Aydın Selcen yazdı: Halk! Ayağa kalk? Ya kalkarsa, kalktığında…

Şu gizemli HALK, herkesin dilinde. Ancak, bu dillerden düşmeyen, yere göğe konulamayan HALK, kendi konuştuğunda, karar verdiğinde yüzler de hemen ekşiyor. “Sakin atın çiftesi pek olur” hesabı, iş HALKA kalınca, elitin gönlü hoş olamıyor. CAHİL HALK kendi için iyi olduğu söylenen beyni yerine gidip, ama gönlüyle, ama omuriliğiyle, ama asabiyesine göre olmadık kararlar veriyor. Murat Sevinç’ten (belki enigmatik?) bir alıntı da yapalım: “Halk dalkavukluğunun, iddiasının aksine, halkı küçük görmekten kaynaklandığını unutmamak gerek.”

Aşağıda kısa bir ufuk turu atacağız ama önce aynaya bakarak başlayalım: Türkiye ağır bir istibdat, hukuksuzluk, depremin yıkımı ve söylenene göre ekonomik buhran (boş tencerenin götüremeyeceği iktidar, propagandayla bastırılamayacak mide gurultusu vb.) altında inim inim inliyordu. HALK, ayağa kalktı. Gitti, yirmi küsur senelik iktidarın ardından göğsünü gere gere mührü yine Erdoğan’a, şamarı da müttefik muhalefetin şaşkın çehresine bastı.

Anlatının burasında soluklanıp, bu defa Mesut Yeğen’den bir yorum alalım: “CHP’nin seçim öncesindeki teklifi, aslında epey bir zamandır sahipliğini yaptığı teklif, esas olarak kötü bir teklif değil. Seçimlerin kaybedilmesine sebep olan CHP’nin teklifi değil, CHP’nin ve Kılıçdaroğlu’nun bu teklifi hayata geçirebileceği ümidini ve güvenini verememesiydi.” Demek ki mesaj, tasarı, öneri, çözüm doğruydu ama onu taşıyan, ileten aday yanlıştı –ben düzayak böyle anladım.

Aleksis Çipras

Yunanistan’da HALK henüz dün ekonomik krizde baştacı ettiği SYRIZA’ya bugün “bak kapı aha şurada, oradan ilerle” dedi. Bizi andıran biçimde düzensiz göç sorununun öne çıktığı İtalya’da HALK (aman ya rabbi yoksa Mussolini’nin ardılı mı?) Meloni’yi buyur etti. Kanlı askeri diktatörlükler yaşamış Arjantin’de HALK ekonomik krize çare olarak Merkez Bankası’nı kapatıp, ABD Doları’na geçişi savunan Trump hayranı Milei’ye teveccüh gösterdi. Brezilya’da HALK Bolsonaro karşısında Lula’yı ancak burun farkıyla kazandırdı. Rusya’da HALKIN Putin’e desteği Ukrayna’yı işgal başladıktan beri, hukuksuzluk ve yolsuzluğun derinleşmesine koşut biçimde artıyor. Nijer’de HALK kendi seçtiği başbakanın yanında durmadı, durduk yere darbe yapan askerin karşısına da çıkmadı.     

HALKIN bazen bir düğüm atıp bırakmak gibi bir huyu da var. Örnek olarak son seçimin ardından hükümet kurulamayan İspanya’da “gobernabilidad” sorunu konuşuluyor. Anlamını tam karşılamasa da “yönetilebilirlik” olarak çevirebileceğimiz “gobernabilidad”; sivil toplum ve özel sektörü kapsayacak biçimde ve bunların kendi aralarındaki ilişkileri de dikkate alarak, devletin tüm kurumlarını tanımlıyor. Orada sosyalistlere Katalan ve Bask yerel-etnikçi partiler destek vermekte nazlanıyordu. Nihayet meclis başkanının seçilmesiyle Sanchez’in yerini zor da olsa koruması öngörülüyor.

İsrail’de HALK ayakta, nüfusu 10 milyonu bile bulmayan ülkede her hafta yüzbinler ülke genelinde Netanyahu hükümetinin yüksek mahkemenin denge ve denetim işlevini budayacak reform girişimlerine direniyor. Ne var ki, Netanyahu’ya ülke tarihinin en milliyetçi ve muhafazakâr hükümetini kurduran da aynı HALK. ABD ise dünya tarihinde HALKIN sıfırdan kendi kurduğu tek devlet ve en eski demokrasi. Düşünün ki dava yağmuru altındaki Trump, Cumhuriyetçi Parti olası başkan adayları arasında HALKIN yoğun desteğiyle en yakın rakibinin kırk puan önünde. Demokrat Parti seçmeni HALK da seksen küsur yaşındaki Biden dışında bir seçenek bulamıyor.

Senegal’de cumhurbaşkanı Sall anayasayı değiştirip, mıntıka temizliği yapsa da üçüncü kez aday olmayı gözü kesmedi. Buna karşılık Khalifa Sall ve Kerim Wade’ın siyaset yasaklarını kaldırırken, HALKIN sevgilisi Usman Sonko’yu kodese tıktı. Benzer biçimde Pakistan’da İmran Han seçime giremesin diye tutuklandı. Bu sonuç ilk belirdiğinde HALK ona sahip çıkmıştı, artık HALKIN desteğin canlılığı, yaygınlığı önceki benzer girişimlerle karşılaştırıldığında oldukça sönük.

Özcesi, bizde ve yerkürenin demokrasinin kurumsallaşmadığı her köşesinde, kimi ulema tarafından vantrolog gibi konuşturulan HALK kendi konuşmaya kalkmasın, kızılca kıyamet kopuyor. Biz de bunları çok deneyimlemedik mi burada? HALKIN dağınıklığı ve öngörülemezliği, devletin düzeni ve varoluş kaygısıyla çelişiyor. Oysa Yunanca cumhuriyet ile demokrasi aynı sözcük; “Res Publica” cumhuriyetin Latincesi. Ancak “düzen” hatta en azından “şiddet tekeli” devletin gerçekten yalın temeli. Atlantik’ten Kızıldeniz’e Sahra altı Afrika’da yaşananlar bize bunu da anlatıyor. Buradaysa, tüm olumsuzluklara rağmen; bir Fransa olamadıysak da henüz, bir Cezayir de kalmadık: Avunalım mı, yetinelim mi?

Biz (yani HALK?) burada, kendi yurdumuzda, nereden nereye geldik, ne umduk ne bulduk, niyet neydi akıbet ne oldu? Tanzimat, Islahat denemelerini geçelim, onun içinde HALK yok. Zaten bitkisel hayata girmiş imparatorlukta ilk meşrutiyetin ilânı 1876. Henüz beşiğindeyken onun tepesine dışarıdan binen Rusya (’93 Harbi) ve boğan da 33 yıl hüküm sürecek II. Abdülhamit. İkinci Meşrutiyet (1908) artık neredeyse ölüye ruh üfleme girişimi gibi. Ve bunların kaçınılamaz devamı olarak cumhuriyet (1923). O devre dek oyuna pek katılamayan, daha ziyade (Kurtuluş Savaşı ve kuruluş yılları gibi zorunlu haller sonrasında da) davar gibi güdülen HALK, 1950’de herhalde ilk kez sahne alıyor. Sahne ışıklarını da sevmiş olacak ki, artık her darbenin, her kesintinin ardından yönetime el koyuyor.

Dünyada yeni binyıl 11 Eylül 2001 ikiz kulelere yapılan kara görkemli cihatçı saldırı ile açılıyor. Bizde ilginç biçimde neredeyse eş zamanlı olarak, laik cumhuriyette büyük temizlik yine HALK eliyle başlatılıyor ve tüm bu tarihsel yönelimle kavgalı ilk islâmcı eğilimli hükümet iktidara geliyor. Akademi ne derse desin, organizma bildiğini okuyor. Unutmayalım, kanserini de üreten organizmadır.

Tek adam rejimi, giderek ve ivmelenerek içten içe yozlaşıyor. Bugünün bakanları, üst düzey bürokratları, danışmanları, Hamit devrinin “paşaları” aslında. Yargı keyfiliğin ötesinde silâhlaştırılmış, ceza değil intikam aracı kılınmış durumda. Protesto hakkı yok edilmiş, hür ifade bastırılmış. Ahbap çavuş kapitalizmi ve kleptokrasiyle, birikimin üleştirilmesi de yetmiyor, toptan ekosistem yağmalanıyor.  Bu kara düzen “sürdürülemez” dendikçe, adeta yıvışarak yeni biçimlere bürünüyor, kokuşmuş bir bataklık gibi kalıcılaştığı izlenimini veriyor. Ancak 1876’da değil, 1908’de değil, 1923’de de değil, 2023’teyiz. Metropolleşmesi, iletişimi, ulaştırması, ekonomisi, nüfusu, hepsi resme dahil.    

Esinlenmek ve belki umutlanmak adına da bir parantez açalım. Merhum Demirel, yukarıdaki özet tarihçede, kabaca 1950 ile 2000 arasındaki yarım yüzyıllık döneme tekabül ediyor. 30 yaşında DSİ Genel Müdürü, 40 yaşında başbakan. Hem de ardılı olduğu Menderes’in katledilmesinden hemen sonra. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül hepsinde var. Tezek de kokuyor, tırnaklarıyla kazıyarak aldığı eğitiminin ardından İTÜ diploması da var, ABD görmüşlüğü ve İngilizcesi de. Politik bakımdan HALKIN, o Tarkan şarkısındaki gibi, “Ya gel bana sahici sahici, ya da anca gidersin” çağrısına verilen herhalde en doğrudan yanıtlardan birinin vücut bulmuş hali gibi.  

Öyleyse onu (Tanıl Bora’nın kitabında yer verdiği) bir sözüyle de analım: “Benim için ‘nereden çıktı?’ diyorlar. Çok basit, bunun için gözlük takmaya lüzum yok! İşte senin içinden ben çıktım. Benim babam da eli nasırlı bu toprağın adamı! Ben bu toprağın içinden çıktım. Neresinden bahsediyorsun, ‘eli nasırlı, emekçi kardeşim, maraba kardeşim’ diye? Nasırlı el burada, sahtekârlık yapmaya lüzum yok!” Kulaklarımın çınlayacağını biliyorum ama soracağım: Haksız mı?

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

İşte bugün İmamoğlu o iki meşrutiyet denemesi, cumhuriyet deneyi, çok partili sistem, derken başkanlık rejimine geçiş, irili ufaklı ekonomik çöküşler, başarılı başarısız darbeler, kimi karanlık kanlı yıllar, cinayetler, katliamlar, sıcak ve soğuk savaş, iç ve dışarı da taşan çatışmalardan oluşan bu 150 yıllık anlatının yine kritik bir dönemecinde sahnede tam karşımızda tek başına duruyor. Belirttiği üzere, “yolu uzun, heyecanı yüksek.”

Geniş kitleler umuyor ki sorumluluk ve görevinin de bilincinde. Umuluyor ki aranan şuur ve tasavvura da sahip. HALKLA nasıl bir iletişim, nasıl bir gönül bağı kuracak? O, HALKA ne diyecek, HALKTAN ona ne yanıt gelecek? Ne diyecekten daha önemlisi, ne yapacak? Konuşmak değil yapmak; yaptıklarıyla, yaparak konuşmak. Elitler ondan gelecek tasavvuruna dair konuşmasını bekliyor olabilir. Ama o, belki yeri geldiğinde susabilmeli de. HALKA, yaptıkları konuşmalı, yaptıkları onun adına konuşmalı. Konuşmadan yapabilmeli. Her hal ve kârda, yapmak konuşmanın önüne geçmek zorunda. Hedefi kazanmak ise. 

Bana kalırsa ve bu bağlamda (ve hatta girişteki Sevinç alıntısını da akılda tutarak), illa konuştuğunda da, HALKIN varsayılan duygularını okşamayı hedeflememeli. Eşit anayasal yurttaşlık, yerinden yönetim, çoğulculuk, laiklik, tam yargı bağımsızlığı, hukukun üstünlüğü, tam ifade özgürlüğü, katılımcı demokrasi gibi somut, akılda gerçek çağrışımlar yapan terimleri şimdiden dolaşımda tutmaya başlamalı. Geçmişin değil, her biri birer viraneye dönen cumhuriyet kurumlarının her birinin yeniden ihyasından söz etmeli.

Yarış İBB’ne ve hemen yarına ilişkin ise, ki öyle; bence İmamoğlu’ndan HALKIN duymayı beklediği, bir ütopya değil. Erdoğan’ın yerli yersiz kullandığı gibi “eser siyasetinden” söz etmeli. Rakamlar vererek, kreşler, yeşil alanlar, kütüphaneler, metrolar, kent lokantaları, çöp arıtma tesisleri, tarihsel mirasın kazanılması, İHE vb. sürekli bunları anlatmalı, göstermeli. Ayrıca yaklaşan depreme karşı dönüşüm ve çıldıran kiralara karşı barınma konusunda, yine rakamlar vererek konut krizi konusunda da. Ona merkezden çıkarılan zorluklar karşısında, yerelden neler yaptığı, bunları nasıl aştığı konusunda. Önünde bulduğu, gördüğü yolsuzluklar ve bu dosyaların adli serencamının hangi aşamada olduğu konusunda. Özetle, HALKIN aradığı bir meydan okuma, bir iddia ortaya koyma.

Bu denli sözü uzatıp, tavana sıka sıka akıl dağıtarak gelince, sonu ister istemez üstünkörü olacak. Şöyle bağlamaya çalışalım: “Toplumcu belediyecilik” denilince İstanbul’da konunun meraklısı akademisyenler Ahmet İsvan’ı (“tercihli yol”) –o da belki- hatırlar. “Haliç’i ‘gözleri gibi mavi’ yapmak” iddiasını ortaya koyan Bedrettin Dalan’ıysa HALK herhalde hatırlar. Erdoğan’ı İBB’den Ankara’ya taşıyan da, ne günde beş vakit namaz kılması, ne islâmcılığıydı. Onun verdiği çalışkan, iş bitirici, gözüpek, kararlı, dinamik izlenimdi. Bir anlamda HALKA moral vermesiydi, yeni olmasıydı.

Çok daha düz konuşmak gerekirse, Erdoğan’ı olduğu yere taşıyan İstanbul’un Kasımpaşa’sıydı, Rize’nin Güneysu’su değil. Belki daha önemlisi, “reis”, “beyefendi”, “patron” değil ama “Tayyip” gibi, “Ekrem” denildiğinde marka olmak, HALKTAN olmak.  

*Bizdeki krizin neye benzediğine, ne olduğuna, kimi neden ve nereden vurduğuna ilişkin açıklayıcı bir uzman değerlendirmesi için bkz. Ümit Akçay “Hayat Pahalılığı Krizi”

**İmamoğlu’nun Salı günkü konuşması bağlamında, çok partili sistemin başladığı 1950’lerden, AKP’nin iktidara geldiği 2000’lerin başlarına dek geçen kabaca yarım yüzyıllık döneme kuş uçuşu bir bakış için (çok eksikleri, üstünkörü geçilmiş bölümleri de olsa) bkz. Demirel belgeseli

***Bir obruğa konuşmak sakıncasını anlamak bakımından bkz. Tanıl Bora “Merkez Sağ Hayaleti”