Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ruşen Çakır’ın konuğu Caner Taslaman: Neden Müslümanım?

İslam’da felsefe var mı? İslam dini kimleri temsil ediyor? İslam’da kadının yeri nedir? Ruşen Çakır, konuğu araştırmacı Caner Taslaman ile değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Aliye Altınışık

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Stüdyoda konuğumuz Yıldız Teknik Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Caner Taslaman. Kendisiyle günümüzde, çağdaş dünyada İslâm’ı ve Müslüman olmayı konuşacağız. Hoş geldin Caner. 

Caner Taslaman: Hoş bulduk. Nasılsın? 

Çakır: Sağ ol. Sen nasılsın? 

Taslaman: Sağ ol. 

Çakır: Beş yıl önce seninle eski stüdyomuzda yayın yapmıştık. Bayağı da ilgi görmüştü. Sen ondan sonra da medyada bayağı bir çıkıyorsun, ama esas kendin yapıyorsun. Bayağı bir kitabınız var. Eşinle de yazdığın bir kitap var.

Taslaman: İslâm ve Kadın var.

Çakır: Onun dışında videolar yapıyorsun ve şöyle söyleyeyim — tanımı seviyor musun bilmiyorum ama: Modernist Müslümanların Türkiye’de en öne çıkan isimlerinden birisin.

Taslaman: Ben kendimi hiçbir zaman böyle tanımlamıyorum ve bunun nedeni şu: İki temel mantıksal hatâ olduğunu düşünüyorum. İlk olarak, gelenekten geleni doğruluğun kriteri olarak görmek, yani gelenekçilik. Gelenekçilik, târihsel süreçte bir şeyin paylaşılmış olmasını fikrî açıdan değerli bulan bir görüş. Meselâ Peygamberimize karşı Mekke putperestlerinin getirdiği eleştiri de, Peygamberimizin muptil (iptâl edici) olması, yani bir yerde geleneği dışlaması. Çünkü bir şey, dedelerin dedeleri tarafından uzun bir süre boyunca paylaşılıyorsa, o değerlidir, değil mi? Yani gelenekçilik, târihsel uzun süreçte paylaşılmayı doğrunun kriteri olarak görür. Bu hatâlı, çünkü târihsel uzun süreçte paylaşılmış olan birçok şey yanlış olabilir. İkinci bir yanlış ise bence moderniteyle geliyor. Modernite, özellikle ilerlemeci târih anlayışından kaynaklanan bir şey. Târihin her son döneminde gelen şeyin fikrî açıdan, bilgi açısından daha değerli olduğunu savunan bir görüş bu. Arkasında sosyal Darwinizm gibi –aman biyolojik Darwinizmle karıştırılmasın– felsefî akımlar da var. Bunlara göre, ne kadar son dönemde ortaya çıkan bir fikirse o kadar değerlidir. Meselâ Cumhuriyet’in ilk yıllarında kullanılan tâbirle, “Ne kadar asrîyse o kadar değerlidir” ve siz asrî olana uymuyorsanız, o kadar gericisiniz. Aslında belli kimselerin gerici nitelendirmesiyle kınanması da, son gelen fikrin en doğru fikir olduğu yanılgısını içinde barındıran bir şey. Ben bunları eleştiren birisi olarak kendimi hiçbir zaman için modernist olarak yorumlamam; fakat olay şuradan kaynaklanıyor: Şimdi benim savunduğum İslâm anlayışı daha Kur’an merkezli, geleneğe de eleştiri getiren bir anlayış. Kur’an’da açıklanmayan hususların insanlara bırakıldığını, insanların kendi içinde yaşadıkları târihin dönemine, kültürlerine göre onu doldurma imkânlarını veren bir anlayış. Meselâ 2-3 tâne somut örnek verirsem ne demek istediğim anlaşılır. Meselâ benim İslâm anlayışıma göre, müzikte hiçbir sorun yok. Niye? Çünkü Kur’an’da müzikle ilgili bir yasak yok. Veyâhut da şöyle ceket, kravat giymekte, benim tişört giymemde hiçbir sorun yok. Bunlar bu topraklardaki bir geleneği yansıtmıyor. Bunlar bir yerde moderniteyle, küreselleşmeyle dünyaya yayılmış giyim tarzları. Kur’an’da “Erkek şöyle giyinmelidir, böyle giyinmelidir” diye bir mecbûriyet olmadığı için, “Bu iki tip kıyâfetin giyilmesinde bir sorun yok” diyorum; “Giyilmesi iyidir” demiyorum ama. Bu yüzden savunduğum fikrin moderniteye adaptasyonu daha yüksek. Moderniteden gelen her şeyin inkâr edilmesini gerektirmiyor. Bunu gözlemleyenler, bunu “daha modernist” diye nitelendirebiliyorlar. Çünkü moderniteden gelen unsurlara adaptasyonu yüksek. Ama bu adaptasyonun yüksekliği, moderniteden geleni daha doğru kabul etmemden değil, Kur’an’da açıklanmayan hususları herkesin kendi içinde bulunduğu dönem ve çağa göre yorumlama imkânının verilmesinden kaynaklandığını savunuyorum.

Çakır: Şimdi burada şöyle bir husus var: Öteden beri, ben İslâmcılık çalıştığımdan beri, meselâ hep İslâm adına konuşan ya da İslâm üzerine konuşan birtakım insanlar, genellikle günün getirdiği sorular ve sorunlara cevap vermeye çalışır. Hattâ en gelenekçiler bile bunu dert edinir. Şimdi, Neden Müslümanım? (İstanbul Yayınevi, 2020) kitabına baktığımız zaman, “İslâm inancının delilleri” diyorsun ve “Deizme cevap” diyorsun. Şimdi detayına girmeyelim, ama delil göstermek meselâ tam bugünün gençlerinin soracağı bir şey. Deizm de özellikle son dönemde gençlikte ve hattâ muhâfazakâr âilelerin çocuklarında yaygınlaştığı söylenen bir şey. Dolayısıyla sen burada —ilk yapan sen değilsin tabiî ki de– bugün açısından bakıldığında özellikle gençlerin dinle ilgili kafa karışıklıklarını dert edinip onlara bugünden konuşuyorsun.

Taslaman: Evet, onu yapmaya çalışıyorum. Fakat şunu söyleyeyim: Bana göre de günümüzde karşımıza çıkan soruları ele almak, onları cevaplandırmak lâzım — özellikle tabiî günümüzdeki modern bilimden gelen verileri… Çünkü onlarda bana göre epistemolojik açıdan daha bir ciddîye alınır unsurları var. Günümüzde ortaya çıkan kravatı veya tişörtü giyip giymememiz epistemolojik açıdan bir tehdit, bir soru değil. Basit bir yorumla bunların olabileceği gösterilebilir; ama bilimden gelenler, evrenin târifinde, canlıların târifinde bir yenilik getiriyor. Onları özellikle ciddîye alıp birçok şeye bence cevap vermek lâzım. Bu açıdan ben modern bilgiyi, özellikle bilimden gelen bilgiyi ve modern felsefedeki tartışmaları çok önemsiyorum. Fakat şunu da söylemem lâzım: Modern durumun ortaya çıkardığı sorunlarla ilgilensem de, kendi çağında ortaya çıkan sorulara cevap vermek, İslâm düşünce geleneğine aslında çok içkin bir şey. Meselâ bütün kelâm ekolleri –ister Ehlisünnetinkileri alalım, Şiileri alalım, Mu’tezile zâten öyledir– hepsi kendi döneminde ortaya çıkan sorulara cevap vermeye çalışmıştır. Kendi döneminde meselâ bir Hıristiyanla karşılaşmıştır, Hıristiyanlara karşı kendi dönemine göre delillerini sunmuşlardır. Kendi döneminde o dönemin dinsizlerine karşı cevap vermişlerdir. Aslında dinsizlik deizm. Tabiî deizmin terminoloji olarak kullanılması, yaygınlaşması Türkiye’de yeni bir şey; ama târih boyunca peygamberlik müessesesini reddedenler var. O dönemde de meselâ Kelâmcılar bunlara da cevap vermeye çalışıyor. Yani dinsizliğe karşı cevap vermeye çalışmak veya kendi döneminde çıkan sorunlara cevap vermek İslâm düşüncesindeki birçok alanla –ama özellikle de kelâmla– çok iç içe bir alan. Fakat şöyle bir sorun var –ben de doktoramı İlâhiyat Fakültesi’nde yapan, kelâmcı dostlarımla, diğerleriyle çok iç içe olan biriyim– Türkiye’deki ilâhiyatçıların büyük kısmının bence yaptığı hatâ şu oldu: Kelâmcıların rûhunu buraya taşımak yerine –çünkü Kelâmcıların rûhu, kendi döneminde çıkan sorunlara cevap vermek üzerine inşâ edilmişti–, geçmişteki Kelâmcıların ne yaptığını aktarmak üzere çalışmalarını kurdular — hepsini demiyorum, ama büyük bir kısmı. Yani Kelâmcılık yapmadılar, Kelâm târihçiliği yaptılar. “Mu’tezile şunu yapmış”, “Hâriciler bunu yapmış”, ”Eş’arî bunu demiş”, “Mâtürîdî bunu demiş”te daha çok kaldılar. Bugünle ilgili karşınıza bir sorun çıkıyor; diyelim ki evrenin başlangıcıyla ilgili bir Big Bang var, meselâ benim doktora konum olan evrim teorisi var, veyâhut da diyelim ki fıkıhçılar açısından tüp bebek yapmak var.

Çakır: Yapay zekâ var. 

Taslaman: Yapay zekâlar var. Yani bunlarla ilgili biz ne diyeceğiz, ne yapacağız, ne edeceğiz? Bunlarla ilgili konuşmak, bunlara karşı tavırla ilgili bir felsefe, İslâmî açıdan bunlarla ilgili bir sorun olup olmadığıyla ilgili bir analiz bence geçmişin târihçiliğini yapmaktan daha faydalı olacaktır. 

Çakır: Bir akım aslında bu, başka isimler de var. En çok nelerle uğraşıyorsunuz? Anladığım kadarıyla deistlerle ya da ateistlerle tartışıyorsunuz, ama esas olarak İslâm’ın farklı yorumlarına sâhip olanlarla bir kavganız var.

Taslaman: Kabaca dörde ayırabilirim kendi tartışmamı ve her biriyle ilgili ayrı ayrı yazdığım kitaplar var. Şimdi, birinci olarak, inandığım fikirleri temellendirmeye kalksam, ben birinci adımda karşıma çıkan sorunun “Allah’ın varlığı” olduğunu düşünüyorum. Karşımdaki bir kişi Allah’ın varlığına inanmıyorsa, İslâm’ın içindeki bir hükmü onunla tartışmayı gereksiz bulurum. İnanmayabilir bir şahıs. Yaptığım çalışmaların önemli bir kısmı Allah’ın varlığı konusuyla ilgili. Tabiî, “Allah’ın varlığı” konusu deyince, modern bilimde ortaya çıkan teoriler Allah’ın varlığı açısından ne getirdi gibi şeyler var. Birinci alanı bu görüyorum. Meselâ Allah’ın Varlığının 12 Delili (İstanbul Yayınevi, 2015) adlı kitabım var. Modern teorilerle ilgili yüksek lisans tezim, Big Bang ve Tanrı: Big Bang’e Göre Bilim, Felsefe ve Dinler (İstanbul Yayınevi, 2013). Doktora tezim: Evrim Teorisi, Felsefe ve Tanrı (İstanbul Yayınevi, 2016). Doçentliğimde, kuantum teorisi, felsefe ve din ilişkisi üzerinden kitaplarım var (Kuantum Teorisi, Felsefe ve Tanrı, İstanbul Yayınevi, 2010). Bunlar daha çok Allah’ın varlığı ve Allah’ın evrene müdâhalesi gibi konularla ilgili kitaplar.

İkinci çalışma alanım, diyelim ki bir kimse Allah’ın varlığına inandı. “Neden İslâm’a inanmam lâzım?” diye bir sorusu var. Meselâ adam, “Hıristiyanım, Allah’a inanıyorum” diyor olabilir veya kendini deist olarak nitelendirir. “Allah’a inanıyorum, dine inanmıyorum” diyebilir. Veyâhut da New-Age’ci bâzı akımlara kapılıp, “İslâm’la sorunum var, Allah’a inanıyorum” diyebilir. Onlara da Neden Müslümanım? kitabını yazdım. Elindeki kitap, bu ikinci aşamayla alâkalı. Şimdi, diyelim ki bir kimse, “Allah’a inanıyorum. İslâm’a inanıyorum” dedi. Burada üçüncü bir soru çıkıyor karşımıza: Nasıl bir İslâm? Burada ilmihal kitaplarını daha ön plana çıkartan, hadis kitaplarını daha ön plana çıkartan, “Ehli hadis” diyebileceğimiz görüşlere karşı benim buradaki tavrım, Kur’an metnine daha bir ayrıcalıklı yer verilmesi gerektiği yönünde. “Kur’an metnine güvenildiği kadar diğerlerine güvenilemeyeceği” gibi bir anlayışı savunuyorum. Yani diğerlerine daha eleştirel davranıyorum. Mesela Kur’an metninde “Müzik haram değil” demiyor diye “Müzik haramdır” diyenlere karşıt bir eleştiri getiriyorum. Veyâhut da kadınla ilgili meseleler çok tartışma konusu. Kur’an’ın hiçbir yerinde kadının hayata aktif olarak katılmasına; siyâsette, kültürde, ticârette yer almasına; yani toplumsal güç alanlarında aktif olmasına hiçbir engel olmadığını savunuyorum. Çünkü Kur’an’a baktığımızda bununla ilgili en ufacık bir engel yok. Hattâ Peygamber’in hayâtıyla ilgili referanslara baktığımızda, ilk dönemde kadınların hayâtın her döneminde aktif olduğu gözüküyor. Mesela üçüncü soruda buna benzer şeyleri savunuyorum İslâm’ın içinde. Yani üçe ayırıyorum. Fakat bence dördüncü bir alan da çıkıyor ortaya. Dördüncü alan da şu: “Allah varmış, din varmış, bana ne?” diyen çok geniş bir kesim var. Felsefî literatürde buna “apateizm” denir; yani “Allah’la dinle hiç ilgilenmiyorum” görüşü. “Var veya yok beni ilgilendirmez” diyor; o kadar ilgilenmiyor ki ret bile etmiyor veyâhut da “Allah’a inanıyorum” derken bu konulara ciddî anlamda hiçbir önem vermeyenler var. Yani varoluşsal açıdan bu konuların ciddiyetine bence vâkıf olmayan da geniş bir kesim var ve Pew anketlerine falan baktığımızda bâzı sorularla bunlar açığa çıkıyor. Bu kesim yüzde olarak dünyada oldukça yüksek, Türkiye’yle sınırlı değil. Hem İslâm dünyasında, hem de Amerika ve Avrupa’yı merkez alırsak Hıristiyan dünyada, dine hayâtında merkezî bir rol vermeme, yani hayatta dine referanslarını azaltma anlamında sekülerizm –bunu laiklikle aynı anlamda kullanmıyorum– çok yoğun bir görüş. Bâzen bununla ilgili de bir şeyler yazıyorum. Meselâ benim en son kitabım Ruhun Yedi Çığlığı da (İstanbul Yayınevi, 2022) onunla alâkalı. Varoluşsal açıdan hayâtının anlamı açısından Allah’a, âhirete inancın ne kadar çok şey değiştirdiğiyle ilgili. O yüzden ben böyle kabaca dört alanda olduğunu söyleyebilirim çalışmalarımın. Yani İslâm içi tartışmalara girmek, “Nasıl bir İslâm?” sorusu, benim ilgilendiğim alanlardan sâdece bir tânesi. 

Çakır: En hayâtî alanlardan birisi o herhalde. Çünkü Türkiye’de insanların “İslâm” deyince aklına gelen ilk isimlerin söylediklerine, yapıp ettiklerine baktığımız zaman, meselâ kadın üzerine ya da başka konularda söylediklerine baktığımız zaman, şunu rahatlıkla diyebilir insan: “O Müslüman ise, Caner Taslaman nedir?” Bunu herhalde siz de yaşıyorsunuz…

Taslaman: Tabiî hocam, dediğin doğru. En çok bu kesim gürültü çıkarıyor. Şimdiye kadar, demin saydığım dört maddeyi ayrı ayrı savunanlarla Türkiye’de canlı yayınlarda çok tartıştım. Hattâ rahatlıkla söyleyebilirim ki, ateistlerle canlı yayında benim kadar tartışan Türkiye târihinde kimse olmadı. Hattâ yapılan toplam tartışmaların çoğu benim yaptığım kadar yoğun geçmedi. Örneğin, ateist görüşünü savunan kişiler, Örsan Öymen, Ayşe Hür, Kerem Cankoçak, adlarını unuttuğum birçok fizik hocasıyla tartıştım. Ancak bunların birçoğu, Cübbeli Ahmet gibi karşılıklı video çekerek yaptığımız tartışmalar veya Ebubekir Sifil ile yaptığımız tartışma kadar ses getirmedi. En son olarak, bence oldukça başarılı bir tartışma olarak Ali Nesin hocamızla yaptığımız tartışma internet üzerinde oldukça ilgi gördü. Ancak, dediğiniz gibi, Ebubekir Sofuoğlu veya Ebubekir Sifil ile yaptığım tartışmalar kadar yankı uyandırmadılar. Diğerleri daha fazla dikkat çekiyor diyebilirim. Ancak benim için her iki alan da önemli. Hiçbir zaman İslâm içi yapılan tartışmaların daha önemli olduğunu söylemiyorum. Aslında akademik çalışmalarım büyük ölçüde İslâm’ın diğer inançlara, ateizme ve deizme cevap vermesi üzerine odaklanıyor. Bence tüm bu alanlar önemlidir. Ancak, dediğiniz gibi, bu alan çok önemlidir. En önemlisi bu mu? Bunu savunan birisi olursa ve “İslâm’ın nasıl anlaşılması gerektiği sorusunu en önemli” derse buna da îtiraz etmem. Ancak ben bu dört alanın da önemli olduğuna inanıyorum.

Çakır: Meselâ şimdi çok güncel bir hikâye var. En son iki Ebubekir’i de saydın. Onlardan Sofuoğlu, yine üstüne vazîfe gibi, voleybolcuların şampiyonluğuna lâf etti. Şimdi, hakîkaten böyle bir derdi var mı insanların? Bir de tabiî ki çok daha ciddî bir mesele: Eşcinsellik meselesi ve İslâm. Herhalde en çok sorulan sorulardan birisi budur, değil mi?

Taslaman: Evet, tabiî, şöyle diyeyim: Kur’an’da eşcinselliğin fiilî uygulaması –yani eşcinsel eğilim olması ayrı bir konu, insanın karşı cinse bir eğilimi de olur ama diyelim ki o biriyle evlidir, berâberlikleri zinâ olacaktır, canı ister ama yapmaz–, fiilî olarak eşcinsellik uygulaması İslâm’da haramdır. Yani bu çok açık. Ama ben olayı şöyle düşünüyorum: Bir voleybol maçında, kimin eşcinsel olup olmadığı işin doğrusu beni hiç ilgilendirmiyor. Buna da şöyle bir örnek verdim. Bizim futbol takımımız dünya üçüncüsü oldu. Ben orada “Bu çocukların acaba zinâ yapanı var mı? Bunlardan birisi geçmişte birine tecâvüz etmiş mi? Bunlardan birisi bankada fâiz yiyor mu?”… Hiç bunları merak etmedik. Kimse de merak etmedi. Hiç böyle bir şey gündeme gelmedi. Kim gündeme getirdiyse bunu, tamâmen gereksiz bir şey. 1-2 kişiyle ilgili bir olay –ki bence o 1-2 kişi için de gündeme gelmesi gereksiz– malzemecisinden antrenörüne bütün voleybol takımını bırakıp, sâdece 1-2 kişi üzerinden bütün voleybol takımını konuşmak, voleyboldaki başarıyı bir kenara bırakıp cinsel hayatlarını konuşmak bence orada elde edilen başarıya karşı büyük bir saygısızlık. Bence onların ne yaptığı hiç kimseyi ilgilendirmez.

Çakır: “Haram” dedin de, ben meselâ –sen de tanıyorsundur illâki–, kendini hem Müslüman görüp hem de eşcinsel yönelimi olan çok insan tanıdım. 

Taslaman: Gayet normal. Şimdi, namaz kılmayan Müslüman, içki içen Müslüman, bir rüşvet yiyen kendini Müslüman olarak nitelendirebiliyor. Veyâhut da ne bileyim? Ticârette birçok katakullisi olan kişi, kendini Müslüman olarak nitelendiriyor. Bunlarda hiç sorun görmüyorsak, “O onun günahı, o günahı keşke olmasaydı” diyorsak, birisi kendini eşcinsel olarak nitelendirildiğinde neden Müslüman olmasın? Yani eşcinsellikle ilgili şöyle yanlış bir yaklaşım var: Sanki eşcinsellik günahlar üstü, en büyük günah. Kur’an’da “günahlar üstü büyük günah” diye tek bir şey nitelendiriliyor, o da Allah’a eş koşmak. Allah’a eş koşmayı Allah bir tek affetmeyeceğini söylüyor. Bunun dışındaki diğer günahlardan, Allah, dilediğini affedeceğini söylüyor. Şimdi biz hepimiz, içki içenin Müslüman olmasını yadırgamıyorken, ticârette birçok hatâsı olanların, tefecilik yapanın Müslüman olmasını yadırgamıyorken… Yadırgamıyoruz derken, kendi içinde bir çelişki olarak görüyoruz bunu. Çünkü Kur’an’da hem îman, hem amel, uygulamalar önemli. Ama en azından Müslüman olarak şunu biliyoruz: Amelinde katılmadığımız bir şey olana da, “Senin îmânın bozuktur, yanlıştır” diyemeyiz. Onu yargılayacak olan Allah’tır. Bir kişi kendini Müslüman olarak nitelendiriyorsa, ben onu eşcinsel de olsa, fâiz de yese, içki de içse, ne yaparsa yapsın Müslüman olarak nitelendiririm. Zâten hangimiz kusursuzuz? Hepimizin hatâları var. Ama birisi bana, “Eşcinselliğin fiilî olarak uygulanması İslâmî açıdan haram mıdır?” diye sorarsa, “Haramdır” derim. Ama yani gidip de o kimseyi tekfir etmem için bir sebep değildir bu. 

Çakır: Felsefe konusuna gelelim. Mâlûm, geçenlerde Mustafa (Öztürk) Hoca burada, “Yoktur” dedi. “İslâm ve felsefe olursa, ikisi birden yoktur” dedi. Sen de felsefe hocasısın ve İslâm içerisinden konuşuyorsun. Bu çok eski bir tartışma, biliyorum ama, çok şaşırtıcı bir şekilde… 

Taslaman: Mustafa (Öztürk) hocamı da Cübbeli Ahmet’le aynı noktada buluştuğu için tebrik ediyorum yani. Ne yapayım? Sonuçta aynı noktada buluştular. Şimdi, felsefe nedir evvelâ? Millet felsefenin ne olduğunu tam anlamadı. Felsefe, temel konular üzerine ciddî bir şekilde akıl yürütme anlamına gelir. Burada “ciddî” ifâdesi, sistematik bir şekilde, yüzeysel olmayan bir yaklaşımı ifâde eder. Mümkün olduğunca sistematik, tutarlı ve analitik bir şekilde farklı fikirlere eleştirel bir yaklaşımı içeren düşünce faaliyetine felsefe denir. Başka bir deyişle, felsefe, aklı çalıştırmaktan başka bir şey değildir. Şimdi iki açıdan bakabiliriz. Birincisi, Kur’an’daki konuların ne kadar felsefeyle alâkalı olduğu ve Kur’an’ın aklı çalıştırmaya ne kadar ehemmiyet verdiği açısından. Burada rahatlıkla ifâde edebilirim ki, yüzlerce Kur’an âyetinde farklı fiillerle akıl kullanımına vurgu yapılır. Örneğin Kur’an’da Yunus Sûresi 100. âyette, “Aklını kullanmayanların üzerine Allah pislik yağdırır” şeklinde bir uyarıda bulunur. “Aklınızı çalıştırırsanız pisliğe boğulursunuz” diyen Cübbeli Ahmet’le Mustafa sallıyorlar — Mustafa’yı aynı yere koymayalım tabiî. Cübbeli Ahmet gibi düşünenler, aklı çalıştırma faaliyetinin, bilimsel bir yaklaşım benimseyenlerin kendi ulu gördükleri şeyhlere bağlılığını zedeleyeceğini savunurlar. Cübbeli gibi kişiler, bir şeyhe tâbi olmayı ve onun öğrettiklerini sorgulamadan uygulamayı, İslâm’ı en mükemmel şekilde yaşamanın yolu olarak görür.

Şeyhin dediklerini sorgulamaya başladığınız zaman bu sürecin kopma ihtimâli var. Bu yüzden, bu sistematik yapıyı zedeler düşüncesiyle, Cübbeli gibi düşünenler –Cübbeli Türkiye’de en tanınmış figür olduğu için o diyorum– “Aman aklını çalıştırma” diyor. Aslında “Aman aklınızı çalıştırmayın” dediği, “Sizin yerinize birileri düşünür” demek. Yani “O aklını çalıştırsın” demek istiyor, “Şeyhler, kutuplar, mehdiler, kendini asrın müceddidi görenler çalıştırsın” demek istiyor. Bir kısım da şunu demek istiyor: “İslâm’ın akılla ilişkisi yok. Sâdece kültürdür. Akılla İslâm çalışılsa, ben yani gerçek anlamda Müslüman olurdum, İslâm’a sâhip çıkardım. İster beğenirsin, ister beğenmezsin”. Yani İslâm’ın reddini, İslâm dışında kalmayı, akılla İslam’ın alâkası olmayınca bir mes’uliyeti olmayacağı fikrini savunmak için dile getiren, “Bu işler akılla olmaz fikri” var. Ama dediğim gibi, Kur’an’ın metnine baktığımızda, bu tamâmen yanlış, defalarca “Aklı çalıştırın” diye referanslar var. Bir de sonra biz konuları alalım, meselâ felsefede karşımıza çıkan konuları… İslam’ın nasıl felsefeden uzak olabileceğini öyle düşünelim. Meselâ Kur’an başlangıçlı ve sonlu bir evren târif ediyor bize. Burada “Aklı çalıştırma faaliyeti” derken, sırf felsefe değil, o “Aman aklı çalıştırmayın!” diyenler, hem Cübbeli, Mustafa gibi, hem felsefeye hem bilime İslâm’da yer olmadığını söylüyorlar. Sorsanız îtiraz etmeyeceklerdir. “Akıl ve bilimin aslında dinle ilişkisi yok” demeye çalışıyorlar. Orada sırf akıl yürütme değil, deneysel ve gözlemsel bilimin de dinle alâkası olmayacağını söylemeye çalışıyorlar. 

Oysa Kur’an, yani sırf akıl çalıştırmaya değil, evrende gözlemler yaparak bundan sonuç çıkarmaya da yine yüzlerce âyetiyle dikkat çekiyor. Şimdi, akıl ve bilim açısından alalım. Kur’an başlangıçlı ve sonlu bir evren târif ediyor birçok âyetinde. Meselâ 1920’li yıllarda Big Bang teorisiyle yine böyle bir başlangıçlı sonlu evrenle ilgili bir târif ortaya çıktı. Bu hem fiziğin, hem fizik felsefesinin konusu. Bunu geçmişte Kindî ile Gazalî gibi İslâm düşünürleri, “Hudûs Delili” başlığı altında savundular. O dönemde Kindî ile Gazzâlî’nin döneminde gözlemsel ve deneysel bilimin sonuçları olmadığı için, oldukça soyut akıl yürütmelerle, matematik felsefesi, zaman felsefesi alanına giren akıl yürütmelerle –bence oldukça başarılı bir şekilde– evrenin bir başlangıcı olması gerektiğini anlayabildiler. Hattâ o kadar başarılıydılar ki, evrenin başlangıcının zamânın da başlangıcı olması gerektiğini de anlayabildiler — ki bu, Einstein’ın yine 1900’lü yılların başında daha bilimsel şekilde gösterdiği bir şeydi. 

Onlar felsefî argümanlarla buraya varmışlardı, Tanrı’nın evreni yarattığını göstermek için kurdukları argümanlardı. Şimdi “Hudûs Delili” bunu geçmişte gösterdi. Deneysel, gözlemsel bilimin verileri yok. Biz bugün şimdi bunlara sâhibiz. Evrenin başlangıcı meselesi fizik felsefesinde tartışılıyor, Big Bang’le entropiyle ortaya çıkmış. Şimdi nasıl Müslüman bununla ilgilenmez? Veyâhut da ahlâk alanı: Müslüman’ın ahlâkla nasıl ilişki kuracağı. Tamam, ahlâkî yasalar var, ama Allah olmazsa ahlâkî yasaların ne kadar meşrû olduğu sorusu. Meselâ bir Müslüman için felsefenin bu alanı nasıl önemsiz olabilir? Hele ki, çok çok önemli bir alan, benim meselâ şu kitabımda (Ruhun Yedi Çığlığı) daha çok ele aldığım alan, hayâtın anlamını İslâm’ın verip vermediğiyle ilgili, geçmişte Kierkegaard’lardan, Jean-Paul Sartre’lardan, Nietzsche’lerden, daha birçok felsefecinin tartıştığı alan — ki bunların her biri tartışırken Allah’ı işin içine sokup tartışıyorlar. 

Kierkegaard Allah’a inandığı için hayâtın anlamını vereceği bir ontoloji çiziyor, ama Nietzsche ve Sartre da, “Allah olmazsa hayâtın anlamı olmayacağı” ifâdelerini söylüyorlar. “Allah yok, o yüzden hayâtın anlamı yoktur” demeye getiriyorlar. “Biz bir anlam kuralım, üst insan oluşturarak” diyor Nietzsche. Sartre başka bir şeyler diyor. Ama baktığımızda, hayâtın anlamıyla Allah’ın ve âhiretin ilişkisi, felsefe târihinde bu kadar tartışılmış bir konu, nasıl İslâm’dan uzak olabilir? İslâm, Allah inancıyla, âhiret inancıyla, hayâtın anlamıyla ilgili birçok şey söylüyor. Varoluş felsefesinin verileri, bunlar nasıl İslâm’la bağdaştırılmadan sofistike bir şekilde insanların zihin ve anlam dünyalarına hitap edebilir? Bunu söyleyenler bence ne söylediklerini bilmiyorlar. “İslâm’a boşverin, çok önemsemeyin” demek için, birisi de “Şeyhlere tâbi olun, o sizin yerinizde her şeye karar verir” demek için söylenmiş sloganlar bunlar. 

Çakır: Peki, şunu söyleyeceğim: Sen bayağı popüler bir isimsin ve tahmin ediyorum ki, gerek sosyal medyadan, gerek doğrudan, çok sayıda insan sana bir şekilde ulaşıyor. Özellikle gençleri merak ediyorum. Çok şey soruyorlardır ama, sana gelen sorularda en çok neyi merak ediyorlar? Bu “deizm” meselesi gerçekten devletin saptadığı, raporlarına geçmiş bir şey. Neyi en çok merak ediyorlar? Ki günümüzde birçok şeye çok daha kolay ulaşabiliyorlar. Bilgiye, yoruma, her şeye ulaşabiliyorlar.

Taslaman: Doğru. Hocam deminden beri konuştuğumuz bütün meseleler…

Çakır: Basit soru olarak…

Taslaman: Basit soru olarak, şimdi şöyle diyeyim: Bu dört alanın dördüyle de ilgili her seviyeden insandan soru geliyor. Meselâ üniversite mezunu biri daha çok böyle deizmle ilgili soruyor değil; hayır, onlar da fıkıhla ilgili bir şeyler soruyor. Üniversite mezunu bir hanım da, “Ya, ben kadınım, gitar çalsam sorun olur mu?” diye bir soruyla gelebiliyor meselâ. 

Çakır: Olur mu?

Taslaman: Olmaz tabiî. Söylemesinde de sorun olmaz. Gitar çalmasında da sorun olmaz. Yani böyle bir soru gelebiliyor. Bir yerden bakıyorsunuz, oldukça “hardcore” felsefî sorular geliyor. Meselâ diyelim ki “Allah’ı kim yarattı?” sorusu. Meselâ benim internette var, evvelden “Allah’ı kim yarattığı” sorusu. Baktığınızda, izlenme oranının yüksekliğinden de o konunun ne kadar ilgi çektiğini görebiliyorsunuz. Deizm tabiî çok gelen sorulardan biri. Ama deizm daha çok İslâm’ın nasıl temellendirildiğiyle ilgili. Kimi zaman direkt ateizmle de alâkalı sorular geliyor. Meselâ benim doktora konum evrim teorisi olduğu için, bir Müslüman için evrime inanmanın sorun olup olmayacağı bana çok gelmiş sorulardan biridir geçmişte. Şöyle diyeyim: Her insanın kendi kafasında takıldığı nokta neresiyse, daha çok sorular onunla ilgili geliyor. Bu alanların her birine takılan insanlar var. Bir kısmı baştan Allah’ın varlığına takılırsa onu soruyor. İnanan birçok insan da kendi mantığını nasıl kuracağını merak ediyor, onunla ilgili soruyor. Bâzı insanlar için de güncel uygulamalar çok önemli oluyor. Bir yerde çalışmak, müzik yapıp yapmamak. Bana heykel fakültelerinden olup da, “Heykel yapmamızda bir sorun var mı?” diye mesaj atanlar oldu, ressam olup da yazanlar oldu. Tabiî onlara da İslâmî açıdan bunlarda bir sorun olmadığını, ancak tapılırsa heykelde bir sorun olacağını, heykel yapmada bir sorun olamayacağını söyledik. Yani hepsiyle ilgili sorular aldım ve hâlâ alıyorum, yıllardır alıyorum, sosyal medyam da var. Yani sonuçta toplam tâkipçim, bütün hesaplarımı toplasanız milyona geliyor. Yani her birinden ayrı ayrı konular geliyor.

Çakır: Şuna dikkat ediyorum: Özellikle siyâsî konulara girmemeye çalışıyorsun; ama siyâset dinle çok fazla iç içe — yıllardır hep böyleydi, tüm dünyada böyle, Türkiye’de de böyle. Din hep siyâsetçilerin ağzında ya da dindarlar siyâsete giriyor vs.. Buradan nasıl sıyrılabiliyorsun? 

Taslaman: Ben meselâ ateizme cevap verme konusunda, bilim-din ilişkisi konusunda yaptığım çalışmalarda kendime göre bir iddiam var. Türkiye’de de baktığımızda, master, doktora, doçentlik, profesörlük çalışmasının hepsini bilim-din ilişkisinde yapmış, dünyada bu konuyla ilgili çalışan ünlü kimselerle berâber konferans yapmış, belgesel yapmış, kitap yazmış az kişi var Türkiye’de. Şimdi ben bu konuda iyi olduğumu, millete bir faydam olabileceğini düşünüyorum ve faydam olabileceğini düşündüğüm konular üzerinden bir çalışma yapmaya uğraşıyorum. Ama meselâ Türkiye’de, diyelim ki ben AK Parti lehine bir şey söylesem, yani milyonlarca anti-AK Partici var, beni dinlemek istemeyecek. Veya tam tersi, anti-AK Parti olsam, AK Partililer dinlemek istemeyecek. Benim bir kere güçlü bir siyâsî görüşüm de yok. Siyâsette beğenmediğim hususlarla ilgili karşı alternatif bir düzenim, alternatif savunduğum bir model ve bir parti falan da yok. O yüzden benim iddiamın olmadığı bir alanken siyâset, kendimin iddialı olduğu konulardan vakit çalıp da ona aktarmayı düşünmüyorum. 

Çünkü siyâsetle ilgili iddialı bir görüşüm yok her şeyden önce. On milyonlarca kişi Türkiye’de siyâsetle ilgileniyor, bunun kavgasını yapıyorlar ve siyâset çok önemli. Benim doktoralarımdan biri de aslında siyâsal bilimlerde bu arada. Siyâsetin çok da önemli olduğuna inanan biriyim; ama herkesin her şeye girmesine gerek yok. Bir de ben kendimi biliyorum. Ben eğer ki siyâsi konulara girsem, oturup da bir partiyi komple beğenme, bir partiyi beğenmeme yerine, birisinin doğru yaptığını söyleyip öbürünün de öbür tarafta doğru olduğunu söylemek durumundayım. Diyelim ki, bir nükleer santral meselesi gündeme gelecek. Diyelim ben nükleer santralleri destekliyorum. Niye nükleer santralleri desteklediğimi söyleyeceğim. Yarın öbür gün diyelim ki yeni bir kanun gelecek kadınlarla ilgili, onunla ilgili fikrimi söyleyeceğim. Onunla ilgili açıklama yapmak zorundayız. Bunların her birine karşı bir sürü cevap, îtiraz gelecek. Her îtirazda bir daha cevap vereceksiniz. Bir partiyi fazla eleştirdiğinizde, o partinin yaptığı iyi şeyleri de gördüğünüzde objektif olmak adına bu olumlu yanları da kabul ettiğinizi ifâde etmelisiniz. Siyâset, her gün değişen birçok dinamiğe sâhip bir alandır. Siyâset, sizi içine çeken ve çok vakit kaybettiren bir alan olabilir. Bir kara delik gibi… Bu nedenle, kişisel gelişime ve daha faydalı olabileceğiniz diğer konulara odaklanmak önemlidir. Siyâsete olan ilgi ve merakı olan milyonlarca insan zâten bulunuyor. Bir de ben kendimi siyâset-üstü falan görmüyorum, yanlış anlaşılmasın, ben siyâset dışıyım.

Çakır: Bu radikalizm meselesi bir ara çok daha fazla gündemdeydi. Son dönemde biraz azaldı; ama meselâ El Kaide, IŞİD vs.. Bunların hepsinin de referansı çok sıkı bir şekilde İslâmiyet. Bu birçok insanı oraya çekebildiği gibi, birçok insanı da İslâm’dan uzaklaştırıyor herhalde. 

Taslaman: Elbette.

Çakır: Hele bir de İslâm dışı olan kesimlerin İslâm’a bakışlarını da çok ciddî bir şekilde daha da menfî, negatif kılıyor. Bununla ilgili konuşulacak bir şey siyâsî olmak zorunda değil mi? 

Taslaman: Ben şimdi IŞİD’le ilgili birçok program yaptım, farklı televizyon kanallarında. Çok sevilen programlar oldu. Hattâ o kadar ki IŞİD’in ölüm listesine bile aldılar. Ama ben o programları yaparken sonuçta IŞİD hakkındaki fikirlerimi söyledim. IŞİD ile ilgili görüşlerimi söyledim. Bir de global siyâsetle ilgili, İslamofobiyle ilgili konulara giriyorum. Ben güncel siyâsetin mümkün olduğunca dışında kalmaya çalışıyorum ki çalışmalarımdan pay kapmasın diye. Yoksa IŞİD’le ilgili, El Kaide’yle ilgili, bunların yaptıkları eylemlerde birçok görüşümü söyledim. Bir tâne örnek vereyim: Fransa’da bir karikatür yapıldı diye saldırı oldu. Meselâ o dönemde televizyon programlarına çıkanlardan bir tânesi bendim. Oradaki verdiğimiz örnekler şuydu — Kur’an âyetlerini gösterdik: Kur’an’da Müslümanlarla alay edileceği geçiyor; diyor ki: “Sen buna karşı sabredersen…” Tabiî ki biz bunu kınayacağız. Ama bunları öldürmek için bir gerek yok. Kur’an’da, Kur’an’la alay edenlere bile, İslâm’la alay edenlere bile, “Onların bulunduğu ortamdan uzaklaşın” deniliyor. Ezanla alay edenlere, “Onlar câhildir” deniyor. Hiçbir yerde, “Bu ezanla alay edenleri al, kılıç sapla, al bir ok onlara at, kafasına taş vur” demiyor. Yani Kur’an’da dinle alay edenler geçiyor ve bunlar Medine dönemi âyetleri, Müslümanların daha güçlü olduğu dönem. Mekke dönemi olsa, “Müslümanlar istese de bir şey yapamazlardı” diyebilir birisi; ama bunlar Medine dönemi âyetleri. Bu alay edenlere karşı hiçbir fiilî hareket yok. El Kaide’yle IŞİD’e eleştiri getirirken… meselâ bu saldırıyı, emin değilim de, galiba El Kaide ya da IŞİD yapmıştı.

Çakır: El Kaide yapmıştı.

Taslaman: Meselâ böyle bir eleştiri getirdik. Sonuçta Kur’an’da alay edenlere karşı bu tembih edilirken, sen, “Ben Allah’tan daha Allahçı olacağım, İslâmcı olacağım” gibi böyle bir tavır benimseyip böyle bir eylemde bulunamazsın. Bulundun da ne oldu? Uyduruk, üç kuruşluk karikatürleri bir milyon kişi görecekken, internetten “Şu karikatür yüzünden oldu” diye 100 milyonlarca izlenmesine sebebiyet verdi. Yaptığın şey, İslâmî açıdan bir fayda da getirmedi, artı, Kur’an’daki metinle de uymuyor. Ben meselâ buradan eleştirimi yaptım. Meselâ El Kaide veya IŞİD, eylemlerini yaparken, bunların İslâm’la alâkalı olmadığını, bunların sonuçta fıkıh kitaplarında, hadis kitaplarında geçse de Kur’an’a aykırı olduğunu açıklamaya çalıştım. 

Çakır: Burada aklıma hemen şu geldi: “Gerçek İslâm bu değil” lâfı. Birçok kişi tarafından bu kullanılıyor. Bunu kimsenin söyleyebilme hakkı var mı? Ya da nasıl? 

Taslaman: Bunu herkesin söyleme hakkı var; ama sonuçta herkesin de Kur’an’ın şu âyetine göre hareket etmesi lâzım: “Onlar ki sözü dinlerler, en güzeline uyarlar.” Sonuçta biz, hiç kimsenin ağzını kapatamayız. İslâmî açıdan tek ayrıcalıklı kişi vardı: Hz. Muhammed. Dini getiren, onun ağzından dinin duyulduğu kişi. Kur’an, Hz. Muhammed dışında ikinci bir ayrıcalıklı kişiye işâret etmez. Yani “Hz. Muhammed’den sonra şuna uyun, Hz. Muhammed uykudaysa, istirahatteyse veyâhut da şehirde değilse şuna uyun” gibi bir âyet yok. Bu da şu demek: Hz. Muhammed’in vefâtından sonra bu ümmet karârını alacak ve hiç kimse Allah’ın özel gönderdiği bir kul değil. Biz sonuçta aklımızı kullanacağız, İslâm adına farklı yorumlar çıkıyor. Evet, Kur’an Allah’ın kitabı, Kur’an’dan herkesin anladığı veyâhut da İslâm’dan herkesin anladığı eşit değerde değil. Hiçbirimize de vahiy gelmiyor. Ben sonuçta bir kitap yazıyorum, “Bu vahiy eseridir” demiyorum. İnsanlar da dinleyecekler ve kendi fikirlerini oluşturacaklar. Her şeyin bir sahtesi, her şeyin bir yanlışı olur. Basit birkaç örnek vereyim: Siyâset, demokrasinin iyi bir rejim olduğunu söylüyor, fakat siyâset adına ne saçmalıkları savunanlar vardı dünyada. Kuzey Kore modelini savunanlar da vardır ve daha neleri savunanlar vardır. Siyâsette birileri saçma modeller savunuyor diye biz daha demokratik yapının olmasını bir kenara mı atıyoruz? Veyâhut da bilimde düz dünyayı savunanlar var hâlâ. Amerika’da var, Türkiye’de var. Bilimde sahte yanlış bir şeyler savunuluyor diye dünyanın yapısıyla ilgili delilleri anlatmaktan vaz mı geçiyoruz? Başka birçok alanda örnek verebiliriz. Her alanda saçma ve yanlış bir şeyler savunan olması mümkün olduğu gibi, Allah insanlara özgü irâde verdiyse din seçiminde, din adına ortaya çıkıp konuşanların da saçma bir şey söylemesi mümkündür ve ne yazık ki bolca da gerçekleşmektedir. Ama yani buradaki çözüm, saçma konuşanları susturmak değil, herkesin konuşmasına imkân vermek. Sağlıklı akıllar, sağlıklı vicdanlar, farklı görüşler içinden doğrularını seçecektir diye ümit ediyoruz. 

Çakır: Bu kitabın son bölümünde de var: Kur’an’ın korunmuşluğu ve matematiksel ölçü. Bu benim ilk gazeteciliğe başladığım yıllarda Edip Yüksel ile berâber tanıştığım 19 meselesi. Sen de onu sâhipleniyorsun. 

Taslaman: 19’la ilgili çok tartışmalı şey var diye onlara girmedim. O kitapta olanlardan örnek vereyim. Bu kitapta kısaca şunu yapıyorum: Neden Müslümanım? Çünkü Kur’an’ın evreni anlatışı var, fizikle ilgili anlatışı var. Kur’an’ın canlıları anlatışı var. Kur’an’ın târihle ilgili söyledikleri var. Kur’an’ın hayâta verdiği anlam var. Hz. Muhammed’in târihte gerçekleştirdiği büyük rol var. Bu saydıklarımın her biri birer başlık. 

Bu başlıklardan bir tânesi de Kur’an’ın korunmuşluğu ve içindeki matematiksel ölçü. Şimdi Kur’an’ın içine baktığımızda, belli kelimelerin kullanımında matematiksel ölçü olduğunu görüyoruz. Meselâ meşhur bir örnek vereyim: Kur’an’da 365 kere “gün” kelimesi geçiyor ve “Ay” kelimesi de meselâ 12 defa geçiyor. “Günler” kelimesi çoğul olarak 30 defa geçiyor. Astronomide olanlarla Kur’an’da olanlar arasında ciddî bir uyum var. Bâzen şöyle bir îtiraz geliyor, diyorlar ki: “Kur’an’ın dikkat çektiği şey, Güneş’ten ziyâde Ay üzerinden yapılan hesaplardır. Ay takvimi 354 gün” diyorlar meselâ.

Burada söylediğim şeylerden birisi şu oluyor: Kur’an hem Ay’ın hem Güneş’in hesap ölçüleri olduğunu söylüyor. 365, takvimin ölçüsü olmadan da değerli. Niye? Çünkü Güneş merkezdeyken Dünya etrâfında bir tur attığında, kendi etrafında 365 kere döndüğü için, Güneş’e göre 365 farklı gün oluşuyor. Bunu takvimin ölçüsü almasanız da astronomiyle alâkalı bir şey. Ay takvimindeyse olan şey şu: Dünya, Güneş’in etrâfında tur atarken Ay da dünyanın etrafında tur atıyor. Dünya, Güneş’in etrâfında döndüğünde Ay takviminde 12 tâne ay oluşuyor, bu 354 gün içinde. Güneş takvimi bunu temel alıyor. Şimdi burada enteresan olan şeylerden biri meselâ şu: “Ayların sayısı 12” diyor Kur’an’da, 12 kez geçiyor “ay”. Kur’an’daki “ay” kelimelerin arasında kalan “gün”ler, 354 tâne, yani ilk “ay” kelimesinden son “ay” kelimesinin geçişine kadar 354 kere “gün” kelimesi var. Burada söylemek istediğim şey şu: Kur’an’da astronomideki belli şeylerle kullanılan kelimeler arasında bir uyum var. Meselâ benzetme olarak diyelim ki hece ölçüsü var, 12’lik hece ile yazılmış diyelim meselâ bir şiir. O şiirden kaybolan bir kısmın bulunması için hece ölçüsü bir kriterdir. 

Şimdi, Kur’an’ın içinde de belli kelimelerin ahenkli kullanılması, eğer ki Kur’an metni bozulsaydı gidecekti. Dünya ve âhiret kavramları birbiriyle ilişkili kullanırken Kur’an’da iki kavram da 115 defa geçiyor. Melek-şeytan birbirleriyle ilişkili kavramlar olarak kullanırken ikisi de 88 defa geçiyor. 

Çakır: Meselâ 88’in anlamı ne? 

Taslaman: 88’in bir anlamı yok, belki de bir anlamı vardır. Ama burada önemli olan, ilişkili bu kavramlar. İkisi de bir ölçüyle geçiyor, birbirine denk geçiyor. Ayrı ayrı yerde melek, ayrı ayrı yerde şeytan geçiyor, kimi yerde berâber geçiyor. Ama iki kavram arasında ilişki kurulmuş. Baktığınızda sonunda bu kavramlar birbirine eşit çıkıyor. Bu da Kur’an metnine rastgele ilâveler, rastgele eksiltmeler yapılsaydı bu ahengin bozulabileceğini gösteriyor. Bence Kur’an’da kelimelerin ahenkli kullanılması, Kur’an metninin gayet iyi korunduğunun göstergesi. Merak edenler için onların listeleri kitapta var.

Çakır: Evet baktım, tablolar var.

Taslaman: Ücretsiz PDF’i internette var. canertaslaman.com’dan isteyen indirebilir.

Çakır: Eyvallah, bayağı bu konuda başlı başına bir şey yapmışsın. Çok teşekkürler Caner.

Taslaman: Ben teşekkürler ederim. 

Çakır: Sağ ol. Evet. Prof. Caner Taslaman’la “Neden Müslümanım?” sorusunu sorduk. Kendisiyle güzel bir yayın oldu. Teşekkür ediyoruz. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.