Dr. Mehmet Doğan’ın “Batılılaşma İhaneti” kitabını 17 yaşımda okumuştum. Kitabın etkisi 10-15 yıl sürmüştü. Küçüklüğümüzde Robert ve Saint Joseph gibi yabancı okullarda bulunmaktan korkardık. Hele o okullardaki rahip ve rahibe okutmanlardan bahsedilince kaygılarımız daha da derinleşirdi. Yeniden Millî Mücadele Hareketi’nin kurucularından merhum bir kanaat önderi bana gençliklerinde, mahcubiyetle, bir grup olarak Robert Koleji’ne nasıl baskın düzenlediklerinden bahsederdi. Bizler, Osmanlı’nın modernleşme tecrübesini “Batılılaşmak” olarak görür, Namık Kemal, Vefik ve Ali Paşa gibi reformistlere çok soğuk bakardık.
Yıllar sonra merhum Durmuş Hocaoğlu ile tanıştığımızda onun sıkça ifade ettiği bir tespit, yargılarımı tekrar gözden geçirmeme bir sebep teşkil etmişti. Hocaoğlu Batı demokrasisinden bahsederken fark olarak “Eğer bir Batı ülkesinde yaşıyorsanız hiçbir zaman gece yarısı polis evinize girip gerekçesiz sizi sebepsiz tutuklayamaz. Mahkeme süreciniz avukatınız ile şeffaf devam eder. Eğer bir Ortadoğu veya Asya ülkesindeyseniz gece yarısı sizi hesap vermeden sıcak yatağınızdan alırlar, tutuklarlar, hapse atarlar. Sonra sebebini bile söylemezler. Yarın veya yıllar sonra da tahliyenizde neden çıkarıldığınızı dahi bilemezsiniz” derdi. Merhum annemin Özbek bakıcısı da benzer bir şekilde, “Hapishaneye atılırsınız, yıllar sonra neden girip neden çıktığınızı da bilemezsiniz” derdi.
Ekopolitik ve Musul Vilayeti belgesel çalışmaları için uzunca süre Erbil, Süleymaniye, Kerkük ve Bağdat gibi merkezlerde bulundum. Yüksek oranda işsiz ve genç nüfus dikkatimi geçiyordu. Bu gençler akşamları ellerinde cep telefonlarına bakarak, telefon aksesuarcılarının etrafında bir şeylerde alamadan sadece kalabalık turlar atıyorlardı. Kişilere özgü trafik geçiş üstünlüğünüz varsa ters yönden de arabanızla gidebiliyordunuz. Büyük altyapı ihalelerinin neredeyse yüzde 99’u rüşvet-komisyona gidiyordu. Ortada milyar dolarlık fon olmasına karşı Bağdat’ta köprü yapılamamıştı. Londra’da Kerkük doğumlu Türkmen bir aydın ile sohbet ederken Türkiye’de siyasi nüfuslu birinin Makedonya’da özel bir üniversite kurduğunu, para ile zorlanmadan diploma verildiğini ve Türkiye’de ise siyasi güç vasıtasıyla bu diplomayı alanların önemli bürokratik makamlara geldiği iddiasından bahsedilince arkadaşımız şaşırarak “Hayret! Bu aynen Irak’ta da böyledir” deyiverdi. Ben ise ülke olarak artık böyle yerlere benzeme sürecine girdiğimizin ve durumun ciddi olabileceği kaygısını hissetmeye başlamıştım.
Arkadaşımın Yemen-Filistin cephesinden yorgun ve bitkin dönen subay dedesinin günlüğünde Deyrizor’a vardığında, “Çok şükür artık vatan topraklarına geldik” ifadesini kullanması benim için hep dikkat çekici oldu. Atatürk ve arkadaşlarının Ortadoğu ve Ortadoğu’daki gelişmelere karşı ülkeyi hep mesafeli tutmalarında yaşanmış bu acı tecrübelerin rolü açıktır.
AK Parti kurulurken, 28 Şubat’ın yorgunlaşmış vesayetinin kaygılarını hâlâ taşımaktaydı. Liberal çevreler denklemdeki asker ağırlığına karşın en uygun dengenin Avrupa Birliği’ne (AB) giriş sürecini hızlandırmak olduğunu -AKP’deki kurmaylar pek tasvip edip inanmasalar da- parti kurmaylarına ısrarla telkin ediyorlardı. Bu doğrultuda AB Anayasası’na Haçlı Seferleri teşvikçisi Papa Innocentus’un devasa heykelinin gölgesinde zamanın Sayın Başbakanı da ülke adına imzasını koyuyordu.
AB baharı ekonomide ve AK reformlarda, Gezi’ye kadar olumlu sonuçlarını veriyordu. Bu anlamda Davutoğlu, “komşularla sıfır sorun” doktrininin barış ve işbirliği modunda statükoyu aşarak Ortadoğu’da işlemesi, askeri ve AB’yi rahatsız etmiyordu. Zaten Irak’a tezkere konusunda Davutoğlu kaynaklı alınan tavır, geleneksel dış politika duyarlılıklarına da çok uygun bir tavırdı.
Arap Baharı’nın başlaması ardından Ortadoğu’da İhvan hareketinin muhalefette gösterdiği başarıyı iktidar süreçlerinde gösterememesi ve kendi otoriterliğini kurmak istemesi Ortadoğu’daki bahar rüzgarlarını tersine çevirdi. Kendi deneyimsizliklerini fark edemeyen ülkemizdeki siyasi iktidar İhvan yönetimlerine yol gösteremedi. AK Parti bu süreçte Atatürk ve arkadaşlarının geleneksel acı deneyimlerini göz önünde bulunduramadı. Dış politikada başarıları ile kazanılan özgüven gölgeleri oldu. Suriye ve Mısır elde patladı. Türkiye içeride otoriterleşirken bu otoriterleşme, Ortadoğu’ya da otoriter güvenlikçi politikalar olarak yansıdı.
Bugün belki de bir kısmı küresel zorunluluktan artık çok sayıda Ortadoğulu göçmen, milis savaşçıları ve dışarıda asker bulundurma, Aksaray’daki Orta Asyalılar derken sosyolojimizin de Ortadoğu’ya; 15 Temmuz sonrası başkanlık sistemiyle de yönetim tarzının Orta Asya’ya benzemeye başladığını gözlemlemekteyiz. İnsanın aklına peki Osmanlı’nın 500 yıllık ve sonrası Atatürk’ün hep Batı’ya (Batılılaşmak değil) hedefi bu şartlarda ne olacak sorusu gelmekte.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Musul Vilayet çalışmalarımızda merhum Şeyh Mahmut’un kuzeni Şeyh Salar bize açıkça “Musul’u Türkiye’ye bağlamak istiyoruz zira siz AB yolundasınız biz de sizin üzerinizden AB’ye girer Ortadoğu batağından kurtulabiliriz” diyordu. Bugünün Türkiyesi’ne ilişkin Şeyh Salar yaşasaydı Musul Vilayet konseyinin hedefi Türkiye’ye bağlanmak olur muydu bilemiyorum.
Bugün, Suriye iç savaşı, Mısır’daki İhvan darbe tartışmalarından uzaklaşmaya çalışan eski statükoya dönmeye çalışan bir dış siyasetin görüntüsü içindeyiz. Bunda muhtemelen iktidara yön verdiği varsayılan neo-ittihatçı gölgenin rolü de olmakta. Söz konusun gölge Ortadoğu bataklığından çıkalım derken sanki yönünü Avrasya-Orta Asya’ya gösteriyor gibi yapmakta.
Buradaki sorun Batılılaşma-liberalizm, Ortadoğu-siyasal İslamcılık veya Avrasya-Putinizm-Erdoğanizm tartışmalarından öte, içeriktedir. Sorun, bu yönelimler sonucu ülkenin bir şekilde 1839’dan itibaren ağır aksak devam edebilen anayasal sürecin sonlanma sorunudur.
Bunun maliyeti veya riski de demokrasi yerine bekacı otoriter yolsuzluğa açık popülist bir düzenin egemenliği ihtimalidir.