Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

İslamcıların çoğu niçin “kendilerine Müslüman”?

El Kaide lideri Usame bin Ladin’in ABD halkına yazdığı mektup 21 yıl sonra yeniden gündem oldu. Mektupta Usame bin Ladin’in, ABD’ye karşı neden savaş açtıklarını ve Amerikan politikalarını neden eleştirdiklerini anlatıyor ve şu iki soruyu soruyordu:

-Neden sizinle savaşıyor ve size karşı çıkıyoruz?

-Sizi neye çağırıyoruz ve sizden ne istiyoruz?

Bin Ladin mektubunda, “İsrail’in kurulması en büyük suçlardan biri ve siz de bu suçu işleyenlerin liderlerisiniz. Bu suça katkıda bulunarak elleri kirlenenler bedelini ağır bir şekilde ödemeli” diyerek ABD’yi eleştirirken “Filistin’den akan kanın intikamı aynı şekilde alınmalıdır” diyordu.

OKUYUN- İsrail-Hamas savaşı | Usame bin Ladin’in mektubuna dair içerikler TikTok’tan kaldırıldı

İZLEYİN – Ruşen Çakır & Ahmet Faruk Ünsal & Faruk Gergerlioğlu: İslamcılar başkalarının acılarına duyarlı mı?

Ruşen Çakır İslamcıların büyük bir kısmının ‘kendine Müslüman olmasını’ değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Cenk Narin

Merhaba, iyi günler, iyi haftalar. Bugün İslâmcıların büyük bir kısmının “kendine Müslüman” olması meselesi üzerine bir şeyler söylemek istiyorum. Aslında bu geçen hafta yapmayı düşündüğüm bir yayındı. Bu düşüncemi tetikleyen husus da belki gözünüze çarpmıştır: Usame Bin Ladin’in 20 yıl önce Amerikalılara yolladığı bir mektupla, yıllar sonra Gazze’de yaşananlar, İsrail’in orada yaptığı büyük katliamların ardından tekrar dünyanın gündemine geldi. Mektup tekrar paylaşıldı. Hatta The Guardian o mektubu web sayfasından silmek zorunda hissetti. O mektup Usame Bin Ladin’in haklı çıktığı önermesiyle paylaşılmıştı. O mektubun tabiî ki İsrail ve Filistinlilerle ilgili kısmı alınarak paylaşılmıştı. O mektubu bilen birisi olarak tekrar baktım ve bu mektubun neden bugün bu kadar gündemde olduğunu tabiî ki ilk bakışta kavrıyorsunuz ama, bunun çok da hakkaniyetli bir durum olmadığını düşündüm. Çünkü mektup, baştan aşağı sâdece ve sâdece dünyada Müslümanların haklarını, acılarını gündeme alan bir mektup ve Usame Bin Ladin, tüm diğer İslâmcılar gibi, dünyayı Müslüman olanlar ve Müslüman olmayanlar olarak bölüyor. Ondan sonra da dünyanın temel çelişkisinin de Müslümanların Müslüman olmayanlara karşı verdiği mücâdele olarak resmediyor.

Mektupta iki soru var: “Neden sizinle savaşıyor ve size karşı çıkıyoruz?” sorusunu sormuş. “Siz” dediği Gayrimüslimler, yani esas olarak Hıristiyanlar ve Yahudileri kastediyor, “Sizi neye çağırıyoruz ve sizden ne istiyoruz?” dediği kısım da yine aynı şekilde kendilerini “Müslümanlar” olarak tanımlayıp, Müslüman olmayanlardan bir istediklerini anlatıyor ve anlattığı bütün şeyler baştan aşağı Müslümanların yaşadıkları zulümler, yaşadıkları haksızlıklar vs.. Buna karşı ne istiyor? Öncelikle istediği çok açık: “Gelin Müslüman olun” diyor. Müslüman olmayanlara ilk çağrıları, “Sizi çağırdığımız ilk şey İslâm’dır” diye başlayan, dünyaya böyle bir yaklaşım. Bu aslında İslâmcılık içerisinde öteden beri hep olan ve günümüzde iyice belirginleşen bir husus.

Bunun üzerine bir şeyler yapmayı düşünürken sonra aklıma başka bir fikir geldi ve nitekim onu yaptık. Türkiye’de İslâmî hareketin en güçlü insan hakları örgütü olan, daha doğrusu bir zamanlar öyle olan MAZLUMDER’de peş peşe genel başkanlık yapmışlar; ikisinin de milletvekilliği deneyimi var: Ömer Faruk Gergerlioğlu hâlâ milletvekili, Ahmet Faruk Ünsal ilk dönem AKP’den Adıyaman’dan milletvekili seçilmişti, daha sonra olmadı. İkisi de peş peşe MAZLUMDER’de yöneticilik yaptılar. Ömer Faruk Gergerlioğlu’ndan sonra gelen Ahmet Faruk Ünsal dokuz yıl başkanlık yaptıktan sonra bir tür darbeyle MAZLUMDER’den ayrılmak zorunda kaldı. Onlarla, “İslâmcılar başkalarının acılarına ne derece duyarlı?” diye bir yayın yaptım, çok ilgi gördü o yayın, iyi ki yapmışız. Ahmet Faruk Ünsal’la Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun yorumlarının arasında bâriz bir fark olduğunu da dikkatli izleyiciler gördüler. Özellikle Ömer Faruk Gergerlioğlu, benim “kendine Müslümanlık” diye tanımladığım şeyi, yine aynı tâbiri kullanarak, gerçekten İslâmî hareketin bunu yaptığını ve bundan kurtulması gerektiğini söyledi. Ahmet Faruk Ünsal’ın yorumu daha çok iktidârı korumak, iktidarda kalmak için verilen tâvizler olarak, ontolojik bir mesele değilmiş gibi yorumladı. Ama tabiî ki o yayını izlerseniz ya da izlemişseniz takdir sizindir. Ben orada kısmen dile getirdiğim bazı şeyleri bugün size anlatmak istiyorum.

Öncelikle Usame Bin Ladin’e tekrar geri dönecek olursak; Usame Bin Ladin gerçekten dünya târihinde yer etmiş bir kişi, ama ona pozitif anlam yüklemenin, yani insânî açıdan, ahlâkî açıdan, düşünsel açıdan pozitif anlam yüklemenin çok doğru olduğu kanısında değilim. Sonuçta dünya târihinin en büyük sivil katliamlarından birisine onay vermiş –doğrudan kendisi örgütlemiyor–, onun izniyle, onayıyla ve sağladığı imkânlarla gerçekleştirilmiş 11 Eylül’ün birinci derecede sorumlusu; ama sadece 11 Eylül değil, El Kaide’nin gerçekleştirdiği çok sayıda şiddet eyleminin, terör eyleminin birinci derecede sorumlusu. Onun savunduğu argümanların bir kısmı doğru olabilir. Meselâ bu bahsettiğimiz hususta, Filistin meselesini çok ciddî bir şekilde gündeme getiriyor. Kendisi Yemen asıllı Suudî Arabistanlı, Filistin meselesine çok âşinâ birisi, ona çok dâhil birisi, bunu gündeme getiriyor ve buradan hareketle bir şeyler yapıyor. El Kaide olarak “cihad” îlân ettikleri o video açıklamasında da, hedefinin Haçlılar ve Yahudiler olduğunu, “Siyonizm” olduğunu söylüyor; “Yahudiler” diye tanımlıyor ve Yahudileri hedef alıyor. Böyle bir kişiye olumlu bir şey yüklenebilmesi bana doğru gelmiyor. Ama dediğim gibi, El Kaide gibi bir şeyi hayâta geçirmiş olması başlı başına çok önemli bir şey. Bunu yapabilen birisinin şu ya da bu şekilde –nasıl yaptığı konusunda değişik iddialar var, bilgiler var; bunların hepsini bir kenara bırakalım– sonuçta baktığımız zaman El Kaide dünyaya damgasını vurmuş, 11 Eylül tabiî ki en zirvedeki olaydı; ama onun öncesinde de damgasını vurmuş bir yapıdır.

Ardından, onun tıkandığı yerden IŞİD aldı. IŞİD aslında ilk olarak Irak’taki El Kaide örgütlenmesinin dönüşümüyle ortaya çıkmış bir yapı, bunu da biliyoruz. IŞİD de yaptığı katliamlara, saldırılara gerekçe olarak dünyanın değişik yerlerinde Müslümanların yaşadığı birtakım haksızlıkları, zulümleri gösterdi; ama o zulümler üzerinden başka zulümler hayâta geçirdi.

O sözünü ettiğim yayında Ahmet Faruk Ünsal da kısmen değindi. Başından îtibâren ortaya çıkışında, Filistin meselesini ve İsrail’i gündemine almış olan El KaideWnin o kadar yaptığı eylem içerisinde, saldırı içerisinde doğrudan İsrail’i hedef alan hiçbir şey yok. Bu da çok mânîdar. Bunu da bir not olarak düşmek lâzım. Bir komplo teorisi yapmıyorum; ama kendisini meşrûlaştırmak için, İsrail devletinin varlığını ve onun Filistinlilere zulmünü anlatan bir yapının birçok yerde bu kadar saldırı yapmış olmasına rağmen, yapabildiğini göstermesine rağmen, İsrail hedeflerine dişe gelir bir saldırı yapmamış olmasını da not düşmek lâzım. Bu da bize gösteriyor ki aslında dünyada Filistinliler başta olmak üzere, değişik yerlerde Müslümanların, Müslüman oldukları için ya da etnik kimlikleri nedeniyle yaşadıkları zulümleri bir anlamda kendilerine zemin olarak seçiyorlar ve bir aşamadan sonra çok da fazla dertlerinin bu olmadığını görmemiz için neden var.

Ama daha önemlisi, beni bu yayında en çok ilgilendiren husus, El Kaide ve IŞİD’i bırakalım, onlar zaten bambaşka küresel anlamdaki şebekeler, onun dışında baktığımız zaman, dünyanın değişik yerlerinde ortaya çıkmış İslâmcı hareketlerin, partilerin, şahsiyetlerin dünyaya bakışlarında, başkalarının yaşadığı acılara karşı çok büyük bir kayıtsızlık, ilgisizlik ve bilgisizlik var. Sanki şöyle de bir durum var: Başka konular gündeme getirilirse kendi esas gündemleri “arada kaynar” diye bir endîşe var herhalde ve kendileri iktidâra geldikleri zaman –dönem dönem bu oldu; Türkiye’de yıllardır bu yaşanıyor, Mısır’da bir dönem oldu, İran’da Devrim’den bu yana yaşanan bir süreç var, tabiî hepsinin İslâmcılığı farklı, onu biliyoruz– kendileri gibi olmayan insanların haklarını ve hukuklarını ne derece gözettikleri de çok ciddî bir şekilde soru işâreti. Güçlü oldukları yerlerde –illâ iktidâra gelmeleri gerekmez, belirli bir alanı kontrol ettikleri zaman da söz konusu olabilir– İslâmcıların başkalarının dertleriyle çok da fazla dertlenmediklerini târih kaydetti.

İstisnâlar belki vardır, ben çok tanık olmadım, ama şunu çok iyi biliyorum: İslâmî hareketleri çalışan bir gazeteci olarak yaşadığım ilk ciddî şok Sivas Katliamı’ydı. Sivas katliamının ardından Türkiye’deki değişik İslâmcı kişiler –ki o zamâna kadar, özellikle sol yayın organlarına çıkarlar, sol gruplarla ortak panellere çıkarlar ve bir arada yaşama üzerine tartışmalara dâhil olurlardı ve birtakım mesajlar verirlerdi ve ilk ciddî sınav Sivas katliamı oldu. Oysa Sivas katliamının ardından çok az sayıda insan, çok çok az sayıda insan böyle bir şeyin “kabul edilemez olduğu”nu, “lânetlenmesi gerektiği”ni söyleyebildi. Onun dışında, ezici bir çoğunluğu işi Aziz Nesin’e bağladı, oraya gidenlere bağladı, “provokasyon” dedi, “Derin devlet” dedi, her şeyi dedi; ama oradaki insanların, Madımak Oteli’nde ölenlerin çoğunun Alevî olduğunu, o kişilerin o kimlikleri nedeniyle, o duruşları nedeniyle katledildikleri gerçeğini kabul etmediler ya da bunu birçok komplo teorisinin vs.’nin ardından, ikincil bir şekilde göstermeye çalıştılar ya da olayın bir provokasyon olduğunu söylemeye çalıştılar. O târihte Birikim dergisinde bir yazı yazdım, Sivas olaylarına İslâmcıların bakışı üzerine. Başlığı “Küstah Timsah” idi. Biliyorsunuz, “timsah gözyaşları” diye bir şey var, aslında sâhici olmayan bir ağlama ve ben o târihte demiştim ki: “Sivas katliamına yaklaşımları o kadar acı ki, o kadar kabul edilemez ki, timsah olsa gözyaşı döker, ama bunlar küstah.” 

Sanki burada katliamı yapanlar mağdurmuşçasına davranan kişiler oldu zâten. Biliyorsunuz, katliama karışan insanların büyük bir kısmı, son kalanlar da değişik nedenlerle tahliye edildiler ve Türkiye hiçbir zaman bununla yüzleşmedi — başka şeylerle olduğu gibi. Meselâ Hizbullah katliamları oldu, domuz bağları oldu. Orada da hemen olayı “Hizbulşeytan” diye bir komplo teorisiyle çevirdiler. Birtakım “derin devlet” göndermeleri yapıldı. Hizbullah’ın yaptığı şeylerin meşrûiyetini İslâmcı anlatıdan aldığı kabul edilmek istenmedi ve yıllar sonra Hizbullah’ın bir şekilde devâmı olduklarını bildiğimiz birtakım kişilerle yan yana gelmekten de pekâlâ çekinmediler. Hizbullah meselesiyle hiçbir şekilde yüzleşilmedi — ki orada işin daha ilginç tarafı, Hizbullah’ın doğrudan mağdur ettiği kişiler, işkence yaptığı kişiler, öldürdükleri Gonca Kuriş meselâ, bunlar zâten çoğu dindar kimlikleriyle temâyüz etmiş kişilerdi. Hizbullah’ın öldürdüklerinin büyük bir kısmı da aslında dindar insanlardı. Bunda bile bir tereddüt, bir hesaplaşmama durumu var. Burada tabiî ki esas mesele, “Bunu yaparsak acaba ne kazanır, ne kaybederiz?” yaklaşımı, tam pragmatist bir yaklaşım var, politik bir yaklaşım var ve “Kol kırılır, yen içinde kalır” yaklaşımı çok bâriz. Bir de tabiî Hizbullah örneği en aşırı örnek. Çünkü öldürülen, katledilenler, meselâ İzzettin Yıldırım Türkiye’de Kürt nurculuğunun en önde gelen isimlerinden birisiydi. Hizbullah diyor ki: “Biz onu öldürmedik, kaçırdık; ama sonra Beykoz operasyonu olduğunda evde bıraktık, kendi kendine ölmüş” diyorlar, böyle bir savunması var. Nasıl bir savunmaysa bu. Bu tür olaylara karşı bile tepki gösteremeyen bir yaklaşımın, meselâ bir misyonerin öldürülmesinde, bir Hıristiyanın öldürülmesinde ya da Kürt sorunu konusunda yaşanan; sol görüşte birtakım gençlerin, avukatların, şunların bunların, gazetecilerin hak mağduriyetlerinde –meselâ bir Osman Kavala olayı var, altı yıldır herkesin de bildiği gibi tamâmen asılsız iddialarla hapiste tutulan bir insan var–, bu konularda hiçbir şekilde üstlerine böyle bir vazîfe düştüğünü düşünmüyorlar. Ama bakıyorsunuz, meselâ bugün Türkiye’de hâlâ ne derece doğru olduğu bilinmeyen, sosyal medyada paylaşılan birtakım, “Otobüste başörtülüye hakaret” vs. gibi şeyler üzerinden çok ciddî bir mağdûriyet algısı yaratmaya da ânında teşne. Şunu çok iyi biliyorum: Türkiye’de o kadar hak ihlâli var ki… değişik kesimler bundan mağdur oluyor, her kesim bundan mağdur oluyor: gazetecisi, akademisyeni… Düşünsenize Barış Akademisyenleri’ni…KHK’lara, şunlara bunlara sesini çıkarmayan birtakım hak savunucusu iddialı İslâmî yapılar, dünyanın dört bir tarafındaki birtakım hak ihlâllerine, doğrudan dindarların yaşadığı hak ihlâllerine karşı çok ciddî bir şekilde canavar kesiliyorlar. Tabiî ki onlara sâhip çıkmaları, Filistin’de, Endonezya’da, şurada burada yaşananlara sâhip çıkmalarına kimsenin diyecek bir şey yok; ama öncelikle kendi topraklarında yapılanlara karşı, yanı başında, komşusunun başına gelenlere karşı kayıtsızlık, ilgisizlik ve hattâ bunun da ötesinde, “Olacak o kadar, o da hak ediyordu” yaklaşımlarının çok yaygın olduğunu görüyorum. Türkiye’de bu açıdan 15 Temmuz darbe girişimi ve sonrasında yaşananlar çok acı bir örnektir. Şimdi Türkiye’de “kendine Müslümanlığın” en bâriz örneği Fethullahçılardı. Fethullahçılar kendileri gibi olmayan herkese, radikal İslamcılara da, Kürtlere de, ulusalcılara da, solculara da her türlü kötülüğü yapmayı kendilerinin bir hakkı olarak görmüş, başkaları için kıllarını bile kıpırdatmamışlardı; “dinler-arası diyalog” dedikleri de aslında paravan olan bir yapıydı, bunu biliyoruz. Türkiye’de insan hakları konusunda, başkalarının hakkını düşünme, onların yanında durma konusunda çok sınıfta kalmışlardı. Zâten böyle bir sınava girmeyi bile reddeden bir yapıydı. Ama sonra ne oldu? Onların başına çok şey geldi. Tabiî bu arada darbe girişimine doğrudan bulaşanlar ayrı, ama çok sayıda kişi sırf Fethullahçılarla bir şekilde az ya da çok ilişkileri olduğu için çok ciddî bir şekilde mağdur edildiler, edilmeye de devam ediliyor, KHK olayı bunun bir örneği. KHK sâdece Fethullahçıları kapsamıyor, ama ezici bir çoğunluğunu Fethullahçıları kaplıyor. Cezâevlerinde binlerce insan var. Bunların içerisinde özellikle kadınların, anneleriyle berâber olan çocukların durumu işler acısı. Ama bir bakıyoruz ki, bu sefer de diğer dindar olma iddiasındaki kişiler, bunlara karşı çok ciddî bir kayıtsızlık içerisindeler. Bu başkalarının acısına duyarlı olmamak meselesinde, bu “başkaları”, sâdece Müslüman olmayanlar değil, kendileri gibi Müslüman olmayanlar da söz konusu. Her İslâmcının en çok kavga ettiği, kendisinden farklı düşünen İslâmcı, onu da biliyoruz. Arada sırada ittifaklar olsa bile, bir anlamda bir başka rakip, İslâmcının başına gelenden pekâlâ memnun olabiliyorlar. Herkes böyle mi? Herkes böyle değil. Dünya bunu çok örneğiyle dolu. Buna “Altruism” diyor yabancılar, ben ilk Tanıl Bora’da görmüştüm, o “diğerkâmlık” diyor. Bunun üzerine birkaç yazı da yazmıştım zamanında Vatan gazetesinde. “Diğerkâm” olmak, başkalarını düşünmek, hattâ kendinden çok başkalarını düşünmek; bence bugün dünyanın en büyük hasretlerinden birisi olsa gerek. 

Ama şu haliyle bakıldığı zaman diğerkâmlığı da neredeyse suç gibi gösterme yarışı var. Ama bir de olayın başka bir boyutu var. Kendisi diğerkâm olmayan insanlar, başkalarının böyle olmasını bir şart gibi koşuyorlar. Bu da çok garip bir çifte standart. Başkası için kılını kıpırdatmayan kişiler… Gazze’de İsrail’in yarattığı dehşet konusunda dünya kamuoyu geçmişe kıyasla bayağı bir hareketli. Eski yoğunlukta değilse de dünyanın dört bir tarafında birtakım gösteriler vs. oluyor. Ben bunları nereden tâkip ediyorum biliyor musunuz? Sosyal medyada, X’te tâkip ettiğim birkaç İslâmcı gazeteci var. Onlar sâyesinde bunları görüyorum. En son Bilbao’da gördüm, İskoçya’da gördüm, Kopenhag’da mesela yukarıdan drone’larla çekilmiş görüntüler… Gerçekten diyorsunuz ki, Danimarka’da insanlar ya da Bilboa’da insanlar başkalarının acısını kendi acısıymış gibi hissediyorlar ve bunun için sokağa dökülebiliyorlar. Peki, bunları paylaşan kişiler, “Olması gereken bu” diyen kişiler, aynı şeyi yapıyor mu? Batı ülkelerinde yapılan, Londra’da metroya yönelik El Kaide saldırısı, İspanya’da trenlere yönelik yapılan saldırı ardından meselâ bir yas îlân ediyorlar mı? Hatırlayın: Türkiye’de saldırının ardından –Konya’ydı yanlış hatırlamıyorsam– bir maçta insanlar saygı duruşunu bile ıslıklayabilmişlerdi, Türkiye’de yaşanan katliamlarla ilgili olarak. Bunu bile yapabilen bir anlayış. Ama iş kendi mağdûriyetine gelince herkesin mağdurun yanında, zâlimin karşısında olmasını bekliyor. Bu doğru bir bekleyiş; dolayısıyla İslâmcılara bakıp, Amsterdam’da, Kopenhag’da, Bilbao’da, Londra’da yürüyenlere “Siz de yanlış yapıyorsunuz, bunlar için böyle şeyler yapmaya değer mi?” demek yanlış. Onlar doğruyu yapıyorlar, onları bugün alkışlayanların aynı doğruları kendileri için de yapmalarını bekleme gibi bir naif bir yaklaşım içerisindeyim. Bununla olmayacağını da biliyorum. Yarın öbür gün orada, Bilbao’da yürüyüş yapan insanlar patlayan canlı bombayla hayâtını kaybederse, ondan sonra ne olacak? Komplo teorileri yapılacak ya da Usame bin Ladin ne diyor? “Biz sizleri hedef alabiliriz, çünkü herkes sorumludur. Sâdece devletler sorumlu değildir” diyor.

“Amerika’nın yaptıklarından, Yahudilerin yaptıklarından sâdece onlar sorumlu değildir, dolayısıyla Amerikalılar ve Yahudiler tarafından bize karşı işlenen tüm suçlardan mâsun olamaz. Açık hedeftir” diyor ve siz buna karşı çıkmadığınız müddetçe, İsrail’in sivillere yönelik başka yerlerde başkalarının… Ya da şöyle söyleyelim: İlk aklıma gelen, Körfez ülkelerinde o monarşik yapılar on binlerce insanı insanlık dışı koşullarda çalıştırıyorlar. Bunların büyük bir kısmı Müslüman değil, çok da fazla umurlarında değil. Onların haklarını savunmadan, başka şeyleri savunmadan, birtakım halkların, Müslüman olmayan halkların yaşadıkları mağdûriyetlere ilgi duymadan ve doğrudan sivilleri hedef alan –kim tarafından yapılırsa yapılsın; El Kaide, IŞİD ya da Hizbullah ya da Hamas’ın– sivillere yönelik saldırılarını kategorik olarak lânetlemeden, onlara karşı durmadan yapacağınız şeylerin hepsi bir yerden sonra “kendine Müslümanlık”tır. Ben böyle gördüm. Umarım böyle olmayanların sayısı her kesimde çoğalır. Birçok yerde böyle insanlar var, Türkiye’de de var. Türkiye’de de bu konuda, Filistin konusunda olsun, zamânında başörtü konusunda olsun, çoğunlukta olmasalar bile başörtüsünü bir yaşam tarzı olarak benimsemeyenler, giyim tarzı olarak benimsemeyip ama başörtüsü hakkı için mücâdele verenler de oldu. Aynı şekilde Hamas’a mesâfeli olmakla berâber, Hamas’ı doğru bulmamakla berâber İsrail’in saldırılarını protesto edenler, buna karşı Filistin halkıyla dayanışma içerisinde olanlar da oldu. Olmaya da devam edecek ve bunu yaparken, “Ben bunu yaparsam şunlar ne kazanır, bunlar ne kaybeder” gibi hesap yapmayan insanlara ihtiyâcımız var. Ama benim gördüğüm, şu âna kadar gördüğüm, Türkiye’de ve dünyada İslâmcıların büyük bir kısmı, ezici bir çoğunluğu hep bir hesap kitap peşinde: “Şunu yaparsak ne kazanırız, ne kaybederiz?” üzerinden yürüyen ve değişik örneklerini gördüğümüz bir olay var. 

7 Ekim saldırılarından sonra yaşanan süreçte gördüğümüz de aynı şekilde bu. Batı dünyasının gösterdiği Filistin’le dayanışma refleksinin neden bu ülkede gösterilmediğini sormakla işe başlayabilirler. Neden böyle oluyor? Neden? “Yüz binlerce kişi Kopenhag sokaklarında, Londra sokaklarında” diye yazıyorsunuz; ama Erdoğan’ın bir Atatürk Havalimanı’ndaki mitingi dışında insanlar sürekli bir şekilde Filistin konusunda mobilize olmuyorlar, bu soru başlı başına önemli. Filistin meselesi bitti mi, Gazze’nin işgali bitti mi? Hayır, daha yeni başladı ve acılar sürüyor; ama bütün hesaplar, “Filistin’le dayanışma” gibi hesaplar da, iktidârın bundan ne kazanıp ne kaybedeceği üzerine odaklanmış durumda ve burada da görüyoruz ki yine bir hesap var ve ne yapılıyor? Sosyal medyada, şurada burada önüne gelene fırça atıp, başkalarının yaptığı, öbürünün, diğerinin yaptığı eylemlerle yetinilmeye çalışılıyor. Bu da başlı başına trajik bir durum. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.