“Tarih bitti” derken, öyle bir çeyrek yüzyılla girdik ki yeni binyıla, ancak lunaparklarda olur: İkiz Kuleler’e 11 Eylül saldırısıyla açıldı perde. Afganistan ve Irak’ın ABD tarafından işgaliyle devam etti. Rusya Transnistriya, Abhazya, Osetya ve Kırım’ı işgal etti. “Arap Baharı” denilen toplumsal altüst oluşlar yaşandı. Libya’da Kaddafi devrildi. Irak’ın ardından, Libya ve Suriye’de de iç savaş çıktı. Derken görülmedik vahşetiyle IŞİD hortladı. Ülkemizde ve Avrupa’nın büyük kentlerinde cihatçı terör katliamları yaşandı. Azerbaycan, Ermenistan işgali altındaki topraklarını kurtardı. Çin Hong Kong’u boyunduruğu altına aldı. Sahraaltı Afrika’da zincirleme darbeler oldu. Nihayet, Rusya komşusu Ukrayna’yı işgal etti.
Türkiye, Suriye’ye girdi. Rus savaş uçağı düşürüldü. Ankara’da Rusya büyükelçisi öldürüldü. Darbe girişimi oldu. Rejim değişti. TSK MSB’ye bağlandı ama Genelkurmay Başkanları terfian Savunma Bakanı atanır oldu. Bir grup general, Genelkurmay Başkanı’na varıncaya kadar hapse atıldı. Onlar çıktı, başka generaller hapse konuldu. “Çökertme” adı altında Kürt siyasi hareketinin liderleri, yöneticileri, üyeleri siyaseten rehin alındı. Seçimle işbaşına gelen belediye başkanlarının yerine kayyumlar atandı. Tüm bu iç ve dış olağanüstü olayların tamamı ve daha fazlası, AKP ve Erdoğan iktidarı dönemine denk geldi.
Takılı kaldığımız meselelerin büyük kısmı kendi ev yapımımız. Onlar bir yana, bu mükemmel küresel fırtınanın ortasındaki seyir sırasında tümleşik ve tutarlı bir yana, anlamlı bir dış politika ve ulusal güvenlik politika kurabildiğimizi iddia etmeye olanak yok. Sınamaların ayırdına varmadığımız gibi, fırsatları da ıskalıyoruz. Durduk yere Rusya’dan S-400 almak gibi akıldışı öz-hatalar da yapıyoruz. Gelişmeler ivmelenerek üzerimize gelirken, “gerektiğinde oyun kurup, gerektiğinde oyun bozmak” gibi ipe sapa gelmez hamasi ifadelerle tavana sıkmayı yeğliyoruz. Ya da burnu yerde top sürüp, çalım çalım gidip taca çıkan, bal yapmayan arı misali eski usul yerli topçu gibi davranıyoruz. Güvenilir, öngörülebilir, ciddiye alınır, sözü merak edilir ve dinlenir bir paydaş olmaktan da epeydir çıktık.
Coğrafi bakımdan Türkiye, belki iki yumruğunu kulaklarının yanına doğru kaldırarak gardını almış bir boksöre benzetilebilir. Tarihsel olarak karşısında gardını aldığı başat hasmı Rusya’dır. Başka deyişle Türkiye’yi Batılı tanımlayan bu çekişmedir. İki savunma hattı artık pek çok ülkesi NATO’ya da üye olmuş Balkanlar ve diğeri de Kafkasya’dır. Geçmişimize sıkıştırılmış olarak baktığımızda, bu boksör 1877-78’de (I. Meşrutiyet’in hemen peşine) nakavtın eşiğine gelinceye dek dayak yediği rakibinin elinden, ancak 1952’de can havliyle sarıldığı NATO’nun gongu çalmasıyla kurtulmuştur. Buna karşılık, müttefiklerimiz Soğuk Savaş’tan çıkarken, burada Soğuk Savaş’ın bitmesine izin verilmemiştir. Şimdi, boksörün sanki bir cambaz gibi başının üzerinde bir de su dolu leğen taşımak durumunda olduğu, Rusya’nın Ukrayna’yı işgal ederek, fabrika ayarlarına geri döndüğünü dışa vurmasıyla anlaşılmıştır.
O “su dolu leğen” Karadeniz’dir. Malûm, II. Dünya Savaşı sırasında Hitler Almanyası’nın Stalin Rusyası’na saldırdığı haberi Ankara’da alındığında dönemin dışişleri bakanının sevinçten kalkıp zeybek oynadığı rivayet olunur. Bugünden geriye bakıldığında, belki bu defa Putin Rusyası’nın Ukrayna’yı işgale kalkıştığı haberi alındığında da için için benzer bir tepki verilebilirmiş. Sözünü ettiğim, dış politikanın buzdan soğuk mantığı içinde anlaşılmalı. Ve, bizde pek çoklarının ellerini ovuşturduğu gibi, Putin’in “Batı emperyalizmine” ders vermesini umarak değil. Aksine, Putin geri dönülemez biçimde Rusya’nın kuyusunu kazdığı ve Finlandiya’yı NATO üyesi yapıp, Ukrayna ile Moldova’yı da kaçınılmaz biçimde NATO’ya ittiği için. İşte sorun, o kafanın üzerindeki leğeni devirmeden filmin final sahnesine dek dengede tutabilmekte.
Böyle dış politika ahkâmları bize kenar süsü. Dar çapımızda şöyle bir harmanladık geldik madem, kendi tıknaz dünyamıza geri dönelim. Dışişleri Bakanı Fidan büyükelçiler konferansına hitabında (7 Ağustos), “Milli davamız Kıbrıs’taki duruşumuz açıktır. Kıbrıs Türklerinin egemen eşitliğinin ve eşit uluslararası statüsünün tescili temel politikamızdır” demişti. Arada Yeşil Hat’taki Pile köyüne yol yapmak tantanası yaşandı. Devlet Bahçeli kruvaze takım elbisesinin altına çizme giyip, elde tesbih Zeki Müren eşliğinde makam odasını arşınladı. KKTC Dışişleri Bakanlığı açıklamasında (22 Ağustos), “BMGK Konseyi üye ülkelerine, Kıbrıs’ta iki ayrı halk ve Devlet olduğu gerçeğini bir kez daha hatırlatır, bu gerçeğin kabul edilmesi ve saygı gösterilmesinin atılacak en doğru adım olduğunu vurgulamak isteriz” ifadesine yer verildi. Bunun tercümesi, asıl gerilimin veya burulmanın dışarıda veya dışarıyla değil, Ankara’nın içinde olduğu.
Dışişleri Bakanı Fidan Irak’a gitti. Bağdat’ta ve Erbil’de temaslarda bulundu. Irak Dışişleri Bakanı (KDP’li) Dr. Fuat Hüseyin’le ortak basın toplantısında, “Sincar ve Mahmur gibi Süleymaniye’nin de PKK işgali altında olduğunu” söyledi. Evsahibi bakan da iki ülke arasındaki petrol boru hattı sorunu için bir çözüm bulunmasını “temenni ettiğini (!)” dile getirdi. Bilemiyorum Sayın Fidan, kendi de Süleymaniyeli ve KYB’nin en eski kadrolarından olan Cumhurbaşkanı Abdüllatif Reşit tarafından kabulünde aynı iddiayı yineledi mi? Fidan daha sonra Erbil’de Irak Kürdistan Bölgesi (IKB) başbakanı Mesrur Barzani’yle ortak basın toplantısında “PKK virüsünü Irak’tan temizlemek” vurgusu yaptı. IKB’den yalnızca “Erbil” veya “Erbil yönetimi” diye söz ederek bu alanda zaten zengin olan terminolojiyi çeşitlendirmiş oldu.
Demek ki koskoca Türkiye Cumhuriyeti’nin Irak politikasının biricik odak noktası PKK. Terörle mücadele yüksek sesle salonda yapılamayacağına ve yapılmaması gerektiğine göre, bu vurgular da Kıbrıs dosyasında olduğu gibi içeriyi yatıştırmaya yönelik. Diplomatçılık oynanacaksa, içinde oynanacak sahanın çizgileri belli demek. Örnekse, Kürt ve Kıbrıs dosyaları o çizgilerin dışında. Hani vesayet bitmişti? İstirham ederim “devlet aklı” demeyiniz, kafamdan aşağı bir bidon benzin döker çakarım kibriti. Onun doğrusu “hikmet-i hükümet” ve yineleyegeldiğim üzere demokratik devletin aklı olmaz, hafızası olur yani arşivi bulunur. Yoksa herhalde Kerkük-Ceyhan boru hattı kapalıyken ve sözleşmesi 2025’te yenilenecekken; Irak Dicle-Fırat’tan salacağımız suya, biz ise ABD Doları’na muhtaç durumdayken çok başka hamleler geliştirilebilir, demir tavında dövülebilirdi.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Oysa kafalarda bir devrin “cihan hâkimi” Osmanlı’nın, “düvel-i muazzama” (“yedi düvel?”) karşısında düştüğü biçâre durumun anısı capcanlı. Geçmiş, bir türlü tarih olamıyor. İktidarın “dış güçleri” varsa, egemenlikçi-taşrasalcı muhalefetin de “egemen devletleri”, “emperyalizmi” var. O arada Rusya, Çin ve Hindistan BRICS’e* Suudi Arabistan’ı, İran’ı ve BAE’ni birlikte aldırdı. Çin, Suudi Arabistan ve İran arasında arabulucu rolü oynamıştı. ABD de yine Suudi Arabistan ile İsrail arasında “tanıma karşılığı uranyum zenginleştirmeye izin” temelli bir uzlaşıya öncülük yapıyor. Sanki başka bir dünya biçimleniyor. Ayrıca yapay zekâsıyla, quantum bilgisayarlarıyla, yayılan nükleer teknolojisiyle, fosil yakıtların terk edilmesiyle, iklim değişikliği ve onun hepten çığırından çıkaracağı düzensiz göçüyle, ayyuka çıkarak sürecek gelir dağılımındaki dengesizliğiyle, Afrika’nın göbeğindeki devletsiz alanda yeniden hortlamakta olan IŞİD 2.0 sürümüyle de. Küresel Batı’nın silahlı kuvvetleri ve istihbarat teşkilatlarıysa bir yandan bu sınamalara karşı kendilerini uyarlayıp, yeniden yapılandırmaya çabalarken, aynı zamanda hukuk devleti sınırları içinde hesap verebilir davranmak zorunluluğunun kısıtlarıyla da yüzleşiyor.
Bir açıdan bakıldığında, “yoksa uzun bir aradan sonra gerçek diplomasi küresel sahneye geri mi dönüyor?” diye sorulabilir. Ancak elde kalem-kağıt, olanın bitenin ardından, her şey olup bittikten sonra onun raporunu yazmak için koşuşturan ve bunda dahi yetersiz kalan bir diplomasi, hariciye yapılanması ve anlayışıyla o varsayılabilir geri dönüş de ıskalanır. Hiç denize açılmayabilirsiniz. Ama açılacaksanız, teknenin durumunu ve mürettebatın yeterliliğini bilmek ve sağlamak zorundasınız. Rotanızı doğru ve önceden çizecek, hava durumu hakkında sürekli güncellenen bilgi sahibi olacaksınız. Gideceği limanı bilmeyen tekneye, hiçbir rüzgârdan hayır gelmeyeceği belli. Zamanlama da önemli: Bazen buzlar tekrar donmadan demir almak zorunda kalabilirsiniz. Eğer teknenin halatları sıkı sıkıya iskele babalarına bağlı kalacaksa, açık denizde seyir halinde olduğunuza ancak kendinizi inandırırsınız.
Diyeceğim, biz gözlerimiz kendi göbek deliklerimize takılı “çukur kaz, çukur doldur”, her anda ve her yerde Kıbrıs’tı ve PKK’ydı diye tutturmuşken, çevremizde ve yerkürede tektonik denilebilecek nitelikte zemin kaymaları, dönüşümler yaşandı şu çeyrek yüzyılda ve yaşanıyor. Atalet ile teenni ve sürat ile telaş birbirlerinden farklı kavramlar. Söyleyecek sözü olmadığı (zira düşünmediği, öğrenmediği, bilmediği) için susmakla, soğukkanlılık ve sükûnet de aynı şey değil. Tarihimizi Payitaht Abdülhamit dizisinden öğrenip, dış politikayı da İlim Yayma Cemiyeti’nden filan tahsil edince, alana ayak basmayıp salonda tıkılı kalınca, yerdekini kafadakine uydurmaya çalışıp, görülen resim kafadakine uymuyorsa yine kafadakini yinelemekte ısrar edince, hurafeyi hafıza zannedince, açıkça tartışmaya kapalı olunca, hangi meralara bırakıldıysak, işte oralarda otlamayı sürdürür dururuz.
Soran olursa da arkamıza yaslanıp, enginlere dalarak “Türkiye Yüzyılı başladı azizim” deriz. Öyle ya, kısmetse önce “dostumuz Sayın Putin’le” görüşülecek; sonra 9-10 Eylül’de Yeni Delhi’de G20 Zirvesi ve 20-26 Eylül’de de New York’ta BM Genel Kurulu var. Meydan da bizim yani…
*22-23 Ağustos’ta Johannesburg’da yapılan BRICS zirvesinde sözkonusu üç ülkenin yanı sıra Mısır, Etiyopya ve Arjantin de topluluğa üye olmaya davet edildi.