın bir teyidi olmadı. Bu, cumhurbaşkanlığı hükûmet sisteminin teyidi değil. Korkularla verilen oylar, bir teyit değil. Bizim demokratik bir hükûmet sistemi için gerekli çalışmayı sürdürmeye devam etmemiz lâzım. Ben o ümitsizliği, umutsuzluğu doğru bulmuyorum. Her karanlığın içinden yeni ümit çıkacağı kanaatindeyim. 

Çakır: Burada da noktayı koyalım o zaman. Optimist bir şekilde, iyimser bir şekilde…

Davutoğlu: 2017 yılında Kazakistan’da Astana Forum’da bir konuşma yapmıştım. Onu söyleyerek belki kapatmak iyi olacak. İki kanat vardı. Birisi çok iyimserler, “ütopik iyimserler” diyorum ben ona. Bir yerde de nihilist karamsarlar. Bir grup diyordu ki, “Dünya çok kötüye gidiyor. Sonunda üçüncü dünya savaşı, felâket”. Bir grup da, “Ya, merak etmeyin. Geçmiş savaşlara göre daha az insan ölüyor dünyada, iyiye gidiyoruz.” Onun üzerine ben ikisine de îtiraz ettim. Dedim ki: “Dünya zâten ütopik iyimserlerle nihilist karamsarlar arasında çıkmaza giriyor.” “Târihin sonu” diyerek Fukuyama’nın ürettiği tez, alınması gereken tedbirleri imkânsızlaştırdı; çünkü realiteyi görmedi. Öbür tarafta da nihilist karamsarlar,“Dünya otokrasiye gidiyor” diyenler de insanlığın önünü tıkıyor.“Peki, ne diyorsunuz siz?”dedi BBC moderatörü. Dedim ki: “Ben realist iyimserim. Analizim realisttir. Vizyonum iyimserdir. Analiziniz realist olmazsa, vizyonunuzun iyimser olması ütopik yapar; ama analizin realistliğine kendinizi kaptırır ve içinde boğulursanız karamsarlık kaçınılmaz olur”. Sonra Cambridge University Press’te yayınlanan kitabımın girişi yaptım bu tartışmayı. Yöntem ne? Yöntem: Realist iyimserlik.

Çakır: Evet, çok teşekkürler. Gelecek Partisi Genel Başkanı Prof. Ahmet Davutoğlu canlı yayın konuğumuzdu. Kendisine çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.