Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ruşen Çakır’ın konuğu Sebla Arcan | Cumhuriyet tarihine damga vuran sivil itaatsizlik eylemi: Cumartesi Anneleri

Gözaltında kaybedilen yakınlarının akıbetini soran ve sorumluların yargılanmasını talep eden Cumartesi Anneleri, Türkiye’nin en uzun erimli ve en büyük sivil itaatsizlik eylemini gerçekleştiriyor.

İnsan Hakları Derneği (İHD) İstanbul Şubesi Gözaltında Kayıplara Karşı Komisyon Üyesi Sebla Arcan, cumhuriyetin 100. yılında Cumartesi Anneleri’nin eylemini, gözaltında kayıpların hikâyesini Ruşen Çakır’a anlattı.

Yayına hazırlayan: Sahra Atila 

Merhaba, iyi günler. Cumhuriyet’in 100. yılı kutlu olsun. Bugün Medyascope olarak size Cumhuriyet’in 100 yılıyla ilgili bir dizi yayın sunuyoruz. Bunlardan çok önemli bir tânesi, Cumhuriyet târihinin en büyük sivil itaatsizlik eylemi olduğu tartışmasız olan Cumartesi Anneleri ya da Cumartesi İnsanları. Çok çarpıcı bir öyküsü var. Bütün bu kaybedilenlerin öyküleri çok acı. Âilelerin toplanmasının öyküsünü –ki 1995 yılından beri başlıyor–, bütün bunları İnsan Hakları Derneği Kayıplara Karşı Komisyon Üyesi ve Cumartesi Anneleri olayının önde gelen düzenleyicilerinden Sebla Arcan ile konuşacağız. Hoş geldin Sebla.

Sebla Arcan: Merhaba.

Gerçekten çok önemli bir olay ve dünya çapında da bilinen bir olay. Türkiye’de bilinen bir olay ve 7 Mayıs 1995 îtibâren başlayan, yani 28 yıl 30 yıla az kalmış ve bence –demin de dediğim gibi– sivil itaatsizlik anlamında Türkiye’nin cumhuriyet târihinin en önemli olayı ve dünya çapında da bir Arjantin örneği var, başka yerlerde de var; ama herhalde ilk akla gelenlerden birisi.

Arcan: Biz ikinciyiz, evet.

Önce bir başlangıcıyla girelim. Ne oldu da böyle bir olay gerçekleşti? İlk başta küçük çaplı bir olaydı. Onun bir öyküsünü anlatır mısın?

Arcan: Aslında 90’lı yıllara gitmek lâzım. 90’lı yıllarda ağır devlet şiddetinin hâkim olduğu bir dönemde gözaltında kaybetmeler bir devlet politikası olarak uygulanmaya başlandı ve 1994 yılına geldiğimizde İnsan Hakları Derneği’ne 500’den fazla zorla kaybedilme başvurusu yapıldı. Tabiî bu ancak İnsan Hakları Derneği’ne başvurabilenlerin sayısıydı. Çünkü o dönem İnsan Hakları Derneği’ne başvurmak, bir savcıya başvurmak, karakola gitmek işkence nedeniydi. Hattâ her zaman söylüyoruz: Bulut Âilesi bir kaybını ararken dört kişi daha kaybedildiler. Bu koşullarda 500’den fazla insan İnsan Hakları Derneği’ne başvurmuştu. Ama ülkede hiç yankı bulmuyordu bu. Sanki bu insanlar hiç yaşamamış, hiç başına bir şey gelmemiş gibi, bu konu hiç gündeme gelmiyordu. Tabiî bunda ana akım dediğimiz medyanın da günâhı büyüktü. Aynı zamanda akademi dünyası bunun bilgisini üretmedi, yargı sistemi kaybetme politikasının bir parçası olarak çalıştı. Yani sonuçta kayıp yakınları başvurduğu hiçbir yerden hiçbir cevap alamadılar, hiçbir yanıt alamadılar. Bu kayıplardan bir tânesi 95 yılında İstanbul’da yaşandı: Hasan Ocak.

Hasan Ocak’ın geniş bir âilesi vardı, çok büyük bir kampanya yaptı. İnsan Hakları Derneği bu kampanyanın bir parçası oldu ve 58 gün sonra Hasan’ın cansız bedenine ulaşıldı. Devletin resmî raporunda Hasan’ın parmaklarında mürekkep izi vardı, kıyâfetleriyle gömülmüştü, ayakkabısında bağcık yoktu, pantolonunda kemer yoktu. Yani bunlar rutin gözaltı işlemine işâret ediyordu. Ayrıca gözaltında görüldüğüne dâir tanıklar da vardı. O dönemde hem kayıp yakınları hem hak savunucuları olarak biz şunu düşündük: “Tamam devlet suçüstü yakalandı. Artık yapacak bir şey yok. Yargı devreye girmek zorunda.”Üstelik o dönemin İnsan Haklarından Sorumlu Devlet Bakanı Algan Hacaloğlu, Emine Ocak’tan da devlet adına özür diledi. Bu ne demek? Devletin sorumluluğunu kabul etti. Fakat Fatih Cumhuriyet Savcısı, “Türk polisi işkence yapmaz, insan kaybetmez” diyerek bu dosyayı kapattı. Aynı savcı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yargıçlarına verdiği beyânında da bunu söyledi, “Türk polisinin işkence yapmayacağına ve insan kaybetmeyeceğine olan derin inancımla bu dosyayı kapattım” dedi. O zaman tabiî biz şunu fark ettik. Çünkü özellikle Batı bölgesinde ilk kez, gözaltında kaybedilen bir kişinin bedenine ulaşılmıştı. Yani beden var, devlet kabul ediyor, tanık var, ama hiçbir şey yapamıyoruz. Dosya kapandı. Bunun üzerine insan hakları savunucuları ve âileler bir araya geldiler –o zaman yalnız beş âileydi– ve “Bir şey yapmalıyız” diye düşünüldü. Orada en önemli şey, konuyu kamuoyuna taşıyamamak. Çünkü basın görmüyor. Hiçbir biçimde kayıp yakınları sesini hiçbir yere duyuramıyor. Hem devleti yönetenlere seslerini duyurmak, hem kamuoyu oluşturmak için tabiî ki Plaza de Mayo Anneleri’nden de esinlenerek Galatasaray’da oturmaya başladılar, 27 Mayıs 1995’te. Yani aslında Galatasaray’da oturmalarının nedeni de devletin politikalarıdır. Hiçbir sonuç alamamaları ve başka hiçbir çâre bulamamalarıdır.

Hasan Ocak öğretmendi ve sıcağı sıcağına, yani cansız bedeni de bulunduğu için böyle bir şey tetiklendi ve ardından zâten başvurular varken yeni yeni başvurular da geldi. Bir de anladığım kadarıyla o gösterinin yapılmasıyla berâber insanlar biraz da cesâretlendiler. Şunu sormak istiyorum: Siz şu âna kadar İnsan Hakları Derneği olarak çok sayıda başvuru aldınız. Bunlar esas olarak siyâsî nedenlerle kayıplar oluyor. Gerçekten hepsi öldürülmüşler mi, yoksa bir şekilde bulunanlar da oldu mu?

Arcan: Şimdi kaybedilen kişi denince toplumda şöyle bir algı var, mezarsız olması lâzım. Hayır, Birleşmiş Milletler’in tanımına göre mezarsız olmak zorunda değil. Meselâ Hasan Ocak’ı 58 gün sonra bulduk, Rıdvan Karakoç’u dört ay sonra bulduk. Bunlara âileleri kendi çabalarıyla ulaştılar, herhangi bir başka yolla değil, o insanlar da zorla kaybedilenler statüsündedir Birleşmiş Milletler’e göre. Evet, âilelerin uzun çabalarıyla cansız bedenlerine, toplu mezarlarda, hattâ başka kimlikle gömülmüş mezarlarda ulaşıldı — Hayrullahoğlu, örneğin başka bir kimlikle 12 Eylül’de kimsesizler mezarlığına defnedilmişti. Bâzen de devlet, gözaltında 10 gün, 20 gün, 30 gün, belki 5-6 ay sonraki süreçten sonra, bu insanları öldürüp kamunun görebileceği…, çünkü dehşet dalgası yaratmak için bunu yapıyorlar. Ama şunu söyleyebilirim, mesela Davut Altunkaynak’ın, 12 yaşında küçük bir çocuk bedenine 20 yıl sonra ulaşılabildi, dipsiz bir kuyuda. 100 metreden daha derin bir kuyuda ulaşıldı; ama kaybedilen insanların yüzde 80’inin bedenleri hâlâ kayıp, yüzde 20’si de âilelerin, İnsan Hakları Derneği’nin ve diğer hak savunucularının çabalarıyla oluyor.

Kaç kişiden bahsediyoruz? Yani size başvuranlar ve başvurmayanları da düşünerek bir tahmininiz illâki vardır.

Arcan: Başvurular bin 300 civârınd,a ama biz bunların 800 tânesini kesinleştirdik. Yani hiçbir tereddüde yer bırakmayacak şekilde 800 kişi; şu an net bir biçimde listemiz var. Ama az önce size anlattım; bu sayının çok daha büyük olduğunu düşünüyoruz.

Burada şöyle de bir olay var: Gözaltına alınıyorlar, sonra bir şekilde kayboluyorlar. Öykülerinin bir kısmını biliyorsunuzdur, hattâ bâzılarının tanıkları da var, değil mi? Bunların bir kısmını –zor bir soru ama– zâten kaybetmek için mi alıyorlar, yoksa gözaltına alıp bir şekilde işkencede şurada burada ölçünün kaçmasıyla ölümüne neden olduktan sonra mı kaybediyorlar? Bunlar arasında öyküleri bildiğiniz için soruyorum.

Hangisi daha fazla öne çıkıyor? 

Arcan: Belki 12 Eylül için bunu söyleyebiliriz belki. Ayar kaçtı, işkencede öldü, beden kaybedildi diye. Ben ilk zamanlar böyle düşünüyordum, 90’lı yıllara kadar. Ama 90’lı yıllarda bunu kendim de yaşayarak ve bizzat tanık olarak şunu fark ettim ki, bu insanlar zâten kaybedilmek üzere evden alınıyorlar. Yani sonrasında değil. Şimdi orada da şuna belki vurgu yapmak lâzım; Cumhuriyet’in 100. yılını konuşuyoruz, ama Cumhuriyet’in 100. yılı aynı zamanda bir mezarsızlık siyâsetinin de 100 yılı. Bu Türkiye’ye özgü bir şey değil. Meselâ en çok bilinen devrimci lider Che Guevara’nın bedeni 30 yıl bulunamamıştır. Özellikle bedeni kaybedilmiş ve bir havalimanının altına defnedilmiştir ki asla ulaşılamasın kendine diye. Yani bu bir mezarsızlık siyâsetidir. Çünkü giden kişiye ne olduğunu bilmemedeki belirsizlik duygusu, birincisi o kişiden iz bırakmamayı, tabiî onun düşüncelerinden de iz bırakmamayı içerir. Bir diğer yanıyla da toplumda dehşet dalgası yaratır. Belirsizlik –psikiyatride, ruh sağlığı çalışanları da bunu söylüyor–, insan rûhunda en ağır tahrîbâta neden olan duygu. Dolayısıyla ben artık şöyle düşünüyorum, bu insanlar kaybedilmek üzere gözaltına alındılar.

Şimdi biraz öykülere bakalım. Yanılmıyorsam târih olarak sizin kayıtlarındaki ilk kayıp Cemil Kırbayır. Doğru değil mi?

Arcan: Biz Galatasaray’da oturmaya başladıktan sonra, Mehmet Bozışık adında, o dönem 97 yaşında olan eski ve çok ünlü bir komünist elinde fotoğrafla Galatasaray’a geldi.

Dedi ki,“Arkadaşlar, Cumhuriyet târihinin ilk kaybı benim kardeşimdir. Adı Salih Bozışık”. Biz de o zaman öğrendik. Salih Bozışık, Tütün Teâlî Cemiyeti’nin yöneticisi bir işçi önderi. 30’larda biliyorsunuz tütün işçileri hem örgütlü hem de yani belki de o dönemin en etkili işçi örgütü. Sansaryan Han’da –yine o dönemin meşhur işkence merkezi– gözaltına alındı ve bir daha kardeşinden haber alınmadığını söyledi.

Biz böylece Salih Bozışık’ın ilk kayıp olduğunu öğrenmiş olduk. Ve yine Cumartesi Anneleri’nin kamuoyunun gündemine taşıdığı Sabahattin Ali’nin de çok tipik, Birleşmiş Milletler’in ve uluslararası hukukun ölçülerine göre bir zorla kaybedilme vakası olduğunu biz de sonradan öğrendik ve bunu ilk Cumartesi Anneleri olarak biz deklare ettik, bu bir zorla kaybedilme vakasıdır. Sonrasında İstanbul’da 73 yılında bir mîmarlık öğrencisi var: Ali Kayahan. Yani 12 Eylül’e gelinceye kadar bu sayı az, belli aralıklarla yapılmış, ama az. İşte burada belki şeyden bahsedebiliriz: Yani acaba işkencede oldu da bu nedenle mi kaybedildiler? Ama 12 Eylül’den sonra… 12 Eylül’de 15 başvuru var. Ondan sonra 90’larda var.

Cemil Kırbayır’ın öyküsü nedir?

Arcan: Cemil Kırbayır, 12 Eylül’ün ilk kaybedilen kişisidir. 13 Eylül’de evinden, Kars’ta alınmıştır ve öğrencisi olduğu Eğitim Enstitüsü’nde gördüğü işkence sonucu öldürüldüğünü ve bedeninin yok edildiğini Meclis raporu bize söylüyor. Biz kayıpların âkıbetini zâten bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey onların gözaltına alındıkları ve gözaltında onları gören kişilerin gözaltında o kişilerin işkenceye mâruz kaldığını anlatmalarının dışında, devâmını bilmiyoruz. Ama dünya örneklerinden şunu biliyoruz: Bu tür insanların neredeyse tamâmı işkenceyle öldürülmüş kişilerden oluşuyor. Cemil de, biliyorsunuz, Berfo Kırbayır annesi, kamuoyunun gündemine en çok Berfo Anne ile Cemil geldi. Dönemin başbakanı bugünün cumhurbaşkanı Erdoğan’la yaptığımız görüşmede açıklıyoruz, sen de vardın. Oradaki Meclis Araştırma Komisyonu Cemil’in başına gelenleri tek tek yazdı. Aslında o raporun bizim açımızdan şöyle de bir önemi oldu; diğer kayıpların başına neler geldiğini Cemil’den hareketle biz artık biliyoruz. Cemil Kırbayır’ın âilesi o dönem, Barolar Birliği başta olmak üzere her yere başvurmuş, ama örneğin onu arayan abisi başka bir şehre sürülmüş, âile hiçbir sonuç alamamış. Berfo Anne de evinin kapısını hiç kapatmaması ile meşhurdu. Çünkü beden olmayınca, yani defnedeceğiniz, yasını tutacağınız bir beden olmayınca anneler açısından ve âileler açısından o kişi ölü olarak nitelendirilmiyor.

Evet, Berfo Ana… Sonuçta o da hayâtını kaybetti yakın bir zamanda.

Arcan: Ve hayâtını kaybetti; bize, çocuklarına saç tellerini ve tırnaklarını bıraktı. Olur da bir gün Cemil’le ilgili bir kalıntıya ulaşılırsa DNA testi yapılabilsin diye. Hakîkaten gözü açık gitti. Şimdi Berfo Anne’nin mezarının yanında bir açık mezar daha var, Cemil bulunduğunda oraya defne edilecek. Çünkü oğluna ve bize de şunu vasiyet etmişti, “Asla Cemil’i bulup benim kucağıma kemiklerini koymadan beni defnetmeyin, bir yerde bekletin.” O vasiyet yerine gelsin diye bu Mikail Abi’nin formülüydü: “Yanına bir mezar açalım, Cemil’i bulduğumuzda onu oraya koyalım” diye.

Hayrettin Eren ikinci mi oluyor, 12 Eylül sonrasında? 

Arcan: Üçüncü. İstanbul’da birinci.

İkinci kimdi?

Arcan: Hüseyin Morsümbül var. Hemen 18 Eylül’de, Bitlis’te. Ama Hayrettin Eren de İstanbul’da ilk gözaltında kaybedilen kişidir, 12 Eylül’ün.

Morsümbül’ün öyküsü nedir?

Arcan: Morsümbül bir lise öğrencisi, âilesi CHP’li. Bir gece evlerine baskın yapılıyor.

Hangi şehirdeydi.

Arcan: Bingöl’de. Hüseyin gözaltına alınıyor. Annesi “Nereye götürüyorsunuz?” dediklerinde, “İfâdesi var. Hemen gelecek, merak etmeyin” deniyor ve o dönemin taburuna götürülüyor. Taburda da işte birkaç gün yiyecek götürüyorlar. Şimdiki kuşak bilmez, ama o dönem gözaltındakilere dışarıdan yiyecek götürülebiliyordu. Birkaç gün bu yemeği götürüyorlar; ama aradan bir hafta geçtikten sonra, “Artık gelmeyin, o yok, kaçtı” diyorlar. Oysa tabur inanılmaz güvenlikli bir yer. Âileye bir kişi telefon ediyor, asker olduğunu söylüyor. Diyor ki: “Size tanıklık yapamam; ama oğlunuzu işkencede öldürdüler ve bir battaniyeyle de taburdan çıkardılar”. Sonra o dönemin tabur komutanı olan Coşkun ön isimli komutan –soyadını vermeyeyim– mahkemede dedi ki: “Evet, benim masama da bir ihbar mektubu bırakılmıştı. Ben izinliydim, geldim masamda bir ihbar mektubu buldum. O mektupta bu çocuğu kimlerin öldürdüğünün isimleri de yazılıydı.”

Ama tabiî ki hiçbir şey yapmamış. Ne soruşturma yapmış, ne bir şey yapmış.

Morsümbül’den de bugüne kadar haber yok. Onun annesi de hayâtını kaybetti ve onun annesi de her akşam kapıya yemek bırakırdı.

Onun cenâzesi bulunabildi mi?

Arcan: Bulunamadı, maalesef. 

Hayrettin Eren’den de bahsedelim. Benim de şahsen tanıdığım, çok da sevdiğim, benden yaşça büyüktü, “abi” diyebilirim ama biz “Hayri Hoca” derdik. İstanbul’daki ilk kayıp ve göz göre göre, değil mi? Ortada bir araba var vs., onu bir anlatır mısın?

Arcan: Haşim İşcan Geçidi’nde bir arkadaşıyla buluşmak üzere gidiyor. Haşim İşcan Geçidi’nde gözaltına alınıyor Hayrettin Eren ve Karaköy Karakolu’na götürülüyor. Kayda geçiyor gözaltı listesine. O operasyon kapsamında başka insanlar da gözaltına alınmış, onlarla birlikte Gayrettepe’ye sevk ediliyorlar. Hayri bu arada babasının arabasıyla gözaltına alınıyor. Âile karakola gittiğinde, o sayfanın yırtıldığını görüyor. Yani Hayri’nin adının da olduğu Hayrettin Eren’in sayfasının yırtıldığını görüyor ama oradan bir polis memuru bunları gizlice Gayrettepe’ye yönlendiriyor. 

Âile gidiyor, güzel, Gayrettepe’nin bahçesinde arabaları da duruyor. Fakat Elmas Anne kendini tanıtıp oğlunu sormak istediğinde, tartaklanarak, gerçekten dövülerek dışarı atılıyor. “Burada öyle biri yok” diyorlar. Sonra âile, “Olur mu? İşte arabası da burada” deyince, birkaç gün sonra araba da kayboluyor. Yani arabayı da şimdi bilemiyoruz. Ayrıca Hayri’nin tanıkları var, savcılıkta beyan ettiler bu tanıklıklarını. Kaç gün gözaltında kaldığına, işkence gördüğüne dâir. Yani Elmas Anne kapıda oğlunu sorarken aslında bodrum katta oğlu işkencedeymiş. Ama bu dâvâda da biz hiçbir sonuç alamadık. Hattâ dönemin savcısı, Kemalettin Amca’ya, “Ya, senin çocukların var. Bu işin peşini bırak. Ben işlem yaparsam ben işimden olurum. Sen çocuklarından olursun” demişti. O âile de her yolu her yöntemi kullandı. Elmas Anne ölene kadar, “Artık biliyorum” derdi, “onu bulamayacağım, ama bir kemiğine razıyım. Ben çiçeklerle donatacağım bir mezar istiyorum.” Kemalettin Amca da, Elmas Anne de ölürken çocukların vasiyet bıraktılar. Yani bütün kayıp âileleri böyle: “Sakın abinizden vazgeçmeyin”. Şimdi meselâ İkbal Eren’in ısrârı ya da kardeşinin ısrârı, Faruk’un ısrârı, annelerinin, babalarının vasiyetini yerine getirme ısrârı da aynı zamanda. Hem abilerini arıyorlar, ama ikinci bir sorumlulukları daha var: Anne babalarına verdikleri söz. Yani bu diğer kayıp yakınları için de geçerli.

Şimdi, evet, bir kere daha rahmetle analım diyeceğim. Çünkü artık öldüğünü biliyoruz hepsinin tabiî; ama Hayri Hoca’nın benim için ayrı bir yeri var. 90’lı yıllarda da çok sayıda kayıptan ve bunların büyük bir kısmının zâten kaybedilmek için alındığından bahsettin. Mesela Rıdvan Karakoç, bunlardan birisi herhalde Fehmi Tosun.. Yanılmıyorum değil mi? 

Arcan: Evet, evet.

Onların öykülerinden de bahseder misin?

Arcan: Fehmi Tosun İstanbul Avcılar’da yaşıyor; bir sabah arkadaşıyla birlikte evde kahvaltı ediyorlar ve evden çıkıyorlar. Akşam üzeri eve Beyaz Toros bir araç elinde telsiz ve silâh olan üç kişi tarafından getiriliyor.

Eşi ve çocukları Fehmi’nin arabadan çıkarılıp polisler tarafından getirilişini görüyor. O zaman “Beni öldürecekler” diye bağırıyor. Eşi ve çocukları da feryat edince bütün mahalleli dışarı çıkıyor ve onu arabaya koyup… Gerçekten çok etkileyici bir hikâyedir: Şimdi her hafta gözaltına alınan oğlu Ali Newroz Tosun, babasının bacaklarına tutunuyor ve metrelerce Beyaz Toros gidiyor, çocuk peşinden sürükleniyor, 14 yaşında yalnızca. Ertesi gün Hanım Tosun hemen karakola gidiyor, aracın plakasını veriyor, oturtuyorlar. Bâzı görüşmeler yapıyorlar telefonda plaka üzerinden. Sonra dönüp “Bizim yapacağımız bir şey yok” diyorlar ve başvurusunu bile almıyorlar.

Sonra yine aynı hikâye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ihlâl kararı verdi, âile 95 yılından beri bu işin ısrarlı tâkipçisi, o meydanda büyüyen çocukları bugün gözaltına alınıyor. Geçen gün kızına o meydana geldiğinde 12 yaşında olan kızına altı tâne kelepçe taktılar, gözaltına alınırken.

Aslında kayıpların hikâyesi –hani ben birkaç kişi üzerinden anlatıyorum ama– hepsinin hikâyesi aynı şekilde, aynı hukuksuzluk. Ve şunun altını çiziyorum ben her zaman: Ya, bu insanlar sizin benim gibi ya da bizi izleyenler gibi insanlar. Öğretmenler, doktorlar, avukatlar, işçiler, esnaflar. Yani haklarında herhangi bir şey yok, mahkûmiyet karârı yok, bir suç, suçlanacak yasal bir şeyleri yok. Hani olsaydı ne olurdu? Bunlar yapılmasını onaylamak anlamında katiyen söylemiyorum. Kim olursa olsun herkes hukuka uygun davranılmayı hak eder; ama bu insanlar gerçekten böyle ve hepsinin ayrı bir hikâyesi var ve hepsi gerçekten farklı ve değerli insanlar.

Evet bunların çoğunun eşleri, anneleri, kardeşleri, çocukları…

Arcan: Şimdi torunları. Taşkaya’da olduğu gibi torunları.

Şöyle bir şey var: 95 Mayıs’ında başladınız, ama bir ara verildi 13 Mart 1999’da. Sonra tekrar başladınız, ne oldu o arada?

Arcan: O arada çok yoğun bir polis şiddetiyle karşı karşıya gelindi. 30 hafta boyunca her hafta gözaltı yapıldı. Hattâ o dönemde biber gazı yani kimyasal gaz kullanımı çok yaygın değildi. İnsanları otobüslere doldurup, gaz sıkıp kapıları kapatarak gözaltına alıyorlardı. Şimdi annelerin zâten yaş problemi var, sağlık sorunları var. O zaman Morsümbül’ün annesi meselâ kemoterapi görüyordu ya da epilepsi hastası olan var. Yani biz sonunda, 30 haftanın sonunda düşündük, gerçekten yani sağlıkları tehlikeye giriyor. Bir de şunu söyleyeyim: Kayıp yakınlarının gözaltısı bir insan hakları savunucusunun gözaltına alınmasından farklı, bir eylemcinin gözaltına alınmasından farklı. Onlar gözaltına alındıkları anda geçmişe dönüyorlar. Aynı süreçleri, kaybının yaşadığı aynı sürecin içine giriyorlar, nezârete atılırlarsa.. Yani o bambaşka bir travma, onu anlatmaya çalışıyorum. Meselâ o dönem nezârethâneye atıldıklarında duvardaki kan izlerini görüyorlardı. Sonuçta, “Ya, bir ara verelim; gerçekten insanların hayâtî şeyi var, ara verelim” diye düşünüldü. Kayıp âilelerine, yani yaşlı olanlara, “En azından siz katılmayın” dediğimizde, “Ya berâber ya hiç” dediler. Evet, uzunca bir ara verdik; ama bu ara vermede de biz yine etkinliklerimize, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi başvurularımıza, kampanyalarımıza devam ettik. Yani yalnızca Galatasaray’da oturmaya ara verdik. Tabiî o dönemde, hatırlıyorsunuzdur, bizim Galatasaray’da kayıplardan sorumlu olarak adını andığımız bir kişi, Mehmet Ağar, İçişleri Bakanı oldu, Adalet Bakanı oldu. İşte tam da öyle bir dönemdi; ama biz onun İçişleri Bakanlığı döneminde Galatasaray’da oturabildik. Bugünkü İçişleri Bakanı’na hatırlatayım.

10 yıl sonra tekrar dönüyorsunuz, değil mi? Galatasaray’a 31 Ocak 2009’da. Peki o zaman ne oldu da tekrar başladınız?

Arcan: Bu Ergenekon yargılamaları gündeme geldi. Orada hepsi değil, ama bizim geçmişte Galatasaray’da kayıpların fâilleri, sorumluları diye isimlerini zikrettiğimiz üst düzey subaylar da yer almıştı. Biz aslında şeyin farkındaydık; bu aslında orduyla hükûmet arasında bir bilek güreşiydi. Yani hükûmetin iddia ettiği gibi bir “temiz eller” operasyonu değildi; ama biz en azından bu konuyu gündeme getirmek, yani “Yalnızca darbe girişimiyle değil işledikleri insanlığa karşı suçlarla da bu kişiler yargılanmalılar” dedik. Ama burada şu parantezi açayım, ben hepsi için söylemiyorum orada isimleri geçen şahıslar için söylüyorum ve Ergenekon yargılamalarının da gerçekten hukuka ve adûlete uygun yargılamalar olmadığını da belirterek, parantezi kapatayım. O zaman bir araya geldik “Demek ki bunlar tutuklular. O zaman bu suçlar nedeniyle de yargılanmalılar”. Bunu gündeme getirmek için de âilelerle bir araya geldik ve dediler ki: “O zaman yeniden oturmaya başlayalım. Tekrar bunun için kamuoyu oluşturmaya başlayalım”.

Şimdi, 300. oturum 25 Aralık 2010. Orasının şöyle bir anlamı var –benim için de sizin için de–, ben orada gazeteci olarak izledim ve bir yazı yazdım. Şu çok ilgimi çekmişti: Özellikle Hayri Hoca’nın annesi Elmas, Başbakan Erdoğan’a seslenmişti. Ben şaşırdım açıkçası, yani böyle doğrudan siyâsetçiye seslenen birisi. Yani normalde şöyle bir şey var, hani orada toplanıyorlar, şikâyet ediyorlar vs.; ama böyle bir iletişim kurmadan ziyâde protesto etmek. Orada Elmas Hanım’ı izleyince, ben buradan hareketle bir yazı yazdım ve o yazı Erdoğan’a yönelik bir yazıydı. “Niye size sesleniyorlar, niye duymuyorsunuz?” minvâlinde bir yazıydı, hatırlarsın, sonra da beni aradılar. “Bizle görüşmek istiyorlarsa biz de görüşelim” dediler ve 5 Şubat 2011’de o buluşma gerçekleşti, Dolmabahçe ofisinde. Ben de izlediğim için biliyorum; ama izleyicilerimiz bilmiyor, onu bir özetler misin?

Arcan: Sen bize ulaştın, Faruk Eren aracılığıyla –Faruk aynı zamanda meslektaşın da senin– biz de âilelerle konuştuk, “Elbette görüşürüz” dediler. “Çünkü biz devletin en tepesindeki insana birinci ağızdan derdimizi anlatmak istiyoruz. O çözer ya da çözmez, o onun bileceği iş. Ama bundan sonra devletin en tepesindeki kişi ‘Ben bilmiyordum’ diyemez, bundan sonrası onun vicdânına kalmış” dediler. Bunun üzerine geri döndük; bir liste istendi, görüşme yerine gittik. Bu görüşme yerinde sen de tanık oldun. Erdoğan bence çok etkilendi. Âileleri dinledi, özellikle annelerden çok etkilendi. 

Kızı da vardı yanında.

Arcan: Tabiî, kızı vardı, kurmayları vardı. Muhtemelen Dışişleri’nden yetkililer vardı. Belki MİT’ten de ayrı personel vardı, dinlediler ve ben orada gerçekten onun çok etkilendiğini fark ettim. Özellikle Berfo Anne ve anneler ona dediler ki: “Sen başbakansın, istersen yapabilirsin, bize çocuklarımızı bul”. Hattâ Elmas Anne dedi ki: “Biz aynı semtin insanıyız, oğlum belki de seninle top oynadı”. Öyle bir konuşma da geçti. Bunun üzerine Cemil Kırbayır’ın âkıbetinin araştırılması için Erdoğan’ın tâlîmâtıyla bir komisyon kuruldu. Zafer Üskül de –ki anayasa hukuku profesörüdür– buna başkanlık yaptı. Çok iyi bir komisyon kuruldu, çok iyi bir çalışma oldu. 350 sayfalık bir rapor çıktı. Bu raporda orada 20 gün geçici görevle çalışan çaycının bile ifâdesi alındı. Ve komisyon dedi ki: “Cemil Kırbayır’ı işkenceyle sorgulayanlar şunlar, şunlar, onun muhtemel bedenini, yani bedenini kaybeden muhtemel kişiler de bunlar.” İsimlerini yazdı ve savcılığa da suç duyurusunda bulundu. Üstelik bunu Meclis adına, komisyon adına yaptı.

Bu rapor çok önemli dedim ya az önce, hem kayıpların başına gelenlerin açıklanması açısından, hem de biz bunu söylüyoruz: 100 yıllık Cumhuriyet, aynı zamanda iyi bir arşiv cumhuriyeti. İyi bir arşivi var. Bütün işlemler bu arşive girmiş. Cemil Kırbayır’da bu çok net gün yüzüne çıktı ve şunu anladık ki, hangi kayıp için bu çalışma yapılırsa devletin kayıtlarında bu izler var. Bu açıdan çok önemliydi; ama 2018 yılına geldik.

Tam onu soracaktım. Evet, Başbakan Erdoğan Cumhurbaşkanı oldu ve 25 Ağustos 2018, 700. buluşmaya hazırlanıyorsunuz, “Terör örgütlerinin desteği var” diye size müdâhale ettiler ve Galatasaray Lisesi’nin önünde, benim lisemin önünde toplanmanızı engellemeye başladılar. Meselâ Eylül 2016, 600. buluşma gerçekleşiyor, 700’e doğru yaklaşırken bu oluyor. Tabiî bunun birçok nedeni var, siyâseten nedeni var, ama siz doğrudan içeriden insanlar olarak bunun neden böyle olduğunu düşünüyorsunuz? Yani yıllar sonra, aynı kişi, kişiler… ya da iktidardayken siz değişmediniz, onlar değişti ve koşullar değişti. Ne oldu da oldu?

Arcan: Şimdi, 700. haftada “Terör örgütlerinin de bu oluşumun içine sızabileceği” iddiasında bulundular. Oysa biz 600. Haftada, 500. haftada on binlerce insanla orada toplanmış, hiçbir sorun yaşamadan o toplantılar gayet barışçıl bir şekilde sona ermişti. Ayrıca devletin istihbârat organları da şunu çok açık ve net biliyorlar: Cumartesi Anneleri’nin İnsan Hakları Derneği’nden başka hiçbir kurum, kuruluş, parti, örgüt hiçbir şeyle bağlantısı yok.

Bu bağlantıyı tespit edebilselerdi zâten açıklarlardı ve Cumartesi Anneleri de 28 yıl boyunca süremezdi. Onlar aslında bir rejim değişikliği oldu. Erdoğan bizimle görüşürken Avrupa Birliği’nden söz ediliyordu, uyum yasalarından söz ediliyordu, Türkiye’nin demokratikleşmesi vaadinden söz ediyordu…

İleri demokrasi.

Arcan: İleri demokrasi ve bir seçim öncesiydi. Dolayısıyla artık bütün iktidârı eline alan bir hükûmetten söz ediyoruz biz; hükûmet bile değil, tek kişiden söz ediyoruz. Yani bütün organlara hâkim olan kişi îtiraz istemez. Bu Erdoğan’a yönelik bir şey değil. Yani böyle bir rejim tahayyülü. En sevmediği şey îtirazdır. Cumartesi Anneleri de bu ülkede yalnız kayıplara îtiraz etmiyor, herkese, “Yurttaş olarak sesini yükseltebilirsin. Bir îtirazın varsa dillendirebilirsin” diye cesâret veriyor.

Dolayısıyla Galatasaray’dan Cumartesi Anneleri’ni koparmak, toplanma, ifâde ve gösteri özgürlüğünü yok etmekle ilgili bir şey. Yani bunu bir tek “Cumartesi Anneleri” diye düşünüyorsa insanlar, yanılıyorlar. Burada hükûmetin planladığı şey, keyfî rejimlerini sürdürebilmek için îtirazı yok etmek. Îtirâzın başı olarak da Cumartesi Anneleri’ni görüyorlar. 

Kötü örnek oluyorlar. 

Arcan: Kötü örnek oluyor topluma. Zâten bunu Süleyman Soylu, bakanlığı döneminde de açıklamaktan hiç çekinmedi. Bunu da söyledi: “Onları orada barındırmayacağız” diye.

Sonra siz açıklamalarınızı İnsan Hakları Derneği’nin Beyoğlu’ndaki binâsının önünde yapmaya başladınız.

Arcan: Araya pandemi girdi. Pandemi araya girince sosyal medyadan yapmaya başladık. Sonra bu arada tabiî biz 700. haftayla ilgili çok sayıda başvuru yaptık yargıya ve bütün başvurularımız sonuçsuz kaldı.

Fakat Anayasa Mahkemesi’nden bizi de şaşırtan gerçekten hukukî değeri olan iki karar çıktı. O kararda şu açık net söyleniyor: Başvurucunun da içinde olduğu grup yani Cumartesi Anneleri’nin Galatasaray’da kayıpları araması ve onlar için bir kamuoyu oluşturması, demokratik bir devlette demokratik bir toplumda saygı gösterilmesi gereken bir haktır ve Cumartesi Anneleri toplanma özgürlüğünü kullanıyor. Beyoğlu Kaymakamlığı’nın yani idarenin görevi de bu özgürlüğün kullanımını kolaylaştırmaktır” dedi ve karârın bir örneğini Beyoğlu Kaymakamına da yolladı. Çünkü 700. haftada biz Beyoğlu Kaymakamlığı’nın bir yasaklama karârıyla engellenmiştik. Ayrıca Anayasa Mahkemesi dedi ki, Beyoğlu Kaymakamlığı’na: “Senin bu yasaklama karârını ben hiç anlamadım, hukukî bir dayanağı yok. Somut hiçbir gerekçeye dayanmıyor.” Şimdi aynı kaymakamlık –kaymakam değişti ama siyâset değişmedi–, aynı gerekçelerle 700. haftada Anayasa Mahkemesi’nin “bu geçerli değil” dediği gerekçeleri kopyalıyor, yapıştırıyor, her cumartesi hadi bir yasaklama karârı.

Ve her seferinde de sizleri gözaltına alıyorlar. Belli bir süre tutup sonra bırakıyorlar.

Arcan: Yani hani kamuoyu şunu kanıksıyor: “Ya, nasıl olsa akşama bırakılacaklar” diyor. Ama ben bir kayıp yakını için gözaltına alınmanın ne olduğunu az önce anlattım. Ayrıca Türkiye İnsan Hakları Vakfı, İnsan Hakları Derneği, Türk Tabipleri Birliği rapor düzenlediler. Gerçekten o gözaltı koşulları yaşamsal risk oluşturuyor. Yani otobüslerin içinde 60 derece sıcakta bekletiliyor insanlar. Dışarıda 32 derece ise ısı, bu bilimsel çalışmalara dayanarak bu kurumlar bunu söylüyor, araç içi ısı 60 derece, artı 28 derece. Tansiyonu olan var, kalbi olan var.

Bir de ters kelepçe var.

Arcan: Tabiî ters kelepçe var. Hastâneye gidiyorsunuz, sizi suçlu gibi teşhir ediyorlar. Yani kelepçeli bir grup kadın gelmiş, insanlar o gözle bakıyorlar. Nedir bu filan diye? O da cezâlandırmanın bir parçası. Ters kelepçe de cezâ. Kelepçe takmanın koşulları var. Hukukî detaylara girmeyeceğim. 3 tâne koşulu var yasal. Ya direneceksiniz, ya kaçma şüpheniz olacak vs..  Hiçbiri yok, yani kelepçe takmalarının yasal bir dayanağı yok. Aslında bir cezâlandırma yöntemi.

Peki ne zaman biter bu iş ne dersiniz yani? Anayasa Mahkemesi karârı var ve normalde uygulanması lâzım. Belli ki bir siyâsî tâlîmat bekleniyor. Beklentiniz nedir?

Arcan: Ya, bizim beklentimiz, açıkçası toplumsal görünürlük ve toplumun bu konuda iktidardan talepkâr olması; en önemlisi de toplumsal bir talebi yaratabilmek. Bir diğeri de, biz düşünüp taşınarak tekrar Galatasaray’a çıktık. Eğer hak ve özgürlüklerinize sâhip değilseniz, hak ve özgürlüklerinizi kullanamıyorsanız zâten ne insan olma vasfına sâhipsiniz ne vatandaş olma. Aslında biz bunu da reddediyoruz. “Biz insanız” diyoruz, insanız ve var olmaya devam edeceğiz. Bizden insanlığımızdan vazgeçmemizi istiyorsunuz. Yani Galatasaray aslında o kadar çok şey ifâde ediyor ki… kayıp âileler için mezar yeri. “Ben çiçeğimi bayramda oraya bırakıyordum” diyor. “Dertleşecek bir mezar yerim yok; Galatasaray’da kaybımla dertleşiyordum. Ben onun fotoğrafını orada taşıyarak, ‘Sen yok diyorsun, inkâr ediyorsun ama, bak benim çocuğum burada’ diyorum”. Yani bu Galatasaray herhangi bir meydan değil. Bu iktidar bunu anlamamakta direniyor ya da işine geldiği için böyle yapıyor. Dolayısıyla Galatasaray’dan kayıp yakınlarının vazgeçmesi düşünülemez. Kim mezarından vazgeçer? Cumhurbaşkanı annesinin mezarından vazgeçer mi?

Peki son olarak şunu sorayım, sizin öykünüz aslında Türkiye’nin öyküsü. Benim kişisel gözlemim bu — sen daha içeriden olduğu için daha fazla biliyorsun. İnsan Hakları Derneği’nin bu faaliyetine, aralar olmasına rağmen yıllardır süren bu olayına toplumsal ilgi ve desteğin de böyle bir grafiği var, çıkıyor iniyor. Nerede çıktığı nerede indiği de Türkiye’nin koşullarıyla birlikte… Hani biraz daha rahatladığı zaman daha fazla katılım oluyor. Yanlışım varsa düzelt. Baskı politikaları çok daha etkili olduğu zaman inadına gidenler olmakla birlikte çekinenler oluyor. Meselâ 300., 500. buluşmaların ayrı bir organizasyonu olduğu için oralarda daha büyük bir kalabalık oluyor. Ama normal rutin olarak haftalık şeylere senin gözlemin nedir? Meselâ şu andaki kamuoyu ilgisi ve desteğinden memnun musunuz?

Arcan: Kamuoyunun yoğun bir ilgisi olduğunu biliyoruz ve bu Cumartesi Anneleri hareketini büyük bir takdirle karşıladığını da biliyoruz. Bunun yalnız muhâlifler değil aslında bizzat iktidârın içinde olanlar tarafından da saygıyla karşılandığını da biliyoruz. Çünkü bu şekilde aktarımlarımız var.

Yani iktidar içinde de, iktidar yanlıları aralarında, “Ya, bu kadar da olmaz” deniyor ama. Ruşen biz biliyoruz ki toplumsal dönüşümleri ancak makbul olmayan azınlıklar yapabilir, yani makbul çoğunluklar büyük dönüşümlere öncü olur” lâfı çok doğru değil; ama buna neden olamazlar. Dolayısıyla biz oradaki varlığımızla aslında herkese “Ya, varız, buradayız. Siz de bunu yapabilirsiniz” cesâreti de vermeye çalışıyoruz. Yalnız bizimle yapmaları için değil, kendi taleplerini dile getirmek, yönetime katılmak; çünkü toplanma ve gösteri özgürlüğü vatandaşın elindeki en önemli kozdur. Demokraside yönetime katılmak ve yönetilenlerle iletişim kurmak için. Bunu kullanmaları için onları cesâretlendirmeye çalışıyoruz. Zâten ana baskı nedeni de bizimle birlikte bu cesâreti kırmak. Yani yalnız bize yönelmiş bir şey değil. Bu hak ve özgürlüklerini kullanma cesâretini kırmak. O yüzden yani herkese şunu söyleyebiliriz: İnsan kalmak, için vatandaş kalmak için korkunun ecele faydası yok. Korkmak çok insânî bir duygu. Biz de çok korkuyoruz. Biz de o alana korka korka gidiyoruz. Yani kimse sanmasın ki gidiyor, öyle bir şey yok. Ağır bir stresle, büyük bir korkuyla bütün bunları yapıyoruz. Ama galiba bir şeyi korkarak yapmak en kıymetlisi ya da korktuğunuz halde yapmak en kıymetlisi. Korkunun esiri olmamaya çaba göstermek lâzım diye düşünüyorum. Çünkü tam da bugün iktidârın bize dayattığı: Korkunun esâreti. Biz bu esârete îtiraz ediyoruz, sıradan vatandaşlar olarak bunu yapıyoruz.

Evet, biz de Medyascope olarak 2015 Ağustos’undan beri, ne zaman tam başladık bilmiyorum ama birkaç ay sonra başladık ve her hafta Cumartesi Anneleri’nin eylemlerini, başlarına gelenleri haberleştirmeye çalışıyoruz. Çok değerli, çok önemli bir şey yapıyorsunuz burada. Emeği geçen herkese teşekkürler, tabiî ki öncelikle yakınlarını kaybedenlere direnç ve –nasıl denir?– sabır diliyoruz. Gerçekten Cumhuriyet târihinin en önemli sivil itaatsizlik eylemi, Cumartesi Anneleri ya da Cumartesi İnsanları. Beklentilerinin gerçekleşebilmesini temenni edelim. Çok teşekkürler. Burada yayınımıza son verelim. İnsan Hakları Derneği Kayıplara Karşı Mücâdele Komisyonu’ndan Sebla Arcan ile konuştuk Cumartesi Anneleri’ni. Tekrar cumhuriyetin 100. yılını kutluyoruz, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.