Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ayşe Çavdar yazdı | Kefalet toplumu: Sert, sürekli, acımasız bağımlılıklar

Geçen hafta kaldığım yerden devam edeceğim ama önce sizi yormamak için özetleyeyim ne demek istediğimi. Vekalet, velayet ve kefalet kelimeleri üzerinden AKP’nin yalnız tarikatlarla değil, kişiler, şirketler, futbol kulüpleri, ekonomik sektörlerle ama asıl tek tek sokaklarla, mahallelerle, hanelerle “bana aranızdan biri yanlış yaparsa, hepinizi birden yakarım” ilişkisi kurduğunu iddia etmiştim. Bunu tamamlayan bir ilişki biçimiydi velayet de… Onu gelecek hafta ayrıca açacağım için şimdi uzatmayayım. Fakat asıl iddiam, vekalet ilişkisi bozulduğu için bu kefalet ve velayet ilişkilerinin kurulabildiği idi.

Vekaletten kastım da elbette siyasi temsiller sahası. Orada çoğumuzun kimsesi yok biliyorsunuz. Ha bu bizim açımızdan düştüğümüz yerden kalkacak bir enerji zorunluluğu ve o kalkış biçimimizin de gayet meşru olduğu gibi bir açıklık getiriyor ama önce nereye düştüğümüzü bir anlamamız lazım. Siyasi temsiller sahasında haklarına, beklentilerine karşılık bulamayanlar, yani canlarından vazgeçilenler hayatta kalmak için ne yaparlarsa onu yapacağız biz de.

Küçük bir not daha. Bir okur bir güzel pataklamış geçen haftaki yazıyı, “sen asıl vesayetten bahset vesayetten” demiş. Oysa tam da “vesayetle mücadele” bahanesiyle sarıldıkları, icat ettikleri, toplamda kendilerinin merkezinde olduğu kaotik ve sürekli yeni krizler üreten mekanizmalardan söz etmeye çalışıyorum. Yani vesayet çok eskidi, hatta yok artık. Zat-ı muhteremler vesayet dediklerinde aslında “hukukun üstünlüğü”nden bahsediyorlardı. Rahatsızlık duydukları şey oydu. Hukuku ortadan kaldırarak üstünlüğünü de bertaraf ettiler. 

Vekalet ilişkileri çerçevesinde elde ettikleri yetkileri nasıl kullandıkları konusunda kimseye herhangi bir hesap vermek istemiyor, bunu zül addediyorlardı. Siyasi iktidarlarının büyük bir bölümünü ve bizlerin hayatlarını hukuk karşısında hesap vermeyecekleri bir düzeneği kurgulamak üzere harcadılar. Kimse onlardan hesap soramayacak ama onlar herkesten, canları her sıkıldığında, her türlü şeyin acısını çıkartacaklardı. Hülasa burada bahsettiklerim, onlardan önce de yarım yamalak işleyen “hukukun üstünlüğü” ilkesinin hepten, gene aynı muhteremlerin pek bir şanlı mücadeleleriyle ortadan kaldırılmasının ardından ortaya çıkan manzara hakkında akıl yürütmekten ibaret. Ve yine bu muhteremlere, “eeee hani vesayetle mücadele diyordunuz, şimdi siz ürettiniz o vesayet mekanizmalarını ama orta yerinde oturduğunuz için pek hoşunuza gidiyor” demenin beyhudeliğini bildiğim, bununla kendimi kat’a yormak istemediğim, müşterek hayatımızı konuşurken kullandığımız kelimeleri, kavramları yeniden tarif etmenin de bir mücadele biçimi olduğunu düşündüğüm için bu yolu tercih ettim. Arz ederim…  

Kefil muhasebesi

Her neyse! Kefalet sisteminin, o çok övülen Osmanlı mahalle düzeninin de temeli olduğunu, bir mahallede yaşayan herkesi devlet nezdinde birbirinin fiillerinden sorumlu kıldığını ve bu nedenle ağır bir dışlayıcılık ima ettiğini hatırlatmaya çalışmıştım geçen hafta. Mesela Cemal Çetin, kefalet sisteminin bir diğer ucu olan “ihraç” kurumunu mahallenin gücünün kaynağı niteliğinde bir “meşru müdafaa” aracı olarak niteliyor ve pek çok örnek veriyor şu makalesinde. Makalenin yazarı kefalet sistemini yere-göğe sığdıramasa da, biraz gölge tarafa geçip serinde okuyunca, birinin bir mahalleden ihracına konu olabilecek suçların dönem dönem değişebildiğini, ayrıca bu “meşru müdafaa” aracının nasıl işletileceği konusundaki kolektif hayal gücünün hayli üretken olabileceğini kestirmek de hiç zor değil.

İyi bildiğimiz bir kefalet ilişkisinden, artık pek bilmiyormuşuz gibi duran ama aslında devlet eliyle kurulan bir başka türe bağlanacağım. 

Arapça “k-f-l” kökünden geliyor kefalet ve kelime anlamı itibariyle birini korumak, onu sorumluluğu altına almak, onunla ilgili meselelerde teminat vermek demek. Ticari kefalet bütün kefalet ilişkileri içinde en hafif olanı. Hafif değil elbette, ama o kadar ağır bir yükten bahsediyoruz ki, ticari olan diğerleri yanında hafif kalıyor. Bir arkadaşınız yeni ev kiralıyor ya da bankadan kredi çekecek. Ona kefil olmayı kabul ettiyseniz, yükümlülüklerini yerine getirmemesi halinde ev sahibi ya da banka sizi de arayacak. Bu sacayakta yalnızca arkadaşınızla ticari ilişkiye girenin kendini garantiye alması değil söz konusu olan. O ticari ilişkiyi kuranın, kendi bağlamı dışında kurulmuş bir toplumsal ilişki formunu alacağına dayanak ve teminaz olarak gördüğünü fark ediyoruz. 

Sizden memur kefil isteyen banka diyor ki, ‘sonuçta ben kimim ki, bana borcunu ödemezse gider adresini değiştirir, yeni telefon numarası edinir vs. Ama onun, mesela memur ya da düzenli işi de olan, bu nedenle adresini kolayca değiştiremeyecek arkadaşına ya da akrabasına da hesap vermesi gereksin ki, kıskıvrak bağlanmış olsun. Benim zorlayıcılığımın bir sınırı var, ama kefil olmuş arkadaş ya da akrabanın zorlayıcılığının nasıl bir sınırı olabilir ki? Hem diyelim ki zorlamadı kefil bana olan borcunu yükümlülüğünü yerine getirmesi için. Madem kefil olacak kadar kıymetli buldu bu kişiyi ya da kişiyle arasındaki ilişkiyi, o zaman borcu da ödesin.’ 

Kendisine kefil olunan kişi, kefalet sözleşmesine imza attırdığı o arkadaş ya da akrabanın kendisinden ibaret olmadığını gayet iyi biliyor. Kefilini bir kez ateşe atarsa yalnız onun gözünde değil, bütün o çevrede itibarını yitirecek, güvenilmez biri olarak anılacak. Dolayısıyla gayet dikkatli yapılmış, bir muhasebeden bahsediyoruz. Kirayı ya da krediyi ödeyemezseniz, kefilinizi can sıkıcı konuşmalara ve sonunda borcunuzu ödemeye mahkûm ettiniz demektir. Bu elbette yanınıza kalmayacak. Size güvenen birini kaybedeceksiniz. Muhtemelen o kişiyle ortak tanıdıklarınızın güvenlerini de kaybedeceksiniz. Alacaklınız hem o parayı tahsil edecek sizden, hem de yakın çevreniz nezdinde güvenilmez biri olarak anılmanıza neden olacak. Belki de yalnızca koşullarınız elvermediği için ödeyemediniz borcunuzu. O zaman da içine düştüğünüz iktisadi krizden dolayı size acıyacak ve onlardan bir şey istemeyesiniz diye uzak duracaklar sizden… Kim bilir? Bu mevzuda önemli olan, ticari kefalet müessesesinin sizin sosyal bağlarınızı, ilişki ağlarınızı doğrudan bir teminat sermayesi olarak işleme koyması. Bunu aklımızda tutarak devam edelim… 

Kefaleten iltisak

Bir de, sosyal ağlarınızı aleyhinizde bir delil olarak kullanmak üzere araçsallaştıran bir türü var kefaletin. İslam Hukuku’nda “şahsa kefalet” denilen bir uygulamaya dikkatinizi çekeceğim. Biri bir suç işledi diyelim, yargılanacak ama mahkeme gününü de hapiste bekleyecek. Bir yakını gidip, “ben bu kişiye kefilim” dediğinde aslında “mahkeme günü bizzat ben getirip teslim edeceğim onu” demiş oluyor. İlk bakışta iyi geliyor değil mi kulağa. Bunu biraz, bugünlerde çokça duyduğumuz “denetimli serbestlik”e benzetiyor kimi hukukçular. Benziyorsa bile hayli geri bir biçimi olduğuna kimsenin şüphesi olmasın. Çünkü “şahsa kefalet” sisteminde, kefil olduğu kişiyi günü gelince olması gereken yere getirmeyen kişi de cezalandırılıyor. Gene bir suçlar üzerinden ahaliyi birbirine bağlama meselesi var yani. Mahalledeki kefalet sisteminde olduğu gibi. 

Körfez ülkelerinde, yoksul Müslüman ülkelerden gelen işçiler de temeli “şahsa kefalet” mekanizmasına dayanan benzer bir yöntemle çalıştırılıyor. İş yeri sahibi, çalıştırdığı işçiye devlet nezdinde kefil oluyor ve böylece karışabileceği suçların ve işleyebileceği kabahatlerin sorumluluğunu alıyor. Tam da bu nedenle işverenler, çalıştırdıkları işçilerin pasaportlarına el koyup nasılsa o ülkede hiçbir bir söz hakkı olmayan işçilere köle muamelesi yapabiliyorlar. Bizde, özellikle göçmen bakım işçilerine reva görülen bir uygulama ne zamandır. İslami temellere dayandırılmıyor ama demek ki “gelenek”te bir yeri var hâlâ o eski hukuk düzeninin. “Göçmen işçiler giderse batarız diyen sanayiciler” var ya, muhtemelen onlar da bazı hacı ve hocalardan fetva, devletlü makamlardan “eyvallah” alaraktan uyguluyorlardır bu yöntemi. İyice bir bakmak lazım. Şimdilik dikkatinizi çekmek istediğim şey başka… 

Hani suçun bireyselliği ilkesi var ya nedense gün geçtikçe daha da sık hatırla(t)maya çalıştığımız. Bu ilkeye göre bir aileden, bir topluluktan, bir camiadan biri bir suç işlediyse, o suç bütün o aileye, topluluğa ve camiaya mal edilemez. Yani o suça ortaklarmış gibi davranamayız suçlunun etrafındaki insanlara eğer gerçekten ve fiilen ortaklık etmedilerse. Suçu işleyen yargılandıysa ve cezasını çekiyorsa olması gereken olmuştur. 

Bu mevzuyu kadar sık hatırlamamızın sebebi ise icat edilmiş bazı yeni kelimeler. “İltisaklı” diye bir kelime var mesela. O da “ittisal” kelimesinin bir değişiği, “bağlantılı, ilişkili” anlamına geliyor. Gözlerimizin önündeki pek çok örnekte o bağın, ceza vermek isteyen (hatta arzulayan, ceza vermeye ihtiyaç duyan) otorite tarafından varsayılması yeterli. Geriye kalan hukuk düzeneğinin işi o varsayımı güçlendirecek çeşitli deliller bulmak ya da üretmek, ikisini de yapamıyorsa uzun ve karmaşık cümlelerle ima etmek. 

Böylece bir aileden bir kişi devletin suç saydığı bir işe karıştıysa o kişiyle aynı çeşmeden su içenler bile o suçun cezasından değişen ölçülerde etkilenebiliyorlar. Mesela hapisteki kardeşin KPSS’yi yüksek puanla geçen kız kardeşinin öğretmen ataması yapılmıyor. Bırakın kardeşini, bilmem kaç senedir görmediği dedesinin amcasının torunu bile etkilenebiliyor. Arkadaşları bir şekilde izlemeye alınıveriyor hemen. Bu türlü cezaya tabi suçların da genellikle “siyasi” nitelik arzeden etkinlikler için kullanıldığına dikkatinizi çekerim. Geriye kalan suçluları mahallelerin “meşru müdafaa” gücüne terk etmeyi uygun görüyor devlet bir zamandır, adı konulmuş ya da konulmamış çeşitli af düzenlemeleriyle. 

Bu düzenlemeler sayesinde onun açısından sokaklar daha tehlikeli böylece daha her an “müdahaleye açık” yerlere dönüşüyor. O da bu müdahale yetkisini kullanarak ya da kullandırtarak, kimi kullanıcılara göz yumarak kendince yeni bir düzen kuruyor. 

Oysa, vekalet ilişkilerinin tesis edildiği siyaset sahasını kendi açısından sımsıkı kontrol altında tutuyor. Çünkü yapılan her siyasi iş, o işi yapanın bütün akraba ve arkadaşlarıyla birlikte cezalandırılabileceği bir suçla bağlantılandırılabiliyor her an. Adı pek konmasa da “şahsa kefalet” sistemi ufaktan ufaktan alıştığımız idari pratiklere çoktan sızıyor böylece. Akrabalar ya da komşular, başı devletle sıkıntıya giren okumuş gençleri arayıp dayanışmak yerine, “aman uzak duralım, bizim başımız da yanmasın”la karşılıyorlar mesela “olaylar”ı. Hatta gidip bizzat ihbar ediyor ya da çeşitli yollarla kendileri cezalandırıyorlar ki, başları derde girmesin. 

Sokağı, aileyi, haneyi, mahalleyi, iş yerlerini, dernekleri, kulüpleri, yani insanların yan yana geldikleri her yeri bir yandan hırsızlıktan, uyuşturucudan, cinayetten, şiddetten duyulan korkuyla güvenliksizleştirir ve oralarda “meşru müdafaa” sahaları açarak herkesi birbirine düşman ederken, diğer yandan buna da bir çare üretebilecek siyasi sahayı mayın tarlasına çeviriyor.

Bunu yalnız kendisi gibi olmayanlara yapmıyor elbette. Hatta, aslına bakarsanız en çok kendisine benzeyenlere yapıyor. Asıl bağımlılık ilişkisi, hem de zengin fakir demeden bu yolla kuruluyor. Kimse kendinden emin değil, çünkü o hiç kimseden emin değil, herkes onun gözünde daha emin olunan olmak için yarışırken birbirini sıkı sıkıya gözetim altında tutmak zorunda. Sadakatinde bile kimsenin yalnız kendinden emin olması yetmiyor, yakınlarına da sadakat polisliği yapacak ya da onları kendi çemberinin dışında tutacak. 

Muhafazakârlığın özünde aileyi, dini, milli-manevi değerleri vs yücelten bir ideoloji ya da hayat görüşü olduğu yolundaki palavranın arkasına sakladığı manzara bu. Katı gözleme, gözetleme, dışlama ve hapsetme mekanizmaları. Bu mekanizmaların bu denli dinamik bir şekilde çalışması için bilin bakalım neyin felç edilmesi gerekiyordu. Hukukun! Bu yüzden oradan başlamışlardı. Hukuk, artık onlara karşı mücadele edilebilecek bir yol olmaktan böyle çıktı. 

Yeni siyaset

Peki, bu ağır bağımlılık mekanizmasıyla nasıl başa çıkılır. Hele ülkenin iktisadi krizi derinleştikçe artıyorsa bu bağımlılık. Çünkü güçten düşenler için o kefalet mekanizmaları artık keyfekeder dahil olunan ağlar değil, hayat-memat meselesi haline geliyor. 

Bu bağımlılık ilişkisiyle, “ya hu madem alnı secdeli, dili Kur’an’lı siyasetçi istiyorsunuz, bizde âlâsı var” diyerekten mücadele edilebilir mi? “Milliyetçilik mi dedin kardaş, senin için tüm zamanların en bi milliyetçisi ben olurum” diyen bir siyasetçinin şu bal görünümlü zehirle baş etme şansı var mı? 

Gidip ahaliye “şöyle acı çekiyorsun, böyle acı çekiyorsun, biliyorum, seni hissediyorum, bak boynuna da sarıldım” demenin bir faydası olur mu sanki? 

İnsanlara bu bağımlılık mekanizmalarının dışına çıkabilecekleri alanlar açmadan, bunu bir vaat olarak değil, bugün, şimdi ve birlikte örgütlenen bir direniş pratiği olarak hayata geçirmeden kimi, neye inandıracaksınız? Bir kere inandıkları yerden yakalandı insanlar, sizce bir daha oradan yakalanmak isterler mi? İnsanların bütün bunları, başlarına gelenleri göremeyecek kadar akılsız olduğunu, dinle-milliyetle kafayı yedikleri için gidip onu seçtiklerini düşünmüyorsanız, onlara yüzeysel, sembolik empati oyunları ve vaat kanalından yürümezsiniz. 

Toplumu yeniden örgütlenebileceği konusunda umutlandırmadan yeni bir siyaset öneremezsiniz. O örgütlenmenin merkezine kendinizi de koyamazsınız, çünkü bütün merkezler cılk yara halinde, ille de kenarlardan başlayacaksınız. Şu sözünü ettiğim bağımlılık mekanizması da, hatırlayın ne olur, kenarlardan örgütlenmeye başlamıştı. Şimdi siz onun panzehirini peşin peşin kendinizden doğru tarif ettiğiniz bir merkez tarif ederek geliştiremezsiniz. 

Siyaseti bir gönül alma, daimi cilveleşme ve propaganda işinden ibaret gören kimselerden çıkmaz öyle bir panzehir. Bütün toplumsal, siyasal, kültürel sahaları kendi içlerine kapanmaya ve bu suretle kendisine çeşitli şekillerde bağımlılaşmaya zorlayacak denli gözü kara bir siyasetle baş edecek radikallikte bir “charm” hayal ederek kendimi yormayacağım izninizle. “İktidarımızda şöyle olacak” vaatlerinden çok, “nasıl muhalefet edeceğiz, neyle uğraşıyoruz ve kaynaklarımız neler?” sorularına cevap arayan birilerine ihtiyacımız var. 

Zira çok ağır bir ders aldık. Daha da o sınıfın kapısından içeri girmeyiz…  

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.