Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Edip Yüksel ile Sohbet

Ruşen Çakır ile Edip Yüksel, Türkiye’deki dinî hayatı ve İslamî hareketlerin krizini konuştu.

Yayına hazırlayan: Cenk Narin 

Merhaba, iyi günler. Konuğumuz Edip Yüksel. Edip Yüksel’le sohbet edeceğiz. Edip Yüksel Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşıyor, ama yakın zamanda yaşadığı şehri değiştirdi. Arizona’dan Ohio’ya geçti, Cincinnati’de. Merhaba Edip.

Edip Yüksel: Merhaba, merhaba Ruşen. Çok eski arkadaşımsın sen. 

Seninle 1982 yılında 12 Eylül’de Selimiye Kışlası’nda, cezâevinde üniversite sınavında tanışmıştık. 3 yıl sonra gazeteci oldum ben. Sen de “19 mûcizesi”yle karşımıza çıktın, kitaplarınla. O zamandan bu zamâna sürekli görüşüyoruz ve Medyascope’un ilk yayınlarından birisini seninle, benim o sırada Habertürk’teki odamda yapmıştık ve başlığını “Edip Yüksel’le muhabbet” koymuştuk. Hâlâ izleyenler var. Bu sefer “Edip Yüksel’le sohbet” dedik. Edip, konuşacak çok şey var. Olabildiğince özet konuşalım diyorum. Çünkü farklı farklı konulara girelim istiyorum. Ama öncelikle şu şeyi bir anlatsana: Sen Arizona’da çölde yaşayan birisiyken, birdenbire Ohio’ya geldin, Cincinnati’ye geldiniz âilecek. Bir işler peşindesin. O işi hızlıca bize bir özetlesene.

Yüksel: Ben 60 yaşına kadar, Amerika’ya geldiğimden beri, felsefe okudum, hukuk okudum. Part-time felsefe profesörlüğü yaptım — 23 yıl. Bu arada kitaplar yazdım. Benim asıl full-time işim aktivizm. İnandığım mesajları insanlara iletmek — özellikle İslâmî reform konusunda. Başka şeylerle de uğraştım. Bir süre hukukla da ilgilendim; hukuk firmasında çalıştım bir süre. Ondan sonra danışmanlık yaptım; ama son zamanlarda, 3-5 yıl önce ben ortaokul, lise günlerine döndüm. Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde 19 yaşındayken düşündüğüm bir proje vardı. Tabiî ondan önce çok başka projeler de vardı. Hiçbirisine patent almayı beceremedim. Ne ona fırsatım oldu, ne param oldu. Birçok şeyi düşünüyordum. Bir bakıyorum, 10 yıl sonra, 15 yıl sonra markette görüyorum. Ben askerliğimi yaparken, orada askerliğim sakıncalı piyâdeydi. Yarısından sonra askerliğim tamâmıyla değişti. Orada “atışsayar” diye bir şey yaptım. G-3 şarjörlerinde 20 mermi vardı. O 20 mermiyi sayan elektronik bir şey yaptım. Çok basit bir şeydi, ama harikaydı. Çünkü gerçekten mermileri sayıyordu. Kara Kuvvetleri Komutanlığı’ndan emir geldi; çünkü benim bölük komutanı bir şey anlamıyordu. Mektup yazdım Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na bunu anlattım. Dedim “Basit bir dijital saati alıyorum. Onun çıkışını alıyorum. ‘Dakika değişmez’ ayarındayken iki çıkışı birbirine dokundurursan, her birisi bir dokundurmayla atlıyor. Bunu kovanın çıktığı deliğin yanına koysan, her bir kovan çarpışında devreyi kapatacak ve o sayıyı atlatacak. Çok basit bir şey. Hem ucuz, hem güvenilir, hem de mevcut G-3’lere bir mıknatısla rahatlıkla adapte olabilir. Neyse onlardan emir geldi. Beni Amasya’ya davet ettiler. Onlar beni subay sanmışlar. Alay komutanının huzûruna çıktım. Dedi “Sen çavuşu atladın, üsteğmeni atladın, yüzbaşını atladın, beni atladın, tuğgenerali atladın, Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na yazıyorsun. Nerede?” dedi. “Vallahi, İstanbul’a giderken bir ara tâtil vardı, orada” dedim. “Bu gece yapacaksın. Yarın Amasya’ya gidiyorsun. Tuğgeneral istiyor” dedi. Neyse o gece onu yaptım. O arada da mesâfe tahmin cetveli yapmıştım. Bize böyle saçma sapan yöntemler öğretiyorlar mesâfe konusunda… 

Edip, biliyorum senin hikâyelerin bitmez, ama seninle İslâm konuşacağız. 

Yüksel: Amerika’ya gelişimde de… yani her şeyini kaybetmişim, cebimde para yok. Zâten eşimi istemeye giderken 5 dolar para vardı cebimde, ufak bir çiçek aldım. Şimdi onu yapamam. Neyse, o zaman da bir şeyler îcat ettim — oyuncak vs.. Buranın en büyük oyuncak fabrikası almak istedi; ama birileri bana yanlış tavsiye verdi, çok fazla peşin para istetti. Onu da kaybettim. Bundan sonra bıraktım, buluş yapmaktan vazgeçtim. Çünkü yapsan bile onu patentleyecek param yok. Yani 15-20 bin dolar tutuyor. Fakat sonra 19 yaşındayken düşündüğüm “yürüyen hızlandırılmış yol”u düşündüm. İnceledim patentleri. Bir baktım hâlâ patent mevcut. Düşün ki, arada 40 yıldan fazla geçmiş. 1976 yılında, ODTÜ’de zâten ben ancak bir sömestr okudum makine mühendisliğini. Oradan öğrendiğim değildi, ortaokul ve lisedeyken öğrendiklerimle… ve patentler aldım birkaç tâne. Benim oğullarım o zaman San Francisco’daydı. Biri Apple’da çalışıyor, diğeri de Silicon Valley’de avukattı. İkisi bana telefon ettiler, bundan 3-4 yıl önce. Dediler ki: “Baba, senin patenti inceledik. Biz bunu start-up şirket hâline dönüştürmek istiyoruz.” —“Vallahi, iyi bir şey. Bana kalsa ölür gider, teoride kalır. Aferin, çok iyi bir fikir” dedim. “Ama biz işimizden istifâ edeceğiz” dediler. Dedim: “Çok kötü bir fikir, sakın ha!” Çünkü yüzde 15 ihtimal veriyorum. Benim bilmediğim çok şey var, mühendis değilim ve bilmediğimi bilmediğim daha çok şey var; fakat beni dinlemediler. İkisi de işlerinden istifâ ettiler. Çok iyi para kazanıyorlardı ve biriktirdiklerini de buna harcadılar. Birkaç 100 bin doları buna sermâye olarak koydular ve şu anda konsepti kanıtladık. Sâdece o değil, alfa-beta prototipi yaptık ve birkaç milyon dolar sermâye verildi bize yatırımcılar tarafından ve şu anda gama yapıyoruz. Burada bir havaalanına pilot çalışma yapıyoruz. Mevcut yolların 10 katı hızlı gidecek. Sâdece havaalanları için değil; ileride şehir merkezleri, kısa mesâfe şehir merkezlerinde, birkaç millik mesâfe çapında kullanılacak bir şey. Çok büyük ilgi var. 

Anladığım kadarıyla zengin olma ihtimâlin var. Senin hayallerin de vardır. Ne yapacaksın zengin olursan?

Yüksel: “Çok pis zengin” olma şansım var bu yaştan sonra. Sâdece zengin değil, milyoner değil. Zâten şu anda milyoner oldum. Şirketin değeri yaklaşık 20 milyon dolar, ama kısa bir zamanda, pilotu yaptığımız vakit, şirketin değeri 100 milyonlara ve milyarlara gitme şansı çok yüksek. Onun için “pis bir zengin” olursam, inşallah, Birleşmiş Milletler var ya? Birleşmiş Milletler kuruldu, çok iyi bir adımdı. İki dünya savaşından sonra ülkeleri bir araya getiriyor, devletleri. Ama devlet liderleri halkların en kötüleri oluyor genelde. Sofist, demagog… onlar halkı kandırabiliyorlar ve genellikle “ülkelerin, ulusların çıkarları” deniyor, yoksa bütün insanlığın çıkarları değil. Senin ulusunun çıkarı diğer ulusunkiyle çelişiyorsa, ne yaparsın? Onun için benim hayâlim şu: Birleşmiş barışseverler oluşumu kuracağım. Devletleri by-pass yapıp dünyanın her ülkesindeki barışseverleri bir araya getiren bir enstitü kuracağım. Genelde her ülkede kötü insanlar çoğunluktadır, benim iddiam bu. Çoğu insan ahlâksızdır. Kendini düşünür, bencildir, savaşçıdır, azgındır. Eline imkân geçse başkalarını ezer, sömürür, işgal eder. Ama bunlar sâdece kendi ülkelerinde çoğunluk, diğer ülkelerdeki kendileri gibi azgınları, dincileri, ırkçıları sevmezler. Çünkü evrensel değil, bölgeseldir ve çatışmacıdır. Kendi ülkelerinde çoğunluktur; ama dünya çapında azınlık olmaya mahkûmdur — ırkçılar, dinciler, azgınlar. Ama barışseverler her ülkede yüzde 20 bile olsa, bazı ülkelerde Avrupa’da yüzde 30-40’a varanlar var. Bütün dünyadaki insanları kardeş bilen, savaşları bitirmek isteyen, sosyal adâlete inanan bu insanlar dünyada sâdece yüzde 20-30 da olsa dünyada en büyük kütledir. 

Dünyayı kurtarmadan önce, gel istersen Türkiye’yi ve İslâm’ı, Türkiye’deki Müslümanları kurtaralım. Onu anladım çünkü: Sen, Allah için, ilk tanıdığımdan beri hep aynısın. Her konuda söyleyecek çok uzun uzun cümlelerin var. Ama mümkün olduğu kadar çok şey konuşalım istiyorum Edip. Bana kalsa baş başa saatlerce seni dinlerim. Ben seni tanıdığımda çok sıkı şerîatçıydın cezâevinde. Sonra “19” meselesiyle birlikte bambaşka bir çığır açtın. Çok olaylar yaşadın, âilenden, çevrenden vs.. Sonuçta kendini nasıl tanımlıyorsun an îtibâriyle? Yani Müslüman mı diyorsun, modernist Müslüman mı diyorsun, ne diyorsun?

Yüksel: Ben bir bakıma dünyanın en mutlu ikinci insanı olarak kendimi tanıyorum. Gerçekten yaşadığım çok sıkıntılar var; ama o sıkıntılara karşı da kendim için bir dünya, zihnimde bir dünya, ayrı bir âlem üreterek o sıkıntılara karşı mücâdele verdim. İşkence yaptıkları dönemde bile ben matematik problemleri çözmeye çalıştım. Geometriyle uğraştım zihnimde, Allah’ı andım ve böylece o işkencenin acısını bir bakıma müthiş şekilde azalttım. Benimle birlikte aynı koşullarda yatan arkadaşlar kafalarını duvarlara vuruyorlardı, bileklerini kesiyorlardı ve orada kendi ürettiğim cennette, Rabb’imin yardımıyla ürettiğim cennette yaşıyordum. Norşin’den Arizona’ya adlı kitabımda anlatıyorum. Yani o açıdan optimist bir tarafım var ve bir de büyük nîmetlere kavuştum. Düşün ki, ben Amerika’ya geldiğimde sıfırdım, arasaydım bulamazdım. Allah bana dünyanın en güzel, en iyi kadınını nasip etti, çok güzel çocuklar verdi, hamdolsun. Severek yaptığım işim oldu. Onun için benim kendimi tasvir etmek için iki şeyim var: Rasyonel monoteistim. Dinim de barışçılık. Türkçe barışçılık, Arapça İslâm. 

Kur’an’da anlatılan İslâm seküler bir din olmasına rağmen, bunu îmanla karıştırdılar ve bu îmânı da Sünnîlik veya Şiîlik îmânı hâlinde dejenere ettiler, bunun dünyaya egemen olması şeklinde. Hayır, öyle bir şey değil. Benim kendi inancımı, kendi felsefemi, îmânımı başkasına dayatmaya, ülkeler fethederek bunu dayatmaya hakkım yok. Böyle yaparsam firavun gibi olurum, kâfir olurum Kur’an’a göre. Ama maalesef karıştırıldı bunlar. Onun için bana göre bir Sünnî, Müslüman olabilir, eğer azgınlıktan, başkalarına dayatmaktan vazgeçerse. Bir Hıristiyan, Müslüman olabilir; bir Yahudi, Müslüman olabilir; bir ateist, bir agnostik, Müslüman olabilir. Müslümanın Türkçesi barışsever olabilir. Dünyayı barış ülkesi hâline getirmek zorundayız. Bütün elçilerin de çağrısı buydu. Bütün elçiler İslâm yani barışa çağırdılar insanları. Dikkat ederseniz Kur’an’da en çok eleştirilen iki şey var: Biri şirk, Allah’ın affetmeyeceği günah. Ve en büyük günah da, suç da bir başka insanı öldürmektir. Sen azgın olarak öldürüyorsun. Meselâ kendini savunurken, maalesef istemeyerek bir başka insanı öldürmek zorunda kalıyorsun. Çünkü kendi canını, âileni, çocuklarını korumak istiyorsun — o istisnâ. Başkasını öldürmek en büyük suç ve nitekim ademoğlunun çocuklarının ilk işlediği suça örnek olarak da kardeşini öldürmesi gösteriliyor, bu önemli. Rasyonel monoteistim felsefî olarak; ama dünyada diğer insanlarla olan ilişkilerimde barışseverim. Savaş endüstrisine karşıyım. Düşün ki, dünyanın modern devletleri, bilim ve teknolojide o kadar ileriler, o kadar üniversiteleri profesörleri var; ama bütçelerinin korkunç bir bölümünü, örneği ABD bütçesinin 1 trilyonunu başka insanları katletmeye yatırıyor. 

Edip, Türkiye’yi çok yakından tâkip ediyorsun, bir süredir gelmediğini biliyorum — gelemediğini daha doğrusu. Çok yakından tâkip ediyorsun. Türkiye’de genelde dinî hayâtı ve özel olarak da tabiî ki İslâmî hayâtı ve Müslümanları nasıl yorumluyorsun, nasıl değerlendiriyorsun, nasıl buluyorsun? 

Yüksel: Ben Tayyip Erdoğan’ı çok şiddetli, hiç sözümü esirgemeden eleştiren birisiyim; ama son zamanlarda yanlış yaptığımı da anladım. Ya, bana ne? Halk bunu istiyor. Herkes buna müstehak. Hattâ muhâlifler de buna müstehak olarak görüyorum. Çünkü onların da savundukları birçok şey var. Türkiye, ırkçılık ve dincilikten kurtulmadıkça bu düzelmez. Lâyık olduğunuz şekilde yönetilirsiniz. Onun için ben bu konudaki tavrımın gerçekten tutarsız olduğunu gördüm. Ben kimin adına konuşuyorum? Adam bana hakaret ediyor. Ben “Dünyanın en büyük sarayı Türkiye’de” dediğim vakit, ağzı açlıktan kokan adam tutup sarayı savunuyor. Bana ne? Ben burada rahatım. O açıdan artık fazla girmek istemiyorum o topa. Fakat Türkiye’de iki şey var, iki hastalık var. Bütün Ortadoğu ülkelerinde iki hastalık var ve târih boyunca biz insanlığı, birbirimize düşman etmiş cehennemler üretmiş iki tâne hastalık. Biri dincilik, yani şirk dinleri, insanları birbirine düşman yapan, Allah artı falan filan ile oluşturulan ayrıcalık. Halbuki bir tek Tanrı var, kâinatın yaratıcısı. O bütün evrensel değerlere sâhiptir. Nedir evrensel değerler? İlimdir, adâlettir, barıştır, sevgidir. Bunlar Kur’an’da anlatılan Tanrı’nın sıfatları. Öyle olduğu vakit hepimiz insan olarak kardeşiz. Bunu bölen şey dinciliktir: Allah artı İsa, Allah artı Musa, Allah artı Muhammed, Allah artık Krişna ve daha niceleri var. Âlimleri, âlimcikleri, şeyhleri, şeyhçikleri var. Böylece dinlere, mezheplere, tarîkatlara ayırıyor insanları din adamları ve birbirimizle çatıştırıyorlar, sömürtüyorlar, bâzen de kanlı savaşlar çıkarıyorlar. Geri kalmış toplumlarda bu hâlâ devlet tarafından, devlet erki veyâhut da devleti ele geçiren oligarklar tarafından kullanılıyor. Bir de ırkçılık var. Bu ikisi de hormonaldır, rasyonel değildir. Çünkü din, uyduruk bir din oluyor. Irkçılık da uyduruktur; çünkü bizim aramızda genetik olarak “ırk” diye bir şey yok. Bilimsel hiçbir temeli yok, palavra. Biraz renk değişikliği oluyor. Senle aynı rengi, hattâ aynı babadan, anadan olan biriyle hiç anlaşamıyorsun; ama senden bambaşka renkte, boyda, dilde konuşan bir insanla çok iyi anlaşabiliyorsun. Onun için bunlar hikâyeler; ama bunlar uydurularak insanlar birbirine düşman ediliyor. Herkes kendi kabîlesini, kendi boyunu… tabiî ki geçmiş yüzyılda kabîle ve bu ulus kamuflesi altında gizlenmeye çalıştı; ama yine altında o var. Sonunda soy geliyor. Etnik bir kavga oluşuyor. Bunları aşmamız lâzım. Türkiye’de hâlâ bu yapılıyor maalesef. Partiler, muhâlefetiyle iktidârıyla mushaf sallıyor. İnsanlar aptallaşıyor. Bir de bayrak sallayınca tamâmiyle aptallaşıyor. 

Şöyle bir şey sormak istiyorum: Tanıdığım Edip Yüksel, aykırı görüşleriyle, rahatsızlık yaratan ama ilgi çeken görüşleriyle, genellikle tek tabanca oldu; ama biliyoruz ki dinler, özellikle de İslâmiyet söz konusu olduğu zaman, hem birey olarak inanma var, ama bir de cemaat olarak, topluluk olarak ya da hattâ ümmet olarak bir arada yaşama olayı var. Senin yaşadığın bu serüvende, dinî serüvende bir cemaat olayı ya da senin gibi düşünenlerle berâber bir çevre oluşturmak, grup oluşturmak vs. böyle şeyler yaptınız mı? Yoksa özel olarak kaçınıyor musun?

Yüksel: Kaçınıyorum. Bir ara “114 derneği oluşturalım” diye bana çok ricâda bulundular. Bununla ilgili madde madde yazdım. Karizmatik lider etrafında buluşmanın çok zararlı olduğuna inanıyorum. Eğer grup olacaksa, kesinlikle prensipler etrafında olması lâzım. Bir adama âşık olmak, mürit olmakla olmaması lâzım. Kişi etrâfında değil, kült değil. Ama Türkiye’de muhalefeti de kült hâlinde görüyoruz. Sâdece Türkiye değil, dünyada insanların zaafıdır: Kişiye tapınma olayı. Hele o kişi ölmüşse, yıl geçtikçe daha da büyük bir put hâline geliyor. O kişinin ismi, cismi falan filan. İkincisi, transparan olması lâzım. Eğer bir grup oluşturursan, gizli kapaklı bir şey olmaması lâzım. Mâdem ki toplumla ilgili bir çağrıyla, bir mesajla gidiyorsun, her şeye açık olması lâzım. Giren para, çıkan para vb.. Aynı anda internette olması lâzım ve kendi içerisinde demokratik olması lâzım. O prensiplere uyanlar seçimleri yapmalı, kararları vermeli. “Böyle bir şey olursa olurum, ama idâreci olmam. Bir birey olarak katkıda bulunurum” dedim; fakat aktif olarak bu tür şeylerle ilgilenmiyorum. Böyle durumlarda içeri sızanlar yoluyla kötü şeyler oluşabiliyor. Bunu iyi ki sordun, yakında 19 maddelik öneriler var; Türkiye’yi tamamıyla değiştirecek; bu içinde bulunduğu fasit, patinaj yaptığı felâketten çıkaracak — bir cehennemin içinde Türkiye; hem ekonomik, hem sosyal, hem de aynı zamanda politik yönde felâket içinde ve gittikçe aşağı gidiyor. Bundan çıkarabilecek 19 madde öngörüyorum. Bunlar politik hesaplarla yapılmış değil. Politikacılar açıortayını yapıyor, çoğunluğun oyunu daha fazla almak için. Çoğunluk sürüdür. Sen bu çoğunluğa bir şey sunacaksın. Popüler olmazsa olmaz; ama günü gelir azınlıkların arasındaki akıllı insanlar bunu destekler. Ondan sonra çoğunluk, cümbür cemaat ona gelir. Târihte bunun çok örnekleri vardır, kritik noktalar vardır. Çoğunluk, bir kurtuluş için güçlü, dürüst, açık mücâdele veren azınlıkları bir bakıma destekler; çünkü onlar bir ivme yakalar. Onları “ilerinin gücü” diye sezer, çoğunluk güçten yana yer alır; kaybeden güç varsa onun yerini değiştirirken o hesapları yapar. Onun için Türkiye’nin 2033 yılında –benim hesâbım o– 19 Mayıs 1919’da başlamış bâzı devrimler vardı. Bunlar yukarıdan aşağı olduğu için gereken etkiyi göstermedi, tekrar hortladı bâzı güçler. Bu bir hesaplaşmadır, tekrar ifşâ oluyor bâzı şeyler. Türkiye’de şu anda iki şey ifşâ oluyor: Türkçülüğün, ırkçılığın, Kürtçülüğün de aynı şekilde felâketli olduğunu görüyoruz, zararlarını görüyoruz. Bizi birbirimize düşman ediyor. Bir de dinciliğin bize ahlâksızlığı getirdiğini görüyoruz, zulmü getirdiğini görüyoruz. Onun için 2033 yılında ben büyük bir değişim olacağına inanıyorum. Sünnîlik dini iflâs etmiştir Türkiye’de. Teolojik felsefî olarak ve ahlâkî olarak, politik olarak iflâs etmiştir. Bunu ayakta tutan bir güç var: Para, devletin kurumları. Ama bunlar yakında değişecek — ekonomik sıkıntıların etkisiyle, daha başka şeylerle. Ve büyük bir hesaplaşma olacak. Türkiye’de dinî reform olmadıkça kurtuluş sağlanmayacak; çünkü bütün kötülüklerin temelinde, bir bakıyoruz ki, uyduruk dinî inançlar ve bunun getirdiği sembolik örtüler oluyor, kötülükleri günahları örten. Yani kadınların bacağını göster, bütün hırsızlığı ört. Kadının saçını göster, birkaç tâne salavat getir, bütün yaptığın yağma ve talanı ört. Hatırlıyor musun? Bir tâne Jet Fadıl vardı. Adam “Ben falancanın torunuyum, hazretin torunuyum” diyordu.

Şimdi “2033” dedin. 107 çarpı 19 oluyor. 107 de 19’un bir şeyi mi oluyor?

Yüksel: 114 yıl sonra oluyor. 1919’dan 114 yıl sonra. 114 Kur’an’ı temsil eder. Kur’an sûrelerinin sayısı 114’tür. 114 yıl sonra 2033 oluyor ve orada…

Edip, bunu seninle daha önce de çok konuştuk. Hattâ yıllar önce ben Nokta’da seninle röportaj yapmaya geldiğimde de. Bu 19 meselesi… hâlâ nasıl yani? Şöyle söyleyeceğim: İnandığını biliyorum. 

Edip: Dünyanın en önemli kitabı şu anda bu — Kur’an, Tevrat ve İncil’den sonra. Bu kitap tercüme edilecek inşallah. Bu şimdiye kadar çevrilmemiş. Niye? Bu adam Yahudiler tarafından alabildiğine sevilen, sayılan Rabi Judah adında bir adam. Rabi Judah (Rabi Yehuda HaNasi), 11. yüzyılda yaşamış Almanya’da. Bu adamın bütün kitaplarını çevirmişler, sâdece bunu çevirmemişler. Bu, 19’la alâkalı bir kitap. Yani Tevrat’ta adam 19’u keşfetmiş. 8 cilt kitap yazmış. Onlar kaybolmuş. Sâdece bir cilt vardı. 

Sen İbrânice biliyor musun? Anlamadım, nasıl oluyor? 

Edip: Keşke bilseydim, bilmediğim için… Bunu bir türlü çevirtemiyorum. Hahamlara ulaşıyorum. Princeton Üniversitesi’ne gittim. Geçenlerde New York’a gittim. Orada sinagoglarla irtibâta geçtim. Burada üniversitelerle… Bir kısmı diyor ki: “Biraz arkaik, yani Ortaçağ İbrânicesi olduğu için pek anlamıyorum”. Başkasına götürüyorum, adam bu işi biliyor, hattâ bu kitapları çevirmiş. İlk başta olumlu karşılıyor. Ben ona 19’un Kur’an’la ilişkisini anlatınca; bunun teolojik, felsefî ve hattâ politik etkisinin çok büyük olacağını söyleyince, birdenbire değişiyorlar utanmaz herifler. İnanamıyorum.

Biliyorsun bu konuya aklım yatmadı bir türlü. Beni iknâ edemeyeceksin; ama iknâ ettiğin birileri var herhalde. 

Yüksel: Tesâdüf ne? Bu adam Tevrat’ta, orijinal Tevrat’ta aynı Kur’an’daki 19’ları görüyor. Atatürk’ün hayatındaki 19’lar tesâdüf mü zannediyorsun? Atatürk vefat ettikten kaç gün sonra, 22 Kasım 1938’de Akşam gazetesinde Vâlâ Nureddin imzâsıyla –“Va nû” diye yazıyordu– bir makale var, başlığı: 19 —  1-9. Onu gördün mü? Atatürk’ün hayatındaki 19’ları. Atatürk vefat ettikten 12 gün sonra, 22 Kasım’dı sanıyorum, arşivde bir bakın ya! Muhteşem bir şey. Tesâdüf değil. Sen şu anda îtiraz ederken, var ya, neyi kullanıyorsun? Tabiî, yamuk kullanıyorsun. Beyindeki 19 mantık kuralını kullanıyorsun. Senin beynine doğarken Allah 19 tâne mantık kuralı koymuş.

Bir taraftan bilgisayardan açıp 19’lara bakıyorum. Evet, Atatürk’le ilgili de söylenmişti… Neyse. Peki, “Ben felsefe yapıyorum” dedin. Geçen burada Mustafa Öztürk Hoca, “Felsefeyle İslâm olmaz. İslâm’la felsefe olmaz. İkisi birlikte hiçbir şey olmaz” dedi. Olayı özetledi kendince. Sen de kendini tanıtırken, “Ben Amerika’da felsefeyle uğraştım” diyorsun. Var mı, yok mu felsefe İslâm’da? 

Yüksel: 23 yıl part-time felsefe profesörüydüm ben. Mustafa, bir bakıma mağdur olduğu için o yönden kendisine empatim var ve kendisini savundum. İstediği gibi konuşabilmesi lâzım, kendini ifâde edebilmesi lâzım. Maalesef Türkiye’de buna pek saygı yok. Onun Türkiye’den bu yönden ayrılmasını olumsuz buldum. Onun o hakkını destekliyorum; ama târihselci kendisi, benim tâbirimle “Sünnî ateist” değil belki, “Sünnî deist” veyâhut da “Sünnî şaşkın” diyebilirim. Çünkü eleştirdiği şey, Sünnîlik dininin… –bilebilmesi lâzım, bu kadar zeki birisi– …Kur’an’la alâkası yok, Peygamber’le alâkası yok. Yüzyıllar sonra hadisler, mezhepler yoluyla uydurulmuş şeylerin hepsine îman ediyor. Îman edecek şeyler olmadığını biliyor, çelişkililer. Onları Kur’an’a tahmil ediyor, Kur’an’ın âyetlerini çarpıyor onunla. Meselâ köleciliği Kur’an’a sokuyor. Halbuki Kur’an’ın zerresini biraz bilen birisi için ilk şey, köleciliğin kesinlikle şirk olduğudur. Kur’an köleciliği şirk bilir. Çünkü senin “abd”in varsa –“abd” köle demektir Arapça’da, efendi de “Rab” demektir–, sen birisini kendine “abd” yaparsan, “abdülrûşen” yaparsan, onun rabbi olmuş olursun. Ona “Rab”lik iddia edersin. Kur’an diyor ki: “Allah’tan başka Rab yoktur, efendi yoktur”. 950’den fazla yerde “Rab” kelimesi geçer, hepsi Allah için kullanılır; ama firavun diyor ki: “Ben sizin Rabbinizim” ve Musa’nın köleleri özgürlüğe kavuşturma mücâdelesi Kur’an’da en çok anlatılan olaydır. Musa’nın ismi 136 kere geçer. Ona en yakın isim İbrahim’dir, 69 kere geçer. Ondan sonra meselâ İsa 25 kere geçer, Muhammed 4 kere. Ama Musa’nın mücâdelesi, özgürlük mücâdelesi muhteşem bir mücâdele. 

Buna rağmen diyor ki: “Köleliği kaldırmadı”. Yalan. Sen birisine “Kölemsin” dersen sen Rab olduğunu iddia etmiş olursun, firavun olmuş olursun, kesinlikle îmandan çıkmış oluyorsun. Ama bu adam diyor “var” ve suçluyor. Kur’an’ın muhteşem felsefî prensipleri vardır. Meselâ diyor ki: “Bilmediğin bir şeyi izleme; senin gözün, kulağın, duyuların, senin gönlün, senin aklın izlediğin şeyden sorumludur”. “Atalarının dinini sorgula” diyor. “Delil ara” diyor. Hattâ soruyorlar: “Hayat nasıl başladı bu Dünya’da?” Allah diyor ki: “Gidin arzı dolaşın, yeryüzünü dolaşın ve hayâtın nasıl başladığını öyle öğrenin”. Âyet kelimesi hem Kur’an’ın cümleleri için kullanılıyor, hem de kâinattaki, evrendeki fiziksel, kimyasal işlemler ve eşyâ için kullanılıyor. Mustafa Öztürk’ün eleştirdiği şey, Sünnîlik dininin mezheplerinin, Şiîlik dininin ve mezheplerinin uydurduğu şeyler. Maalesef bunu Allah’a ve peygamberine yakıştırıyor. Ben kendisini tartışmaya davet ettim defalarca, kaçtı. Ben korkakları sevmiyorum. Kim olursa olsun. Bir tâne Cündioğlu var. O da sofistlik yapıyor, benim aleyhimde, arkamdan yazıyor. “Karşıma çık” dedim. Yüz yüze tartışalım. Çünkü yüz yüze tartışmada âni olarak yanlışlıklar ifşâ edilir, çapraz sorgulama yapılır kısa diyaloglar şeklinde. Peygamberlerle filozofların en ortak özelliği, Ruşen, meydanda, sokakta, pazarda “hac” etmeleri, “hac” tartışma demektir. Büyük hac var ya? Yani yılda bir yapılan büyük uluslararası tartışma konferansı, onu da tahrif etmişler. Tartışmalar, paneller yapılacağına, oraya gidiyorlar, siyah bir taşı öpüyorlar. Taştan bir binânın üzerine elbise giydirmişler, onu etrâfında dolanıyorlar, ellerine taş alıyorlar. Diktikleri üç tâne taşı şeytan diye taşlıyorlar. Taş, taş, taş, taştan kafalar. Hiçbir şey yok. Kur’an böylesine epistemolojik bir şey, “Düşün, araştır, sorgula, mürit olma, mukallid olma, sersemit olma” diyor. Ama bunlar tam tersini yapıyorlar. Bizim Mustafa da onları göstererek Kur’an’a ve Peygamber’e hakaret ediyor. Tartışmaya davet ettim, kaçtı.

Yavaş yavaş toparlıyoruz. Edip, seninle muhabbet bitmez. 

Yüksel: Bütün elçiler, peygamberler, bütün filozoflar tartıştılar; muhalifleriyle, eleştirdikleri insanlarla yüz yüze geldiler. Sen gidiyorsun, gariban Ruşen ile söyleşi yapıyorsun, hava atıyorsun. Hayır, git Edip’le tartış. Ruşen sana o cevapları vermez. Buyur. 

Şimdi, son olarak kapanışta…

Yüksel: Niye kapanış yahu? Daha yeni girdik. 

Yeni girdik de bizim süremiz, ona göre bir şeyimiz var, seninle bitmez. Belki dizi yaparız. Dur bakalım, bu nasıl ilgi görüyorsa kaldığımız yerden devam ederiz. Haftada bir yaparız.

Yüksel: Bu 19 madde var ya? Ona bir isim bulmam lâzım, çok önemli konular. Yani her birisi Türkiye için çok önemli, buyur.

Kendini “dünyanın en mutlu ikinci insanı” olarak tanımlıyorsun. Şimdi böyle tanımlayınca, hemen herkesin aklına ilk soru şu: Birinci insan kim? Bir de neden bu kadar mutlusun? 

Yüksel: Onu söylerken tabiî ki biraz mizâhî bir şekilde söylüyorum. Sen “Ben dünyanın en lezzetli insanıyım” diyebilirsin. “En zeki insanıyım” diyebilirsin. Bu senin kendi hissindir elbette. Şimdi “En mutlu birinci insanıyım” desem, bir sürü mutsuz insan birincilik koltuğunu benden almak için bana saldıracak, hepsi kıskanacak. Ben mütevâzıyım. Ben ikinci bir insanıyım. 

Mütevâzı mı oluyor ikinci olunca?

Yüksel: Mutlu olmak kibir olmuyor ki. “Dünyanın en zeki ikinci insanıyım” deseydim kibir olabilirdi. Gerçi yine ben dünyanın en zeki insanıyım. Sen de kendine göre dünyanın en zeki insanısındır. Öyle güzel bir şey. Fakat dediğim gibi, en mutlu birinci insan olsan. Buyur birinci mutlu ol, ben ikinci mutlu olmaya hazırım. Ne güzel birbirimizle geçiniriz. 

Şimdi seninle 1982 yılında Selimiye’de karşılaştığımızda ben Metris’ten gelmiş bir solcu, komünist bir tutukluydum. Sen –Maltepe’ydi galiba değil mi cezâevi?– oradan gelen bir şerîatçıydın. Orada bir grup insandık, aynı koğuşta kalan. Sen bula bula beni buldun, beni esir aldın ve bana Marx’tan alıntılar yaptığını hatırlıyorum. Solcu olan bendim, ama bana Marx’ı anlatan da sendin. Onu hâlâ herkese anlatırım. Muhabbetin, sohbetin eksik olmasın Edip, çok teşekkürler. Arada yine böyle yaparız. Umarım dediğin gibi, “pis bir şekilde zengin” olursun da hayallerini gerçekleştirirsin diyeyim. 

Yüksel: Çok teşekkür ederim. Allah sağlık âfiyet versin. Buralara yolun düşerse burada bir yerim var. 

Eksik olma. Eyvallah. Edip Yüksel’le sohbet ettik, 8 yıl sonra Medyascope’ta yeniden. Kendisine çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.