Ayşe Çavdar yazdı: Müflis babalar ülkesi

Ruşen Çakır’ın Türkiye’den giden genç insanlarla söyleşiler yaparak yazdığı seriyi okuyorum kaç gündür. Tek tek elbette benzerlerini duyduğum onca hikâyenin yan yana, iç içe geçmesi karşısında biraz dehşete düştüm. 

Tuhaf bir şey diyeceğim, kimilerinizi de kızdıracağım ama bir tür itiraf sayın. Artık Türkiye’de yaşamadığımı ve daha evvelden yaşadığım Türkiye’nin artık var olmadığını şu son seçimle idrak edebildim ancak. Bunca yıldır gözümü bile ayırmadan Türkiye’yi izliyorum çünkü. Her an iyi bir şeylerin olacağına, memleketin o çok meşhur sürprizlerinden biriyle kurulu “oyun”u bozacağına inancım hiç sarsılmadı. Kendi ömrüm süresince üç kez şahit oldum böylesi güzel sürprizlere. Biri 2003’te Irak’ın işgaline karşı hemen her kesimin buluşması ve geniş kalabalıkların her türlü yola başvurarak memleketi halen devam eden sefil savaşa sokmama iradesi göstermesiydi. İkincisinin sebebi çok acıydı. Hrant Dink’in cenazesinde yüz binlerce insanın sokaklarda yan yana gelip “Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeni” diye hep bir ağızdan seslenmesi; onca insanın, canına kast edilen için tek bir ses olup adalet istemesi herhangi birimizin, toplamımızdan beklediği bir iş değildi. Üçüncüsü de kuşkusuz Gezi Parkı Direnişi’ydi… Benzerleri içinde dünyanın en güzeli, en cazibelisi, en afilisiydi… Öylesi bir daha olmadı… O yüzden hâlâ eminim Gezi’nin sözünün yerde kalmayacağından, çünkü henüz tamamlanmadığından.

Konuya döneyim… Ruşen’in çağrısına cevap verip hikâyelerini anlatan genç insanların neredeyse tamamı eğitimli olanlar. Anlattıklarıyla aklıma bir asır kadar önce, günü gününe tam 9 yıl arayla yazılmış iki şiiri getirdiler. Laf olsun diye böyle söylüyorum. O kadar uzun zamandır aklımdan çıkmıyor ki bu iki şiir… 

İki sipariş listesi

Biri Tevfik Fikret’in Haluk’un Veda-ı adlı şiiri elbette. Eylül 1909’da henüz 14 yaşındaki oğlunu Glasgow’a mühendislik okusun diye gönderir Tevfik Fikret. Şiir de vapurla uzaklaşan oğluna kıyıdan salladığı mendil hükmündedir. (Sizi yormamak için alıntıların orijinallerini aşağıya, dipnota yazacağım ama metin içinde günümüz Türkçe’sine yapılmış çevirileri kullanacağım.) 

Kendi kalışını tasvir ediyor önce: “…Boğaziçi’nin köhne, / Eski, uçarı, ilgisiz, bezgin, / Belki cennet kadar taze, / Fakat yorgun ve usanmış, / Bir kıyısında sapmış, aldanmış…” (1)

Derken, Topkapı’dan eve Haluk’la birlikte yaptıkları bir yolculukta gördükleri çınarı hatırlıyor. “Enli boylu, vakur / Bir ağaç; hiç eğilmemiş, mağrur / Koca bir gövde; belki altı asır, / Belki ondan da fazla, dalgın, ağır, / Kaygısız bir ömür sürüp gelmiş; / Öyle serpilmiş, öyle yükselmiş / Ki civarında kubbeler, damlar / -Sanki yakarmak için secdeye yatmışlar- /Onu korkuyla gözler gibidir. / (2) Duyulan hep onun menakîbidir, / Görülen hep odur uzaklardan / Bu mehabetli (görkemli) gövde çırılçıplak / Ne yeşil bir filiz, ne bir yaprak…/ Kuruyor; ah, pek yazık! Şu derin / Şerha (yara) böğründe belki bir hain / Baltanın, öfkeli bir yıldırımın / zehridir…” 

Haluk’u bırakıp çınarla konuşuyor sonra Tevfik Fikret: “Söyle, ey çınar, bağrın / Hangi odlarla yandı? Hangi siyah / Kurt içinden kemirdi? Hasta, tebah (bitkin) / Seni kim şimdi bağlayıp saracak? / Kim şifalar verip de kurtaracak? / Şu dönen kargalar başında senin, / Söyle, bunlar mıdır zehirleyenin? / Söyle, ey muzdarib vatan, bildir: / Çektiğin hangi kanlı seyyiedir? (çiledir)”

Oğlunu yolculuyor sonra. Gerçekte öyle olmayacak ama Tevfik Fikret’in aklındaki dönüşlü bir gidiş. Ona, yani babasına değilse bile yurda dönecektir Haluk. Siparişlerini sıralıyor: “Sen bu konakta kalma, sıçra, atıl, / Bir ışık kervanı bul ve katıl. / Gez, dolaş, gör düşüncelerin evrenini, / -Her zaman yukarı, her zaman ileri!- Can atarak, güçten ve yaşamaktan (3)/ Ne bulursan al, bırakma: sanat, fen. / İtimat, itina, cesaret, ümit, / Hepsi gerekli bir yurda, hepsi müf’id (yararlı)… / Bize bol boş ziya kucakla, getir. / Düşmek etrafı görmemektendir.” 

Kendisinin olmasa da bir oğulu, üstelik aşağı yukarı aynı hissiyatla İstanbul’dan gitmeye ikna etmeye çalışan bir başka şair de Mehmet Akif’tir. Safahat’ın Altıncı Kitabı’nı teşkil eden Asım’ı, Eylül 1919’da tamamlar ve bütün şiir Asım adlı bir genci Berlin’e gitmeye ikna etmek üzere çatılmış bir hikâyeden ibarettir. Asım’ın Haluk’tan en büyük farkı, belki de avantajı, Mehmet Akif’in gerçek oğlu değil, kurgusal bir karakter olmasıdır. Şiirdeki karakterlerden biri olan ve Mehmet Akif’i de bir hayli andıran Hocazade’nin müderris babasının öğrencilerinden Köse İmam’ın oğludur Asım. 

Çanakkale’de savaşmış, gazi olmuş, dönmüş, kavgacı biri haline gelmiştir. Onun gençlik enerjisini hayırlı bir şeylere dönüştürmek için İstanbul’dan, yani çöküşün başkentinden uzaklaştırmak istemektedir Köse İmam. Çünkü Asım İstanbul’da kalırsa kâh işgalcilerle, kâh mahallede içki içen ya da karısını aldatan erkeklerle kavga edecek, yok yere ömrünü zindanlarda çürütecektir. Berlin’e gitmelidir Asım, çünkü: 

“İnkılabın yolu madem ki bu yoldur yalınız, / ‘Nerdesin hey gidi Berlin?’ diyerek yollanınız. / Altı ay, bir sene gayret size eğlence demek… / Siz ki yıllarca neler çekmediniz, hem gülerek! / Hani, bir ömre bedeldir şu geçen her gününüz; / Bir gün evvel gidiniz, bir saat evvel dönünüz. / Şark’ın ağuşu açıktır o zaman işte size; / O zaman varmanın imkânı olur gayenize; / O zaman dinlerim artık seni, Asım, bol bol.” (Bütün şiir boyunca konuşturmadı ya Asım’ı, onu diyor…) 

Uzatmaz artık Asım da, “Yarın akşam gideriz” der. Hocazade de uzatmaz, sanki bu kısa cevaba şaşırmış gibi, “Öyle mi?” diye sorar ve bitirir şiiri: “Berhudar ol!”

Mehmet Akif ve oğlu Emin

Aralarında var olduğu söylenen edebi kavga hâlâ sürüyor bu şairlerin. İkisi, iki farklı, rakip ve hatta düşman nesil projesinin müellifleri olarak biliniyorlar. İkisinin de çocuklarından ve memleketten duydukları hayal kırıklığını iliklerine kadar hissederek bu hayata veda ettiklerini biliyoruz. Belki de en ortak noktaları da bu. 

Diğer ortak noktaları ise, her nasılsa iki projenin de yolunun illa ki Batı’dan geçmesi. Biri 14 yaşındaki bir oğlan çocuğunu, diğeri Çanakkale Savaşı gibi bir “cehennem”den sağ çıkmayı başarmış bir delikanlıyı mutlaka dönmek, bu şiirlerde sipariş ettikleri bir şeyleri de beraberlerinde getirmek üzere yolculuyorlar. 

Sipariş listelerine dikkatlice baktığınızda nerede ayrıştıklarını görüyorsunuz, ama listenin büyük bölümünde uzlaşıyorlar. İlki, “bilim, sanat, güven, özen, yüreklilik, umut” sipariş ediyor, diğeri “marifet ve fazilet.” Yanlış okumadınız, Mehmet Akif, Asım’a, “bana müfrit de, ne istersen de, marifetten de cüda Şark, o faziletten de” diyor. Bana kalırsa bu söz başını ağrıtmasın diye de, faziletin ana vatanının şark olduğunu ve fakat sonra tabii ki bunun da unutulduğunu anlatıyor uzun uzun. “Sade Garb’ın, yalnız ilmine dönsün yüzünüz, / O çocuklarla beraber, gece gündüz, didinin; / Giden üç-yüz senelik ilmi sık elden edinin.” 

Mehmet Akif’in Asım’a nasihatleri, seneler sonra, 1960’larda kafileler halinde Almanya’yı yeniden inşa etmek üzere yola çıkacak Anadolu köylülerine devletin verdiği öğüt kitapçıklarında yazanlara pek benziyor. En nihayetinde her iki “baba” da oğullarından erdemli/faziletli mühendisler olarak dönmelerini bekliyor. 

Hülâsa, ne kadar rakip olsalar, birbirleriyle uzlaşamasalar, memleket ve çocukları için farklı geçmişler ve gelecekler hayal etseler bile iki çağdaş şairin oğullarına gösterdikleri istikamet aynı. Batı’ya gidilecek. Ve ülke, yani imparatorluk batsa, hatta işgâl altında olsa bile geri dönülecek! Neden? Çünkü o gençlere, onların gezip görmelerine, bilip öğrenmelerine, beraberlerinde getireceklerine ihtiyacı var ülkenin. Babaları böyle söylüyor. 

Şimdi gidenler

Parmaklarımı ağrıtan, dilimi yakan şeyin etrafında dönüp duruyorum, canım hiç sadede gelmek istemiyor. Ruşen’e anlatılan hikâyelerde ortak bazı noktalar var ki memleketin bu iki şairin tam 20’inci yüzyılın başında, günü gününe 9 yıl arayla yaptıkları tasvirlerde anlattıklarından bile kötü bir halde olduğunu gösteriyor. 

Bu defa gençler dönmek üzere gitmiyorlar. Dönmeyecek olan yalnız onlar değil. Çünkü birçoğunun asıl gidiş sebebi çocuklarını Türkiye’de yetiştirmek konusundaki isteksizlikleri. Ülkeye orada bir çocuk yetiştirecek kadar güvenmiyorlar. Dolayısıyla kendilerinden sonraki nesillerini de alıp gidiyorlar. Özellikle kız çocukları olanlar istemiyorlar ülkeyi. 

Çok büyük bir bölümü şu son seçime kadar düşünüyormuş aslında dönmeyi ama hemen vazgeçmişler, hatta biraz ortada kalmışlar. Yani umutsuzluklarında en az iktidar kadar muhalefetin de payı var. 

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

Ama daha önemli, çok daha önemli bir şeye dikkatinizi çekmek istiyorum: Bu insanlar, Haluk’un ve Asım’ın yaptığı gibi eğitim almaya, bir şey alıp geri dönmeye, babalarının/ülkenin/yurdun sipariş listesini tamamlamaya gitmiyorlar. Aksine, Tevfik Fikret’in ve Mehmet Akif’in sipariş listelerindeki tüm donanıma zaten sahipler ve o şeylere memleketlerinde yaşarken, bir süreliğine başka yerlere gidip dönerek sahip olmuşlar… Hem Fikret’in hem Akif’in düşünü gördüğü kuşaktan bahsediyoruz yani. Bir çoğu 30’larında eğitimli ve deneyimli profesyoneller. Gitmemek için direnmişler, aralarında bir gidip dönmüş olanlar da var. Hayatlarını memleketlerinde kurmak için çok mücadele etmişler. Ama sonunda her şeyi sıfırlamak pahasına vermişler gidiş kararını. Çocukları için, çocuklarının geleceği için gitmişler. 

Hayır, Türkiye insan kaynağını kaybediyor demiyorum. Türkiye’nin insan kaynağı tükenmez. Orası bir köprü coğrafya, bir kavşak. Daima kalabalık bir kavşaktı, gene öyle olacak. Başka bir şeye dikkatinizi çekmeye çalışıyorum. 600 yıllık bir imparatorluk, bitmek bilmez bir savaşlar dönemi ve ardından bir dünya savaşı tecrübesi yaşamış olarak çökerken kurtuluş çaresi diye hayal edilen şeyi kendisi gerçekleştirmiş bir Cumhuriyet, şimdi o şeyden vazgeçiyor. 

Tevfik Fikret’in Haluk’a ve Mehmet Akif’in Asım’a “gidin, bize şunları, şunları getirin” dedikleri her şey memleketin kendi bağında-bahçesinde bitmeye başlamış çoktan. Ama o bağa-bahçeye beton dikeceğim, olmadı altındaki kömürü çıkartıp yakacağım diye kurutuyor toprağı idare edenler.

Yıkılmakta olan bir imparatorluğun altında kaldıklarını hisseden iki şaire verdiği kadar bile umut vermiyor yani ülkeyi hal-i hazırda idare edenler ve o idarecilere sözüm ona muhalefet edenler bu ülkenin çocuklarına. 

’68 kuşağı sürgünleri de dönmüşlerdi, dönmek üzere sürgüne gitmişlerdi.’ 78 kuşağı sürgünlerinden de dönenler çok oldu. Üstelik o zamanlarda memleketin Batı’sında tutunmak, şimdi olduğundan çok daha kolaydı. Fakat şimdi gidenler, dönülecek, yani uğrunda kavga edilebilecek bir şey kalmadığı hissiyatındalar. 

Memleket aklının kaldığı yerdir

Gene de akılları orada, memlekette. O duyguyu biliyorum. Bir sohbet esnasında bir arkadaşım, başka bir arkadaşından duyduğu bir cümleyi aktarmıştı: “Evin içinde Türkiye’de, evin dışında Londra’da yaşıyorum” demiş arkadaşı ona. 

Bunu kendimden biliyorum. Özellikle Covid salgını yüzünden herkesin eve kapandığı dönemde, alışveriş için dışarı çıktığımda birkaç dakikamı alıyordu nerede olduğumu idrak etmek. Marburg’daydım o esnada ve 1799’da yapılmış, sonradan öğrenci kiracılar için modifiye edilmiş hırpanice bir kerpiç evde yaşıyordum. Aklımı korumak için Deli Dumrul çalışıyor, başımızın hep dertte olduğunu iyice bildiğim devletin hangi delikten çıktığı fikriyle uğraşıyordum kendimce. Elbette sürekli Türkiye’de olup bitenler izliyordum. Almanya hiç ilgimi çekmiyordu, çünkü sevdiğim, kendisi, hayatı için endişelendiğim herkes Türkiye’deydi. Kendime kural koymuştum. Hiç yoksa iki günde bir mutlaka çıkacaktım ama o kadar kasvetliydi ki sokak, çoğunlukla evde yiyecek bitene kadar çıkmıyordum. Çıktığımda nerede olduğum kafama dank ediyordu ve ağır bir şekilde sarsılıyordum. Salgından değil, o histen kaçmak için hemen eve yani kendi küçük Türkiye’me dönmeye can atıyor, ama bunun bir aldanma olduğunu, hiç de sağlıklı bir işaret olmadığını bildiğim için kendimi dışarda tutmaya uğraşıyordum. Hiç değilse birkaç saat daha sahiden olduğun yerde ol, diyordum kendime. Kasabanın merkezindeki tepenin etrafını bir kez daha turla, hadi bir kez daha. Sonra dönersin, acele etme, kal biraz dışarda diye diye yürüyordum yapabildiğim kadar.

İflas beyanı 

Tevfik Fikret’in oğlunun yani Haluk’un dedikodusu çok yapıldı bizim memlekette. Mühendislik okudu o çocuk, babasına verdiği sözü tuttu yani. Ama aynı zamanda Hıristiyan da olduğu için ülkeye hiç dön(e)medi. Asım zaten hayali bir oğlandı. Mehmet Akif, Asım’ın hikâyesinin devamını istediyse de hiç yazamadı. Kendi çocuklarından da pek hayır görmediği söylenir hep ama sonuçta İstiklal Marşı şairi olduğu için kimse o kadar dillendirmez ne olup bittiğini. 

Ülkeyi 21 yıldır sık sık onun tam da bu şiirinden mısralar okuyan ve hatta bu şiirin bir hatip olarak kariyerinde önemli bir yer tuttuğunu söyleyen bir siyasetçi yönetiyor. Tabii onun şiirden okuduğu mısralar Hocazade’nin değil, Asım’ın hiç değil -zaten yok gibi-, Köse İmam’ın tiratlarından ibaret. Bu koşullar altında memleket daha önce hiç vermediği türde bir göç veriyor. 

Kendi kaynaklarıyla yetiştirdiği, macerasının en başında başka yerlerden edinmeyi umduğu sipariş listesindeki her şeyle zaten donanmış çocuklarından vazgeçiyor. Köse İmam konuştukça ihtiyarlıyor ülke bir bakıma. Onun hayali gerçekleştikçe değil 100 yıllık bir Cumhuriyet’in, 600 yıllık bir imparatorluğun son günlerinde bile tecrübe edilmemiş türde bir umutsuzluk çörekleniyor insanların hayatlarına. 

Yok kendileri de biliyorlar, gidenler yalnız Tevfik Fikretgillerin çocukları değil. Hocazadelerin ve Köse İmamların çocuklarının da yaşamak istedikleri bir yer değil ülke. 

Asım ve Haluk nesil projelerinde iki ucu temsil ediyorlar, iki temel arketip… Geriye kalan nesil projeleri birine ya da ötekine yakınlığı üzerinden yer buluyor zihinlerde. Ve hepsi birden iflas etmiş durumda. Bu yüzden memleket bir müflis babalar ülkesi görünümünde. Ama tıpkı Dumrul’un hikâyesinde olduğu gibi, her biri için ayrı ayrı “dünya şirin, can tatlı”, asfalt köprüler altından akan sular kurumuş, kirlenmiş, çocuklar için ne kalacak ne gidecek yer kalmamış umurlarında mı? Her biri hâlâ, en çok da kendi evlatlarında yine kendi iflaslarından başka bir şeyi görememenin verdiği telaşla, çoktan ölüp pörsümüş düşlerini diri tutma uğraşında. 

TRT’nin Tabii’sinde bir Akif dizisi var. Birkaç fragman izledim, bazı alıntılar. Henüz tamamını izleyemedim çünkü TRT dizisi izlemek için VPN kurma fikrinden hiç haz etmedim. Dizinin fragmanlarından birinde genç bir adam Mehmet Akif’i limana çağırıyor. Bazı tahta sandıkları gösteriyor, eline bir manivela veriyor ve açmasını istiyor. Mehmet Akif tereddüt ediyor önce ama ısrar üzerine başlıyor açmaya. Sandıkların içinden gençler çıkıyor birer-ikişer. Meğer ülkeden gitmeyi, tabutu andıran sandıklarda yolculuk etmeyi göze alacak denli çok isterlermiş. Kahroluyor Mehmet Akif. Nasıl olmasın? En umutlu şiirinin -Asım öyle bence- sık sık devletin en yüce mevkiinden seslendirildiği bir zamanda, eğitimli-eğitimsiz genç nesillerin ülkeden gitmek için her yolu denemeye hazır olduğunu görse, gene kahrolurdu. 

Yok hayır, umutsuz biri değilim. Memleketin gene o çok kıymetli sürprizlerinden birini yapacağına eminim. Tarihi zıplaya zıplaya yaşıyor sanki bizim memleket. Sonra gene ilk zıplama noktasına dönüyor ama her dönüşte takılıp kaldığı düzeyin bir üstüne atlıyor can havliyle. 

Yazının başında sözünü ettiğim ve her biri memleketin tarih döngüsünde birer “zıplama”ya tekabül eden o üç güzel sürpriz yüzleştirdi iktidarın ve muhalefetin “baba”larını zamanlarının çoktan geçtiği, vadelerinin dolduğu hakikatiyle. Şimdi ellerindeki bütün güçle, takvimleri kendi zamanlarında sabitlemeye uğraşıyorlar. Olanca varlıklarından taşan kösnül şiddetin sebebi de bu. Bu beyhude işi sürdürmekte ne kadar zorlandıklarının en büyük delillerinden biri memleketin içinde bulunduğu, sürekli derinleşen buhran ise, diğeri de icat ettikleri siyasi dilin giderek pejmürdeleşmesi. 

Hal böyle iken, gene öyle olacak, biliyorum, tarih döngüsü içinde bir zıplayış daha tecrübe edeceğiz. Kim bilir nereden, nasıl çıkacak bunun için gereken siyasi enerji. Onu bekliyoruz hep birlikte. Ve gene biliyorum ki gidenlerin büyücek bir kısmının memleket haberlerine bunca kulak kabartmasının asıl sebebi, dönmek için bahane aramaları.

———

  1. “Bosfor’un köhne, / Köhne, âvâre, bî-haber, bî-zâr, / Belki cennet kadar tarâvet-dâr, / Fakat âlûde-yi kelâl ü kesel / Bir kenarında münharif, muğfel…”
  2. “— Ser-te-ser secde-gîr-i istiğfar — / Onu haşyetle seyreder gibidir.” 
  3. “Sen bu menhelde kalma, sıçra, atıl, Bir ziya kârbânı bul ve katıl. / Gez, dolaş, kâinât-ı efkârı, / — Dâima önde, dâima yukarı! — Pür-tehâlûk, hayât ü kuvvetten”