Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ayşe Çavdar yazdı: Tayfun’un iş tanımı

Geçen hafta kaldığım yerden devam etmeyeceğim bugün. Velayet mevzuunu başka bir zaman yazarım. Sevgili arkadaşım Tayfun Kahraman’ın, “Adaleti Beklerken – Deprem, Siyaset, Kent” (Çavdar Yayınları, 2023 [yayıneviyle bir ilişkim yok, sadece isim benzerliği]) adlı son kitabını okudum -kıymetli eşi Meriç Demir Kahraman iletti, sağolsun- ondan bahsedeceğim biraz. 

Tayfun benim canımın ta içi bir arkadaşım. Ama bu kitabın, onun yalnız yazıp çizdiklerinin değil, yapıp ettiklerinin, arkadaşım olmasının çok ötesinde bir karşılığı var benim Türkiye’yi kavrayışımda. Bana biri, sizin memlekette aslında ne oluyor diye sorduğunda lafı hiç dolandırmadan Tayfun’u ve Mücella’yı (Yapıcı) anlatarak başlıyorum söze.

Nedenine geçmeden önce şunu söyleyeyim: Birazdan yazacaklarımdan hal-i hazırda iktidarda olanlar, iktidarda olanlara din-diyanet-milliyetçilik üzerinden muhalefet edenler ve son olarak onlarla din-diyanet-milliyetçilik üzerinden sidik yarıştırarak iktidar olacaklarını zannedenler hiç haz etmeyecek. 

Çünkü, Tayfun Kahraman’ın ve Mücella Yapıcı’nın neden hapsedildiklerini iyice anladığımızda, din-diyanet-milliyetçilik hikâyesinin gerçekte olup bitenin “gömleği” olduğunu iliğimizde kemiğimizde hissederiz. Bütün bir siyasi manzara değişiverir gözümüzün önünde. Bazı düşmanlıkların dostluk, bazı dostlukların düşmanlık olduğunu anlarız mesela. 

Aynı minvalde biraz yol alarak gazetecilerin, avukatların ve bazı siyasetçilerin neden cezaevinde oldukları da açıkça ortaya çıkar. O alelacayip, iler tutar yanı olmayan iddianamelerin neden yazıldığı, kör ve sağır Avrua İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının neden uygulanmadığı anlaşılır. Hatta onca hırsız-uğursuz-tecavüzcü “bunları da devlet mi beslesin, hem niye sokaklar o kadar güvenli olsun canım?” mantığıyla serbest bırakılırken, “siyasi suç” işledikleri iddia edilen insanların neden özenle ve sımsıkı kilitli tutuldukları da anlaşılır. 

Dümdüz söyleyeyim: Bazı meslek grupları var ki, mesela plancılar, mimarlar, avukatlar, doktorlar, kimi akademisyenler, öğretmenler ve gazeteciler; bu meslekleri layıkıyla icra etmek isteyenlerin örgütlendikleri meslek odaları, sendikalar, dernekler işlerini ciddiye alarak yaparlarsa, iktidar kafasına koyduğu hiçbir işi yapamaz.

“Hiçbir iş” demek de fazla, iktidarın yapmak istediği tek bir iş var: Rant taksimatı… Kişisel ve müşterek hayatlarımızın her alanını, her türlü etkinliğimizi ve hatta duygularımızı bir rant mevzuuna, mecraına dönüştürüp nakde/güce çevirmek ve o nakitle/güçle kendine yeni sadıklar satın almak dışında hiçbir şey yapmak istemiyor iktidar. Bütün büyük krizlerimizin başlıca nedeni de bu. Hal-i hazırda devleti yönetmekte olanlar, devlet yönetmekten sadece rantı gönülleri nasıl arzu ediyorsa öyle dağıtmayı anlıyor. Gözleri başka her şeye kapalı.

Yukarda saydığım meslekler de iktidarın aslında ne yapmak istediğini, yaptıkları işler gereği en yakından görenler. O yüzden kaç yıldır ya güçten ya gözden düşürülmek, olmadı aralarından bir kaçını geriye kalanları korkutmak üzere hapsetmek suretiyle bu meslekleri yaptırmamaya özel bir ehemmiyet veriyor iktidar. Zira bu meslekleri haysiyetiyle icra edenlerle uzlaşamayacağını, o haysiyetin topluma sirayet etmesi halinde ülkeyi yönetemeyeceğini gayet iyi biliyor. Yukarda saydığım meslekler yalnızca ilk aklıma gelenler. 

Gezi’den yansıyan şerait

İşte bütün bu nedenlerle, hem 2000’lerin ikinci yarısından itibaren kentsel dönüşüm pratiklerine karşı çıkılan mahallerde şahidi olduğum, hem de bir dönem komşuluk ettiğimiz için ne yaptığını en yakından bildiğim Tayfun’u anlatıyorum soranlara en çok. Çünkü mevzuyu, “ne yapalım işte dindarlar-milliyetçiler iş başına gelince böyle oldu, Gezi de çok sekülerdi, o yüzden istemediler” kestirmesinin ne kadar yanıltıcı olduğunu ve oradan hiçbir yere gidilemeyeceğini en iyi ortaya koyan örneklerden biri Tayfun. Sohbet uzar, muhatabım ille de mevzuyu dine diyanete sıkıştırmaya kalkışırsa Mücella’yı, Can Atalay’ı, Selçuk Kozağaçlı’yı da anlatıyorum. Diyorum ki, Tayfun şehir plancısı, Mücella mimar, şehirdeki kanunsuzluklara karşı durmak dışında bir şey yapmadılar. Diğer ikisi avukat. Yıkıma uğrayan mahallelerin, işyerlerinde katledilen emekçilerin haklarını koruyorlardı. Yani işlerini yapıyorlardı. Şimdi cezaevindeler. Saydıklarımdan, Selçuk Kozağaçlı dışındakilerin cezaevinde rehin tutulmalarının sebebi ise Gezi Parkı Direnişi. 

Peki Gezi Parkı’ndaki o direniş nereden çıkmıştı? Taksim civarındaki tek ulaşılabilir yeşil alan ve aynı zamanda her an beklediğimiz deprem sonrasında toplanma sahası olarak belirlenen Gezi Parkı’nın bir AVM’ye dönüştürülmesi projesini ahali onaylamamıştı. Bu projeye itirazını gidip parkta vakit geçirerek dile getiren insanlar ağır bir polis saldırısıyla karşılaşmışlardı. Bunun üzerine İstanbul’un her yerinden insanlar Gezi Parkı’na gitmiş, yetmemiş bütün şehirlerde insanlar merkezi yerlerde buluşarak yalnız projeye değil, devletin aklına eseni yurttaşlara şiddetle dayatma eğilimine, itirazlarını daha yüksek dile getirmişlerdi. İnsanlar kendi aralarındaki farklılıkları bu ortak itiraz etrafında bir kenara bırakıp toplandıkça iktidar paniğe kapılıp polis şiddetini artırmıştı. Artan şiddet ve idarenin ahaliyi dinlememek için türlü-çeşit saçmalığa başvurması sivil itirazın tonunu yükselten asıl amildi. Kimsenin bir şey örgütlemesi gerekmiyordu Gezi Parkı’nda ya da diğer şehirlerde. Müdahale ettiği yerler ve müdahale biçimi ile iktidar belirliyordu işlerin nereye doğru evrileceğini. 

Nihayet en iyi bildikleri yolları denemeye başladılar Gezi’ye katılan ahaliyle, geriye kalanlar arasına sınırlar çizmek için. Ama o da bizzat finanse ettikleri medyada tuttuğu kadar tutmadı Gezi Direnişi’ne katılmayanlar arasında bile. Kabataş Yalanı’na da, camide içki içtiler palavrasına da kimseyi inandıramadılar. Eğer insanlar inanıp Gezi’yi mahkûm etselerdi, ayrıca davalar açmaya ihtiyaç duymayacaklardı belki de. Ama bu olmadığı için, hem yüreklere korku salmak hem lazım olduğunda taraftarlarına “madem suçsuzlar, neden hapisteler” diyecek mazeret sunmak için o saçma sapan iddianamelerle Osman’ı (Kavala), Tayfun’u, Mücella’yı, Çiğdem’i (Mater), Mine’yi (Özerden), Hakan’ı (Altınay) ve Can’ı rehin tuttular. Bu arkadaşlarımızın cezaevinde oluşları, iktidarın Gezi Parkı Protestoları karşısında hissettiği paniğin sürmekte olduğundan başka bir anlam taşımıyor. Bunu, kendileri gayet iyi biliyorlar. Bizim de hiç aklımızdan çıkarmamamız gerekiyor. 

Hiçbir şeyden korkmuyorlar halktan korktukları kadar. Peki kimi hapsettiler? Halka, yalnız olmadığını, faili devlet bile olsa yapılanların hukuksuz olduğunu, yan yana olunduğunda, bu hukuksuzlukla baş edilecek ortak bir dil üretildiğinde, suç vasfı taşıyan o işlerin durdurulabileceğini hem konuşarak hem bizzat eyleyerek anlatan insanları… Tayfun’u, Mücella’yı, Can’ı, Selçuk Kozağaçlı’yı hapsetmelerinin nedeni tam olarak buydu. Ahaliyi kimsesiz bırakmak. Onlarla nasıl baş edileceğini bilen insanlarla, yaptıkları işlerden zarar görenler arasına duvarlar örmek.

Ağır olacak ama söyleyeceğim gene de. Bu insanları ve daha nicelerini hapsederek yurttaşlık dediğimiz hali, yani bizler arasındaki tek gerçek bağı, iğdiş ettiler. 

İşini yapmak

Ne yapıyordu bu insanlar: Şehirleri, halkın barınma hakkını, kent hakkını -yani yaşadığım yerin düzeninde söz sahibi olma hakkımı-, en çoğu inşaat ve maden sahalarında gerçekleşen iş cinayetlerinde kaybettiğimiz emekçilerin yaşam hakkını savunuyorlardı. Halen de yapıyorlar bunu, cezaevinde olmaları işlerini yapmalarına sadece kısmen engel oluyor. Başka bir sebeple değil, üstelik başka ülkelerin hukuk kitaplarına bakarak da değil, bu ülkede geçerli anayasa ve yasaların sağladığı çerçeveye dayanarak, mevcut iktidarın tümüyle nüfuz ettiği devletin bu hakları teminat almak bir yana, basbayağı piyasada satışa çıkardığını ilan ediyorlar. 

Yani iktidarı, iktidarında oldukları devletin yasal düzeni içinden “suç işlemek”le itham ediyorlar. Çünkü istedikleri kadar yasa manipülasyonu yapsınlar, bu işleri bu yollarla görenler de gayet iyi biliyorlar hangi suçları, nasıl ve kimin yararına işlediklerini. Arkadaşlarımızın yaptıkları işe ve kendilerine duydukları saygı, ayrıca mesleki haysiyetleri bu gerçeği böylece söylemelerini gerektiriyor. Herkesten cesur, herkesten devrimci, herkesten akıllı oldukları için değil, meslekleri bu olduğu için yapıyorlar itirazlarını. O mesleklerin onlar için yaptığı iş tanımı bu. 

O iş tanımlarının böylece yapılmasının da bir sebebi var. Çünkü herkes bilir her türlü iktidarın nasıl yoldan çıkabileceğini. Aslına bakılırsa, toplum olma niteliklerini kaybetmemiş bütün örgütlü kalabalıklarda, her bir meslek, o mesleği yapanların haysiyeti ölçüsünde sınırlar iktidarları. Tırnakları çoktan sökülmüş bile olsa, Tayfun’un ve Mücella’nın üyesi ve bir dönem yöneticisi oldukları Şehir Plancıları Odası ve Mimarlar Odası’nın da içinde yer aldığı Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği Ana Yönetmeliği’nde aynen şöyle yazılıdır: “Kamunun ve ülkenin çıkarlarının korunmasında, yurdun doğal kaynaklarının bulunmasında, korunmasında ve işletilmesinde, çevre ve tarihi değerlerin ve kültürel mirasın korunmasında, tarımsal ve sınai üretimin artırılmasında, ülkenin sanatsal ve teknik kalkınmasında gerekli gördüğü tüm girişim ve etkinliklerde bulunmak.” 

Bir “acı tecrübe”

Gelelim kitaba… Tayfun’un Adaleti Beklerken adını verdiği kitap, Birgün’deki haftalık yazılarının yanı sıra, akademik makalelerinden oluşuyor. İsterseniz gidip internette de bulabilirsiniz bu yazıları ama bir bütünlük içinde okumanızı öneririm. Şehircilik, siyaset, deprem, konut sorunu ve kentsel dönüşüm başlıkları altında kümelenmiş yazılar. Meriç yapmış editörlüğünü, ellerine sağlık, aklına bereket onun da.

Saydığım ara başlıkları aklınızda tutarak son bir haftada olanları hatırlamaya çalışın. Bu yazıyı yazdığım gün 12 Ağustos 2023, Cumartesi… Yalnızca bugün içinde Malatya’da iki deprem kaydedildiğini gördüm haberlerde. Geçen hafta boyunca Malatya, Maraş ve Adana’da gerçekleşen sarsıntılar insanların yüreğini ağzına getirdi. İktidar -aman Allah korusun- İstanbul’a özel bir deprem yasası çıkartmaktan bahsediyor. 

Niye mi Allah korusun? Tayfun’un doktora tezinde (kitap hali: İstisna Mekân: Hukukun Eşiğindeki Kent, Tekin Yayınları, 2021) bahsettiği üzere, istisna koşulları yaratan/dayatan her türlü yasa (özellikle imar afları, mülkiyet ilişkilerini öngörülemez kılmak suretiyle), göze pratik ve pragmatik (kimilerine göre şirin) gibi görünseler de, aslında hukuksuzluğa ve faşizme giden yolları döşerler. Bizzat yasalar eliyle üretilen hukuksuzluğu örtmek için iki şeye daha çok ihtiyaç duymaya başlar devletler istisna yaratan düzenlemeler yaptıkça: Şiddet araçlarına (polis, jandarma, toma, gaz) ve o şiddeti meşrulaştıracak söylem kalıplarına (vatan-millet-Sakarya). Hep öyle oldu, gene öyle olacak. Tayfun da yalnız yazdıklarıyla değil, Şehir Plancıları Odası yöneticisi olarak açtığı kamu davaları ve işinin ehli bir plancı olarak gerçekleştirdiği her türlü etkinlikle hep buna dikkat çekti ve bu nedenle cezaevine kondu. Tekrar ediyorum, işini layıkıyla yaptığı için. 

Tayfun’un kitabından birkaç alıntıyla hasbihal ederek -bir yandan da bunları yüzyüze konuşamayışımıza lanetler yağdırarak- daha da somutlayayım demek istediğimi. 

Mesela kitaba yazdığı girişte diyor ki: “Kentsel mekânda kamu mülkiyetinin varlığı … muhtemel eşitsizliklerin çözümü ve dezavantajlı grupların korunması açısından dengeleyici bir unsurdur. Fakat son 20 yıllık dönemde AKP iktidarının kamu mülkiyetindeki kent toprağına dair icraatları bu dengeyi bozdu. Plan değişiklikleri ile inşaat yoğunluğu ve değeri arttırılarak satılan kamu arazileri, İstanbul başta olmak üzere tüm kentlerde bizi çıkmaza soktu.” (s. 12)

Daha açık nasıl söylenir bilmiyorum. AKP iktidarı, kamu mülkiyetindeki arazileri yapılaşmaya ve ranta açarak kentleri plansız bıraktı diyor. Çünkü planlı kentlerde kafanıza estiği gibi rant yaratamaz ve taksim edemezsiniz. Nasıl yaparsınız bunu?

“Adeta kamu iktisadi işletmeleri gibi çalışmaya başlayan TOKİ ve Özelleştirme İdaresi imar planı yapma yetkileri ile değerlerini artırdıkları mülkleri, ülkenin dört bir yanında ayrıcalıkları ile sattılar. Kurumsal altyapıda satışları hızlandırmak üzere yapılan değişiklikleri, hukuksal altyapı izledi. Anayasa’nın 35. Maddesinde yer alan ‘mülkiyet hakkının kullanılması, toplum yararına aykırı olamaz’ hükmüne göre mülkiyetin özünde toplumsal faydanın olduğu, anayasal güvence altına alınırken; yapılan yasal düzenlemeler ne yazık ki bu ilkeye bir uyum göstermiyordu. İktidar Meclis çoğunluğuna dayalı yasa yapma gücüne dayanarak değişen pek çok yasal çerçeveyle 20 yıl boyunca kamu mülkü arazilere ve satışlarına ilişkin politikaların yasal altyapısını oluşturdu.” (s. 30)

Bu yasalar, bütün prosedürler yerine getirilerek yapılmış bile olsalar bir hukuksuzluğu tesis etmekten başka bir işe yaramıyorlardı diyor Tayfun. Anayasal bir suçtu o özelleştirmeler ve bu suçu işlemeye devam ediyorlar. 

Peki bütün bu hukuksuzlukların bedelini kim ödüyor? Kitabın en acı yeri de burası.

“Deprem toplanma alanı olacak yegâne yerler mezarlıklar kalmıştı: Zincirlikuyu, Feriköy ve Mecidiyeköy Ermeni Mezarlıkları. Mezarlık alanlarını ilan ederek korku yayıyorsunuz itirazları üzerine bu kez deprem dayanımı yüksek yapılar üzerindeki boş alanlar mecburen toplanma alanı olarak belirlendi. Bilimsel ve teknik ilkelere aykırı olsa da yokluktan, altından yol geçen Çağlayan Meydanı, altında otopark olan Cevahir Alışveriş Merkezi önü gibi alanlar yeni deprem toplanma alanları oldu. Kendi meslek hayatımda karşılaştığım ve en çaresiz kaldığım bu acı tecrübenin gösterdiği gibi; kamu mülkiyetindeki arazi ve kentsel arsalar, toplumsal eşitsizliklerin giderilmesinin yanı sıra teknik zorunluluk ve kentsel ihtiyaçlar için de olmazsa olmazdır. Ne yazık ki AKP iktidarının kentsel toprağa yaklaşımı ve satış politikası, İstanbul ve tüm kentlerimiz için de bizleri bir çıkmaza soktu. Kamu mülklerinin hoyratça satışı, planlamayı imkânsız hale getirirken kamunun kentsel ihtiyaçlar çerçevesinde ortak kamusal mekânlar belirlemesi için maliyetleri artırdı. Aslında bugün kazanç olarak görülen satış gelirleri, gelecekte daha büyük bir faturanın bizleri beklediğini gösterdi. (s.31-32)

Tayfun’un “acı tecrübe” dediği iş, mesleğini fiilen icra ettiği son mevki: İstanbul Büyükşehir Belediyesi Deprem Risk Yönetimi ve Kentsel İyileştirme Dairesi Başkanı ve Şehircilik Proje Koordinatörü idi rehin alınmadan önce.

Söylediği şeye bir daha bakalım. Her an büyük bir depremle sarsılabilecek bir şehri bu felakete hazırlamakla mükellef olduğunuz bir işi yapıyorsunuz. Yıllarca, merkezi iktidarı da elinde bulunduran parti tarafından yönetilen belediye, nihayet bir muhalefet partisine geçmiş. Siz de bu işleri dert edinen bir plancı olarak şehri depreme hazırlama sorumluluğu üstlenmişsiniz. İlk yaptığınız iş, tam da olması gerektiği gibi, yıkıcı bir depremden sonra hayatta kalanların nerede toplanacakları konusunda bir harita çıkartmak. Çünkü, binaları depreme hazırlamak zaman ve para gerektiriyor. Deprem sizi beklemeyebilir. O zaman en kötü duruma hazırlayacaksınız önce kendinizi. Siz daha işinizi tamamlayamadan bu deprem olduğunda hayatta kalanları hayatta tutmak için yapabileceklerinizi listeleyeceksiniz. Boş alanlar bulmalısınız. O yerlere böyle bir durumda kalan insanların ihtiyaç duyabilecekleri temel malzemelerini yerleştireceksiniz. Ve şehirde bulabildiğiniz boş alanlar mezarlıklardan ibaret! İnsanlar haklı olarak karşı çıkıyorlar buna. Ölümden kurtulmuş insanlar gidip mezarlıklarda mı tutunmaya çalışacaklar hayata? O zaman, özelleştirilmiş bulunan kamu arazilerine yapılmış AVM’lerin parklarına sığınacaksınız… Gök girmiş, kızıl çıkmış hançerler şehrinize çünkü. Öldürmüşler şehrinizi çoktan rant hırsıyla. Yağmalamışlar. Şehrinizin plancısı size şehrinizin başına ne geldiğini böylece anlatıyor. 

Bir direniş yöntemi olarak işini yapmak

Tayfun’u 2008’den beri tanıyorum. Kentsel dönüşümün tartışıldığı pek çok toplantıda dinledim onu. Dediğim gibi komşuluk da ettik. Onun, önüne şehirde deprem sonrası toplanma alanı olarak kullanılmak üzere mezarlıklardan başka yer kalmadığını somutlaştıran haritalar geldiğinde yüzünün aldığı şekli gözümde canlandırabiliyorum. Nasıl öfkelendiğini, nasıl üzüldüğünü, bunu bir plancı, bir akademisyen ve Şehir Plancıları Odası’nın mensubu ve yöneticisi olarak durduramamanın kederini nasıl yaşadığını, o şimdi tam da buradaymış gibi hissedebiliyorum. 

Çok güzel davalar oluşturur Tayfun, mahkemelere işlerini, bilirkişilere uzmanlık alanlarını layıkıyla hatırlatır. O haritayı gördüğü anda aklından bütün o dava dilekçelerinin, şikâyetlerin geçtiğini şimdi, ta buradan bile görebiliyorum. “Acı tecrübe” dediği, bütün bu yolların nasıl katedildiğini bilmesine  ve elinden geleni yapmasına rağmen engel olamadığı hakikatiyle yüzleştiği anda yaşadığı sarsıntı. 

Eskimeyen iş listesi

Kitapta 6 şubat Maraş depremlerinden sonra kaleme aldığı yazıları da göreceksiniz. Yalnızca işini değil, işinin çerçevesini oluşturan hukuku da bilen birinin, ne pahasına olursa olsun müdahale etme, işinin, bilgisinin işe yaraması için bir kanal yaratma çabasını hissedeceksiniz içinizde. 

Şu paragrafı sesli okuyun mesela: 

“Artık yeni bir milat ilan etmeyin, yeni yalanlarla tüm ülkeyi oyalamayın. Deprem bölgelerinden başlayarak hızlı tarama ile tüm ülkemiz yapılarını tarayarak, risk taşıyan yapıları tek tek tespit ederek çalışmalara başlayalım. Ardından bu yapıları taşıdığı riske göre sınıflandırarak en zayıflarından başlayarak güçlendirmeye ve yeniden yapmaya başlayalım. Yıkılan yeni yapılar da göz önüne alarak yapı denetim sistemindeki aksaklıkları giderelim. Sistematik rant siyasetine dayalı ekonomik düzeni terk ederek kamu kaynaklarını hataları gizlemek yerine onları çözmek için kullanalım. Depremle mücadeleyi ve bunun bir aracı olan kentsel dönüşümü piyasa koşullarına terk etmeden, halkımızın bir insan hakkı olan sağlıklı ve güvenli konutlara erişimi için harcayalım, kamu otoritesi ve kaynakları ile gerekli tüm yapısal önlemleri acilen hayata geçirelim. Tüm imar mevzuatını, bilim insanları ve uzmanların görüşleri ışığında yeniden ele alarak, yasal altyapıyı deprem gerçeğine uygun hale getirelim ve bunun uygulanmasını etkin şekilde denetleyelim. Daha önceki imar afları ile yasal hale getirilen kaçak yapıları titizlikle inceleyerek bunları dayanıklı hale getirelim.” (s. 107)

İmkânsız işlerden bahsetmiyor Tayfun. Gayet yapılabilir bu listedeki her şey. Üstelik öyle bir yapılır ki ülkenin ekonomik krizini de esasen mülkiyet denilen sahanın bir türlü hukuka bağlanmamış olmasından -iktidarların işine gelmiyor çünkü- doğan meşruiyet/hukuk/devlet krizini de çözersiniz. Çünkü devlet şehirli bir yaratıktır. Şehirleri bu şekilde yağmalanan bir devlet aslında yoktur. O devleti yönetiyormuş numarası çekenler o yağmaya öncülük ediyorlarsa aslında çoktan gerçekleşmiştir o yok oluş. Cumhuriyet’in yüzüncü yılının bu kadar sönük bir şekilde idrak edilmesi tesadüf değil yani. 

İyi ama insanların hâlâ yaşaması lazım. Her an sarsılan ve hiçbir tedbir alınmayan, hatta yaşadıkları her sarsıntı yeni yağmalara fırsat kapısı olarak görülen şehirlerde nasıl yaşayacak insanlar? Tayfun’un rehin tutulduğu cezaevinde yazmaya devam ederek cevap vermeye çalıştığı soru da bu. Eğitimini aldığı, çok sevdiği, dilini dilli bellediği mesleğinin onun için yaptığı iş tanımında bu da var çünkü. 

Tamam felaket anında mezarlıklara sığınmak zorunda kalacak kadar yaşanmaz hale getirmiş olabiliriz şehirlerimizi… Yeterince isyan etmeyerek, isyanlarımızı gerektiği gibi örgütlemeyerek, birbirimize güvenmeyerek, sesimizi çıkarmamız gerektiği zamanlarda karnımızdan konuşarak, bir işin ucundan tutarken bile fazlaca umutlu olmamaya gayret göstererek, hepimiz buna bir şekilde eyvallah demiş olabiliriz. Ama hayatta da kalmamız lazım bir şekil! Nasıl? Çekildiğimiz köşelerde yeni sarsıntılar bekleyerek değil herhalde… 

Ne diyordum… Din-diyanet-vatan-millet… Boş geçin o mevzuları… Her biri birer kılıftan ibaret. O kılıfların içinde de Furkan değil beton var. İçi kof liyakat pozlarına da ihtiyacımız yok. İşlerini gerçekten yapanların başına ne geldiğini kendi gözlerimizle görüyoruz.

Gene sorayım o zaman… Hal-i pür melal bu iken ne yapmamız gerekiyor? Kiminle yapacağız yapmamız gerekenleri? 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.