995 Km kitabında yazar Murathan Mungan, hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı ama karmaşık görünenin de sonuçta su gibi açık olduğu bir siyasi/psikolojik ortam yaratıyor. Edebiyatımızda ender rastlanan, beklenmedik bir başkahramanın peşinde, ülkenin yakın geçmişinden tanıdık gelebilecek karmaşık ağların izini sürüyor. Kimi düğümleri çözüp yeni düğümler atarken okuru da nefes nefese bir yolculuğa davet ediyor.
Murathan Mungan, Metis Yayınları’ndan çıkan son kitabı 995 Km’nin yazım sürecini, neden bir katili yazmak istediğini, kitapta yer alan kahramanları Ruşen Çakır’a anlattı.
Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal
Merhaba, iyi günler. Murathan Mungan konuğumuz ve son kitabı 995 km’yi konuşacağız. Murathan, hoş geldin.
Murathan Mungan: Hoş bulduk, merhaba.
Gerçekten çok çarpıcı bir kitap. Şu âna kadar kitapla ilgili çok eleştiri de okudum ve hep pozitif şeyler yazıldığını gördüm. Açıkçası, seni tanıyan, konunun birçok yönünü bilen birisi olarak bu roman beni şaşırttı. Birçok açıdan çok riskli bir iş yapmışsın. Hukukî açıdan değil de siyâsî olarak böyle bir konuya girmek, Türkiye’nin “90’lı yıllar” diye tâbir ettiğimiz karanlık bir dönemine girmek. İşin içerisindeki birçok şeyi, dağdakilerden İslâmcı şiddet gruplarına, derin devlete girmek ve bütün bunlara bir de serinkanlı ve mesâfeli bir şekilde bakabilmek…
Mungan: Konuşmandan birkaç sözcüğü manşet yapalım. Evet, özellikle böyle sıcak malzemeler için mesâfe çok önemli, serinkanlılık çok önemli. İkincisi de risk çok önemli. Risk almadan iyi bir iş yapılmaz zâten; ben buna hiçbir zaman inanmam. Risk aynı zamanda işimizin bir parçası. Sâdece siyâsî, hukukî nedenlerle değil, plastik nedenlerle, estetik nedenlerle, edebiyat içi nedenlerle de risk payı her zaman vardır. Özellikle benim gibi edebiyâtın, sanatın farklı türlerinde iş yapıp, her türde belli bir düzeyi, belli bir çıtayı korumak için ciddî bir efor sarf etmek, dikkat sarf etmek gerekiyor. Bir de beni sevmeyenlerin bile inkâr edemediği bir özelliğim var: Çalışkan biriyim.
Evet, o çalışkanlık konusuna ayrıca geleceğiz.
Mungan: Çünkü malzemenin hakkını vermek gerekiyor. Konuyla ilgili en başta şunu söyleyebilirim: “Sıcak malzeme” dedim; 90’lı yıllar sıcaklığını iki türlü koruyor. Birincisi, hâlâ sürüyor. Tıpkı romanın sonunda açık uçlu bıraktığım bir sürü ipucunun bizi günümüze çıkardığı gibi. Bir yanıyla da üstü hâlâ açık bir yara. O mesâfe için gereken zamâna ihtiyâcım vardı. Bana genellikle sorulan sorulardan biri: “Siz buna 90’larda başlamışsınız, daha erken yayımlanamaz mıydı?” Hep şunu söylüyorum: Zamânın getirdiklerine, kendi içimde aldığım yola ihtiyâcım vardı. Bir de, başta sen de olmak üzere birçok gazeteci, araştırmacı, bölge konusunda ciddî kitaplar yayımladınız, önemli araştırmalar yapıldı, televizyon programları yapıldı. Ben bu kitabı yazarken onlardan çok yararlandım. Bu konuda emek harcamış herkese teşekkür etmeyi de borç biliyorum. Ama roman söz konusu olduğu zaman, bu malzemeden nasıl bir form ürettiğiniz önemlidir. Yani sâdece Türkiye’de, bölgede okunabilecek bir roman yazmak mı? Yoksa benzer sorunları paylaşan ülkelerde de onların okurlarına bir şey söyleyebilecek, dolayısıyla genel anlamıyla evrensel hatları kurmuş bir kitap yazmak mı önemli?
“Dersime çok çalıştım” derken, bir kere bölge üstüne çok çalıştım. Hatırlar mısın bilmem, bir keresinde Diyarbakır’da…
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Tam onu söyleyecektim. Hattâ şunu söylemem izin ver: Yıllar önce seninle Diyarbakır’da bu konuyu, böyle bir kitap projesini konuştuğumuzu biliyorum. Hattâ “Murathan herhalde bu işi bıraktı” diye düşündüm. Bilmeyenler için söyleyeyim: Ben bunun tanığıyım. Sen bu projenden bana bahsettiğin zaman hakîkaten yıllar önceydi.
Mungan: Yıllar önceydi, evet. Hattâ detay vereyim sana: Sen, ben ve dönemin savcısı, Turistik Otel’de oturduk. Gerçi o dönemin savcısının ağzından pek fazla bilgi alamadım; ketum biri çıktı. Bazı sorularım vardı, seninle de derinlemesine konuşmuştuk. Aynı zamanda Turistik Otel’in önemli bir yeri vardır bende; hem çocukluğumda gidip geldiğim bir yer olduğu için, hem de bu kitap bağlamında, bir dönem Musa Anter’in Turistik Otel’de müdürlük yaptığını biliyorum. O bakımdan da benim için enteresan bir mekân.
Geçen hafta Diyarbakır’daydım. Turistik Otel, kentin ciddî ölçüde bir anıt değeri taşıyan, artık kentin sembolü olmuş, hâfızasının parçası olmuş bir yer. Pek çok yerde, pek çok kez yapıldığı gibi yerle yeksan edilmiş ne yazık ki. Ama ben vazgeçmedim, dersime çalıştım süre içerisinde ve bekledim.
Tabiî bu arada ben diğer disiplinlerde de ürün verdiğim için, bu kitap için gereken harcamayı 24 saat full time şeklinde kurmuyorum. Araştırdıkça, okudukça, aklıma geldikçe, dönüp dolaşıyorum. Ama bir noktası var ki bütün kitaplarım için geçerli bu: O bir noktada kitapla kurduğun ilişki artık, “Hadi beni bitir” diyor. O noktada tamâmen kapanıyorum, başka bir şeyle ilgilenmiyorum.
Ne kadar sürdü o?
Mungan: O, kitabın geldiği yere, senin vardığın yere bağlı. Örneğin kitabın ikinci bölümüne sonradan, daha sonraki aşamada karar verdim. Nedenleri de vardı. Tabiî çok kaynak araştırması gerekiyor. Şunu hep söylüyorum: “Oyuncu yazarlar” diye bir tanımım var. Ben o karakterleri giyinmeden, içlerine girmeden, ne düşünürler ne yerler ne içerler nasıl giyinirler, tıpkı bir tiyatro oyuncusunun, bir sinema oyuncusunun rolüne hazırlanması gibi karakterlere hazırlanıyorum.
Bir de o 995 km yolu katetmişsin, değil mi?
Mungan: Evet o yolu katettim; insanlarla görüştüm, mekânları seçtim. Yani bir film çekmeye hazırlanan yönetmen gibi mekân bakmaya gittim. Onların bâzısını olduğu gibi aktardım; bâzısında, romanın gereği küçük oynamalar yaptım. O yıllarda o yolları katetmiş olan kişilerden bilgi aldım. Hattâ şimdi, kitapta sözünü ettiğim Antep Otogarı’nın yerinde yeller esiyor. Ama o dönem orada otobüs şoförlüğü yapmış kişilerden bilgiler aldım. Yani bütün o bilgiler hayâtiyet kazandıran bir şeydir. Demin, sizlerin çok araştırma yaptığınızı, bu konuda çok ciddî bir bilgi birikiminiz olduğunuzu söyledim. Ama neden roman? Roman başka bir gerçeklik inşâsına yol açıyor; hâtıra kuvveti kazanıyor okurun gözünde. O burada yarattığın karakterle berâber bir sürü şeyi hatırlıyor, burada çok etkilendiği sahneyle bir sürü şeyi hatırlıyor. Edebiyat, böyle yok olmuş olayların izlerini sürmekte ısrarlı bir bilgi disiplinidir aynı zamanda. Hâfızayı diri tutar, hâfızayı yeniler. Genç kuşaklara bilgi aktarımında yardımcı olur. Ama öncelikle, her şey bir yana, bu kadar ağır, kanlı bir malzemeyi roman olarak okuturken, romana ve edebiyâta âit bir haz vermen gerekir.
Burada araya girip bir şey söylemek istiyorum. Bu çok önemli. Okurken hep, “Burada anlatılan şu kişiydi, buradaki de şu kişi” diye düşündüm ve sonra düşünmekten vazgeçtim.
Mungan: Doğru yapmışsın.
Hattâ bâzen romanda bahsettiğin birisini, “Tamam, bu birisiydi ama adını unutmuşum” diye Google’da aramayı düşündüm, ama sonra ihtiyaç olmadığına hükmettim. Bir tek Musa Anter. Zâten okur okumaz Musa Anter’i anlattığın anlaşılıyor. Bir de hakîkaten çok güzel bahsetmişsin. Çok iyi uğurlamışsın kitapta Musa Anter’i.
Mungan: Zâten kitabın çıkış noktası Musa Anter cinâyeti. Musa Anter’le bir hısımlık ilişkimiz de var. Babamın çocukluk arkadaşı, gençlik arkadaşı. Bir kere bir gönül borcu hissediyordum. İkincisi de, bu tek bir cinâyetin, tek bir olayın hikâyesi olmasın, bir dönemin hikâyesi olsun diye kişilere birebir karşılık düşürmek yerine, bütün bu süreç içerisinde, olabilecek makamlar, kişiler, durumlar arasında bir ilişki kurmak gerekiyordu. Edebiyâtın yapması gereken şey de zâten budur. Öbürü işin başka bir boyutudur. Gazetecilerin ve araştırmacı gazetecilerin işidir. Burada önemli olan, okurla o dönemi bakıştırmaktı. Roman bir üst gerçeklik inşâ eder. Ben burada bu ve benzeri cinâyetlerin, fâili meçhul cinâyetlerinin işlendiği coğrafyaya, atmosfere âit bir iklim yaratmak istedim.
Hep söylüyorum: Kitap okumak çok özel bir hazdır; başka hiçbir disiplinin veremediği bir haz. Her sanat türünün kendine göre verdiği haz alanları vardır, ama kitap okumanın hazzı asla başka bir şeyle karşılaştırılamaz. Bu nedenle de zevkle okunan bir kitap yazmak istedim; akıcı olsun, vitesi yüksek tutayım, hızlı gideyim. Okurlara da hep şunu söylemeye çalıştım: “Ben kitabı yazarken vites yükselttim. Ama ne olur siz okurken vites küçültün”. Çünkü ayrıntılar çok gözden kaçabilir. Oraya ustalıkla gömmeye çalıştığım bâzı ayrıntıların farkına ve tadına varmanız için sizin vites küçültmeniz gerekir.
Kitap iki bölümden oluşuyor. Ya da en azından çok ağırlıklı iki bölüm var. Kitabın ikinci bölümüne daha sonra karar verdiğini söyledin.
Mungan: Daha sonra dedim, ama o kadar çok sonra değil.
İlk bölüm beni çok çarptı.
Mungan: Eh, daha içinde olduğun bir şey o.
Evet. Çok bildiğim, bildiğimi sandığım bir konuda, tanıdığımı sandığım bir yazarın o konuyu bu şekilde anlatması… Tekrar baştaki mesâfeye geleceğim. Orada çizdiğin bir katil karakteri var. Katilin sorunları olduğu filan önemli değil; ama işini inanarak yapan, bilerek yapan birisi var. Sen bu katili anlatırken –zâten onun yolculuğunu anlatıyorsun– o katili kötülemiyorsun. Sonuçta kötü bir şeyler yapıyor. Orada o mesâfeyi nasıl kurabildin? Meselâ ben kitabında dile getirdiğin katil profilindeki insanlarla ilgili kitaplar yazdım, yayınlar yaptım. Olabildiğince objektif kalmaya çalışıyorum. Tabiî biz gazeteciler biraz daha farklıyız, ama bir yerde tabiî ki bir pozisyon alıyorsun. Burada senin böyle bir kahramanı bu kadar pozisyon almadan anlatabilmiş olman ve okuyucunun da bundan rahatsız olmaması beni çok etkiledi. “Sen bir katili normal biriymiş gibi anlatıyorsun” diyeni görmedim.
Mungan: Çünkü Türkiye’de yıllardır katiller aramızda yaşıyor ve normal insanlar gibi yaşıyor; yanımızdan geçip gidiyorlar, otobüste yanımıza oturuyorlar. Tıpkı onun gibi, hayâta benzesin, hayat yansısın istedim. Anlattığın şeyde şöyle bir şey var: Demin sözünü ettiğim gibi bu malzemeye bir form, bir roman formu gerekiyor. Öncelikle anlatıyı, “ben öyküsel” dediğimiz katilin ağzından yazmak riskini baştan bertaraf ettim. O, ister istemez okurla kahraman arasında bir duygusal empati ilişkisi yakalar. Onu kırmak çok zordur, çok güçtür. Bu sâdece, çok kötü olduğunu bilen, kendi bilincinde kötü olan, diyelim ki bir seri katil anlatırsanız belki yapabileceğiniz bir şeydir. Ama böyle bir malzeme bunu kaldırmaz. Öncelikle “el öyküsel” anlatı dediğimiz ya da “Tanrı yazar, anlatıcı yazar” dediğimiz yazar ağzıyla yazdım. Orada o mesâfe zâten kendiliğinden bir parça geliyor. Ama buna rağmen yazarın ideolojisi, tarafgirliği devreye girerse malzemeyi sakatlar, malzemeyi berhava eder. Burada taraf olmak ile nesnel olmak arasında bir ayrım vardır.
Çok sık verdiğim bir örnek vardır: Ben Fenerbahçeliyim, ama bir maçta Fenerbahçe ofsayt yaptıysa, taraflı olduğum halde onun ofsayt olduğunu söylemek benim hakîkate ve nesnelliğe olan borcumdur. Tıpkı bir yazarın karakterlerini yarattığı durumlarda nesnel olmaya olan borcu gibi. Hele hele böyle siyâsal bir damarı olan, Türkiye’nin hâlâ yarası olan bir konuda yazarken, sâkin olmakta, serin durmakta yarar var; bunu baştan gözettim.
Demin sözünü ettim: “Daha erken yazamaz mıydınız?” diye soranlar oldu. Yazarların kendi içinde geldikleri olgunluk yerleri var. Her malzeme her yaşta yazılmayabilir. Birçok detay sonradan aklıma gelir; araştırdıkça, çağrışım yaptıkça. Kalıcı bir eser yapmak istiyorsan zamâna yaslanmayı bileceksin. Yazarlıkta en önemli şeylerden biri, çalışmak, araştırmak dışında, sabrı kullanmaktır. Gündelik hayâtımda çok sabırlı bir insan olduğum söylenemez.
Bence de.
Mungan: Ama işimde çok sabırlıyımdır. Sabrın, beklemenin, bekletmenin işine nasıl yaradığını görürsen, onu bir politika, bir strateji hâline getirirsin. Kimsenin bilmediği başka bir şey var ki bu hoşuma da gidiyor. Beni yeterince tanımayan…
Tam onu soracaktım. İslâm değil mi?
Mungan: Evet.
Meselâ ben seni az buçuk tanıyan, çalışkanlığını da bilen birisiyim. Ama dedim ki: “Murathan herhalde çok erken yaştan îtibâren dinî bilgilere bir şekilde hâkimmiş”. Özellikle ilk bölümdeki o kahraman, yani adı olmayan katil üzerinden, onun kurduğu ilişkilerde hem mekânların tasviri hem diyaloglar, iç konuşmalarda, terminolojide…
Mungan: Hakîkîlik var.
Çünkü bunu daha önce gördüm. Bu konuları anlatmak isteyen birilerinin, bâzı yerleri alıp değinmelerini gördüm. Sırıtıyor. Birçok metinde karşıma çıktı bu.
Mungan: “Teyel yerleri gözüküyor” deriz ona.
Evet aynen öyle. Sen nasıl yaptın bunu?
Mungan: İki şey var söylemek istediğim: Ben Osmanlı’ya Dâir Hikâyat’ı yazdığımda çok genç yaşımdaydım. Benim ilk şiir kitabımdır. Osmanlıca denen dille olan ilişkim konusunda insanlar hep bir kuşku payı bırakırlardı. Hattâ, “Dil Tarih’te Arapça bölümünde misin, Farsça bölümünde misin?” diye soru sorarlardı. Ben bu tür sorulara öteden beri çok şerbetliyim. Sen de biliyorsun, benim memleketim Mardin. Mardin’de büyüdüm. Dinî terminolojiyle, dinî geleneklerle tanışıklığım köklü ve Arapça konuşan bir âilede büyüdüm. Bunun getirdiği bir kulak dolgunluğu, bilgi dolgunluğu var. Bu ayrı konu. Ama bu kitaba çalışırken, İslâmî kesimdeki, senin de bir dönem taradığın gazeteleri, dergileri epey okudum. Hattâ belli bir cemaatin kendi içinde yazdıkları romanları çok okudum. Ayrıca kitabı yazarken adını zikretmem gereken kişiler var. Sen varsın, Mehmet Kurt var, Hikmet Çiçek var, Faik Bulut var, Rıdvan Akar’ın programı var. Şu anda unuttuklarım kusura bakmasın. Onlardan yararlandım; ama karakteri giyme, karakteri yazma konusunda orada şöyle bir şey var: Biz akıl çağında yaşıyoruz ya? Her şeyi materyalle tarttığımız bir çağda şu çok unutuluyor; özellikle bizim işimizle ilgili çok unutuluyor: “Yetenek” diye bir şey var. O o kadar inkâr ediliyor ki. “Çok çalışırsan olursun.” Tamam, çalışkanlık işimizin çok önemli bir parçası. Ama üstüne binâ dikeceğin arâzinin, arsanın sağlam olması gerekiyor.
Şimdi bu kadar sene sonra, bu kadar işten sonra böyle sahte bir alçakgönüllülük yapacak değilim. Yeteneğim ayrı, ama başka da bir şey var: Yeteneği diri tutmak. Yetenek de bakım isteyen bir şey. Yani çiçeğe bakar gibi, çocuğa bakar gibi kendi yeteneğini de diri tutman için sürekli o makineyi çalışır durumda tutman gerekiyor; okuman gerekiyor, yazman gerekiyor, dinlemen gerekiyor, araştırman gerekiyor. Aslında benim anlayışıma göre her yazar, her sanatçı kendiyle yarışır, başkalarıyla değil. Başkalarına zamânı olmamalı zâten. İzlemeli, başkalarının yazdıklarından heyecanlanmalı, zevk almalı. Bu da çok önemli bir şey. Sâdece kendine kilitlenmiş, kendi malzemesiyle sarhoş olmuş bir yazarlıktan, bir sanatçılıktan uzun ömür beklememek lâzım. Bir yerde tıkanır, bir anda kendi kendilerinin tekrârı olurlar. Hattâ Türkiye gibi ülkelerde, kendi kendinin karikatürü olma tehlikesi de vardır. Bu yüzden de çocukça bir heyecânı, yeni başlıyormuş heyecânı, “Bakalım ne diyecekler?” heyecânı… Meselâ kitabı çıkarmadan önce birçok kişiye okuttum. Her kitapta yaptım. Bunlardan bir tânesi Ruşen Çakır’dı. Bana geri dönmedi, okumadı. Şimdi bu programla telâfî etmeye çalıştığını düşünüyorum.
(gülüşmeler)
Kitapta çok sayıda kahraman var. İlk baştaki isimsiz katil var. İki çok çarpıcı isim var, birisi onun cemaatteki hocası, diğeri de derin devletteki eğitmeni. Bu iki karakterin ikisi de ayrı dünyalar, ama sanki aynı insanlarmış gibi.
Mungan: Benzerlikleri var.
Evet, çok benzerlikleri var. Hattâ bâzı konularda, o kahramana aynı şeyi ayrı ayrı telkin ediyorlar.
Mungan: Evet. Kendi terminolojileriyle.
Kızma ihtimâlini göze alarak bir şey söyleyeceğim: Sana daha yakın olduğunu düşünebileceğimiz karakterler var. Meselâ gazeteci.
Mungan: Siyâseten daha yakın.
Tabiî, siyâseten daha yakın. Onlardan ziyâde, sana alabildiğine uzak olan insanları daha şey buldum. Romandaki ağırlıkları nedeniyle mi bilemiyorum.
Mungan: Sözünü keseceğim, pardon. Aynı zamanda olaylardaki ağırlıkları nedeniyle de gazeteciler… Daha doğrusu şöyle söyleyeyim, söylemek istediğin yere belki oradan daha erken varırız: Aslında kitabın 1. bölümü bittikten sonra ben okurda şöyle bir efekt yaratmak istedim: Sinemaya gideriz, karanlık salona gireriz, güzel bir film seyrederiz, filmin büyüsüne, atmosferine kapılırız. Film biter, sokağa çıktığımız anda birdenbire o çiğ ışıkta bize her şey biraz farklı görünür. Kitabın birinci bölümünden ikinci bölümüne geçmeye kararlaştırdığımda dedim ki: “Okur böyle bir zeminde kaysın: ‘Ne oluyor? Nereye gittiler? Bambaşka bir roman başladı, başka karakterler gitti, burası neresi, adam ne oldu?’ desin”. Oradan başlayıp –ben buna “atkılama” diyorum– tekrar geçmiş olaylara atkılı bir paralel kurgu inşâ etmeye çalıştım. Bir de her kitapta yapmayı sevdiğim bir zaman oyunu var. Gazeteci Kerem’in Diyarbakır’a gidiyormuş hikâyesi. Kitabı okumamış olanlara spoiler vermeden anlatmak çok zor. Oradaki zaman kayması için de böyle bir şeye ihtiyâcım vardı ki aslında bütün kitap kendi zamânını inşâ etsin. Meselâ, Diyarbakır Emniyet Müdürü’nün cinâyetiyle, o feminist kadın yazarın kaçırılması arasındaki gerçek hayattaki târihsel ara burada yok. Kitap 4 günde geçiyor. Önemli olan, o 90’lı yılların, bütündeki bâzı döneme işâret eden olayları sıkıştırarak, dönem atmosferini, romanın kendi zamânını yaratmak. Başta da söyledim: Diyelim bu kitap Arjantin’de okunduğu zaman, oradaki okur bunu böyle okumayacak; kendi hikâyeleri, kendi olayları, kendi geçmişiyle tartıp bir yere getirecek.
Kitapta evrensel olanı yakalamanın temel sâiklerinden biri de psikolojik derinlik yaratmak. Eğitmen de, Hoca da olaylar konusunda kilit karakterler. Onlara ayrılacak olan zamanda tasarruf, ancak romanın izin verdiği ölçüde yapabilirdim. Diğerleri anlatmaya çalıştığım şey, aslında kitabın başından sonra, o 995 kilometrelik yol içerisinde dikkat edersen renkler açılıyor; kurşunî gökyüzünden portakal bahçelerine geçiyor, canlanıyor, hayat kazanmaya başlıyor. Türkiye’nin doğusuyla batısı, senin de çok iyi bildiğin gibi yıllardır iki ayrı bellekle yaşıyor. Doğudakilerin belleğiyle batıdakilerin belleği aynı değil. Batıdakilerin belleğini gündelik yaşamın gerçekleri değil, medyanın gücü, televizyonların gücü, yalan söyleyen siyâsîlerin ve devlet adamlarının, devlet insanlarının gücü belirledi. Bu tarafta olanlarla o tarafta olanlar aynı şey değildi. Yaşananlar da aynı değildi. O gazetecilerin varlığıyla berâber bir basamak atlayarak oradan bakmanın bir yolunu aradım. Aynı zamanda, kendi kurgusu içerisinde finali hazırlamak için böyle bir şeye gerek vardı.
Bir de arada hoşuna giden birtakım müzik parçalarını da bize anons etmiş oldun.
Mungan: Evet. Çünkü aynı zamanda iki farklı dünyanın hatırladıklarının farkına da bir işâret.
Evet. Bir de Kürt gazeteci-Türk gazeteci farkı da…
Mungan: Özellikle Kürt gazeteci koymamaya çalıştım. Meselâ bana okurlardan gelen “Rojda ne oldu?” sorusu var. Çok sevmişler belli ki Rojda karakterini. Ben de hep aynı şeyi söylüyorum: Türkiye’de şu anda süren üstü örtülmüş bir sürü hikâye. Söyleşilerimde de dile getiriyorum, sen de çok iyi bilirsin: Türkiye’nin ajandasına baktığın zaman, 365 güne her gün neredeyse bir katliam, bir cinâyet, bir kıyım düşmüş. Yani bu anlamda bizim ajandamızın takvim yapraklarında her birinde kan var. Bu sürekliliği vermek için, “Ay! Ona ne oldu, buna ne oldu?” değil. Özellikle son yıllarda Amerikan romanlarına, Anglosakson romanlarına, formatlarına fazla kilitlenmiş bir okur belirdi. Bu, çeviri kitaplarının çok artmasıyla geldi. Bizde de eskiden hani, “Onlar ermiş murâdına, biz çıkalım kerevetine. O öldü, bu kaldı, bu evlendi, roman bitti” diye bir şey vardı. Bu böyle bir şey değil. Bu kitaptaki ucu açık şeyleri özellikle bıraktım. Siz devam edin. Teyze kim? Rejim ne? O sondaki cinâyetin örtbas edilmesinde eğitmenin rolü ne? Ne oldu?
Eğitmenin rolü derken, Diyarbakır’daki o derin devlet toplantısını yazmışsın ya…
Mungan: Evet, onu ben de çok severek yazdım oraya.
Romanda yazdığın diğer şeylerin yerine gittin, otobüse bindin, güzergâhtaki yerlere uğradın. Ama o toplantıyı tasavvur etmek, gerçekten başlı başına bir olay o. Orada aslında derin devletin çok da derin olmadığını ya da hem derin hem değil gibi acayip şifreli bir şeydi sanki. Spoiler olmasın ama…
Mungan: Şöyle söyleyeyim: Sen de konuşmanın başında söyledin; kitapla ilgili çok güzel yazılar çıktı. Sağ olsunlar. Ömer Türkeş’ten Mahmut Mutman’a, Sırma Köksal’dan Eylem Ata Güleç’e, başta Şeyhmus Diken, Arden Çelik’e olmak üzere bölgenin Kürt yazarları… Mahmut Mutman bir şeye dikkat çekmiş — tam da onu yapmak istemiştim: O masanın etrâfında herkesin, her şeyin farkında olup, kimsenin bir şeyin farkında değilmiş gibi yapma oyunu. Dikkat edersen bölümün adı da “Masanın etrâfında”. Aslında devletin kaç yıllık resmî politikasının, bir masa etrâfında, metaforik anlamda toplanması gibi de düşünülebilir. Yoksa o toplantılara kimler katılır neler yapılır üç aşağı beş yukarı araştırdım bâzı şeyleri. Ama söylemek istediğim şey buydu.
İkincisi, orada birtakım beceriksizlikler varsa… Bu roman bir polisiye olduğu için… Yani biz polisiyede hep bir üst akılla okuruz: “O adam bunu yapar mı? Bu açığı verir mi?” Yahu devlet işlediği cinâyetlerde ne kadar çok açık verdi. Meselâ, en basit örnek — kitapta da buna atıfta bulunuyor, herkes eğitmen kadar usta bir komplocu değil: Hatırlarsan, Ankara’da işlenen bir cinâyette intihar süsü veriyorlar, adam solakmış tabancayı sağa tutmuşlar. Bu kadar üstün bir sistem kurmaya çalışanların arkalarındaki beceriksizlikleri… Kitapta da değiniyor. Dikkat edersen katil de, Cihadın Askerleri’nin, askerlerden ve polislerden çok daha iyi istihbârî çalışmalar yaptığını, daha iyi örgütlendiği birkaç kez söylüyor. Nitekim bölgedeki çalışmalara baktığın zaman görüyorsun; ne zaman ki kayıt altına almaya başlanıyor, her şey çöküyor. Yani aslında kitapta içgüdüleriyle, sezgileriyle hareket ettiği halde ne kadar zeki olan bir katil görüyoruz. O anlamda önemli.
Demin sözünü ettiğin Eğitmen ve Hoca, kabaca, iki tarafı temsil eden figür diyelim, bu kadar açık bir temsiliyet ilişkisi kurulmasa da, ikisi de aslında bizim kimsesiz büyümüş katilin, bir anlamda baba figürleri. Meselâ, bir başka yazı yetimliğe değinmiş. Ben o yetimlik konusunu biraz da bilerek seçtim. Çünkü bir romancı bir karakter yaratırken, aynı zamanda karakterinin psikolojik donanımını çok iyi hesâba katmalıdır. Romana ve karaktere evrensellik katan, karakteri unutulmaz kılan şeylerden biri, o arka planına, ruhsal bagajına iyi çalışmaktır. Kitabın sonuna doğru ortaya çıkan Göktürk karakteriyle bizim karakter arasında da aslında bir kader ve geçmiş ortaklığı var. Biraz daha konuşursam bütün kitabı anlatmaya başlayacağım.
Sen sinemayla çok içli dışlısın. Senaryo da yazdın, hattâ oynadığını da hatırlıyorum.
Mungan: Yok canım. Bir sahnede görünmeye oynamak denmez.
Bu aslında çok sinematografik bir kitap. Hani “Bundan Netflix dizisi olur” diyorlar ya? Onun gibi. Yerli ya da yabancı fark etmez, kitaptaki kahramanlardan meselâ o isimsizi kim oynasın isterdin?
Mungan: Çok güzel bir soru. Ben kitabı yazmaya başladığımda adamın en parlak zamanlarıydı. Şuna karar verdim: Bu katilin adı olmayacak, fizikî târifi de olmayacak. Çünkü fâili meçhul cinâyetlerin fâillerinin yüzü doldurulabilir, herkes olabilir. Her sistem kendi fâili meçhul cinâyetlerinin katillerini yaratır. Dikkat edersen neredeyse hiç konuşmuyor katil. Özellikle konuşturmadım. Bir tek Hoca’yla Adana’da konuşuyor. Orada da yine sevdiğim bir ayrıntı: Kendine yerleştiğini hissediyor. İlk defa birinin yanında bir başkasıymış gibi davranmıyor, emânet bir bedende yaşamıyor. O emânet beden benim için önemli. O yüzden de orada biraz konuşuyor. Onun dışında çok sessiz. İçini de seslendirmedim. Çünkü böyle bir katilin vokabüleri, sözlüğü sınırlıdır. Sözcük dağarcığı vardır. Benim birçok yazarda acemilik diye gördüğüm bir şey var: Kendi kelimelerini ve kendi düşünce sistematiklerini kahramanlarına yüklüyorlar. Karşı bir kahraman da anlatsa, anti bir kahraman da anlatsa, ister istemez bir bakıyorsun yazar gibi düşünüyor, yazarın kelimeleriyle konuşuyor. O yüzden o kapıyı kapalı tutmak gerekiyordu. Bunun da bir zorluğu var tabiî: Edebî anlamda yoksullaşma.
Ben yazar olarak bâzı yerlerde hislerine tercüman olmayı tercih ettim. Zihninden geçirdim ve kitabın anlatısında iki optikli bir şey kullandım. Yani duygusal yaşantısı, duygusal izlenimleriyle zihinsel akışı arasında iki odak kurarak katili biçimledim ve uzun bir süre sonra katilin nasıl göründüğü konusunda bilgi vermedim. Bir tek yerde okura da bir tuzak kurdum: Eğitmen Vezirle konuşurken, katili tanımlarken, birdenbire, “Ya, bu adamı bile kandıracak kadar kabuğuna saklanabilmiş” onu anlıyorsun. Gözünden hiçbir şey kaçmayan ve onun kendisini nasıl gördüğü, görebileceği, deşifre edip edemeyeceği konusundaki en büyük korkusunu atlatmış. O âna kadar aslında hiçbir şekilde dışarıdan bir şey yüklemiyorum katile.
Kim olabilirdi o oyuncu?
Mungan: O zamanlar çok parlaktı. Hep şunu diyordum: “Diyelim ki bu roman İngilizceye çevrildi, adam da okudu. ‘Ya şu rolü ben oynasam’ desin” dedirtmek için yazıyorum. Anthony Hopkins. Ama kaç sene öncesinin Anthony Hopkins’i. Çok büyük bir oyuncu.
Ama şu hâliyle eğitmen de olabilir. Eğitmene de çok uyar.
Mungan: Şu hâliyle her şey olur. Dikkatini çekti mi, eğitmende bir “mavi kanlık” var. Tâ Teşkîlât-ı Mahsûsa’ya kadar giden bir damarın…
Bir Amerika ayağı da var tabiî.
Mungan: Evet. Belli ki CIA’ye gitmiş. Snob. Onunla, Nihat Astsubay arasında ya da işte emrindekiler arasında da bir fark kurdum. Onun belki yakınlık kurabildiği tek hat, “Vezir” dediğimiz, devletin –o “derin devlet” neyse, ben de bilmiyorum– en üst makamlarında biriyle bir diyalogu var. Zaten Vezir’e yüklediğim ayrıntılar da aslında farklı katmanlarda Türkiye’deki oyuncuların dağılımı konusunda da fikir versin istedim. Biliyorsun bu kitap nedeniyle uzun zamandır pek çok konuşma yapıyorum. Söylediğim bir şey var: Günümüzde kutuplaşmadan, çift kutupluluktan çok söz ediliyor. Benim sosyolojik bir gözlemim var: Ben aslında Türkiye’de kutuplaşmadan çok, çok kutupluluk görüyorum. Türkiye’nin hem siyâsî anlamda hem coğrâfî anlamda hem toplumsal anlamda manyetik alanı dağılmış vaziyette. Pusulası sadece iki kutup arasında gidip gelmiyor; çok kutuplu. O küçük küçük odaklar güçlendikçe, mevzi kazandıkça, bizim genel olarak söylenen “çift kutupluluk” tezini çürütüyor. Zâten şu andaki toplumsal temel sıkıntılarımızdan birinin bu parçalanma olduğunu düşünüyorum. Bu karakterleri de kitaptaki karakterler arasındaki diyelim ki o Özel Harekât Müdür Yardımcısı ile nasıl farklı iki karakter ya da o masanın etrâfındakilerin birbirine benzememesi, sâdece onların bulundukları istihbârî birimlerin ağırlığıyla ilgili bir şey değil. Sınıfları, geldikleri yerler, düşünce tarzları… O bölünmüşlüğü biraz da öyle vurguladım. Kitapta temel iki kutup varmış gibi gözüküyor, ama alttan alttan, sâdece çıkarlarla değil…
Masanın etrâfındaki farklılıklar da var. Bu kitapta en esrarengiz ve “Keşke Murathan biraz daha anlatsaydı” dediğimiz bir teyze var, değil mi?
Mungan: Evet.
Tabiî şunu da özellikle söylemek lâzım: Bu yolculuğu boyunca, birisiyle haberi olmadan, birisiyle haberi olarak, yine aynı kıta sahanlığı içerisinde iki kişiyle karşılaşıyor kahraman. Teyzeyi görüyor, ama teyze olduğunu anlamıyor değil mi? Tanımıyor çünkü.
Mungan: Ama gözü bir yerden ısırıyor teyzeyi. Bu anlatıma gerilim katan bir şey. Tabiî şöyle de bir şey var: Dersini çok çalışıyorsun, okuyorsun, ama bu işin bir de hüner kısmı var. Polisiye edebiyâtın bâzı kurgu tekniklerini, bâzı merak unsurlarını… Okura bir kitabı okutan en temel şey meraktır. Okur bir şeyi merak ettiği için okur. İkincisi, tat aldığı için okur. Kitabın öyle bir dili olması gerekiyor ki okuma hazzı versin. Dediğim gibi sosyolojik bilgileri, gazete bilgilerini her yerden edinebilir. Ama bir dile çalışıyorsun. Karakterin diline, tanımına çalışıyorsun. Meselâ Selâmet Ocağı’ndaki Seyfullah’ın dilini ayrı çalışıyorum. Bir tâne örtülü mâzi yazıyorsun arkanda, onun gölgelerini serpiştiriyorsun. Meselâ “Köse ile ilişkisi, bağlantısı ne acaba?” gibi. Bütün bu akış içerisinde çıkan karakterleri belli bilgilere gönderme yapıp bıraktım. Gerçekten, dağa çıkan kızlara ajanlık teklif eden, onları yöneten bir birim. Ne oldu ne bitti?
Senin de dâhil olduğun o döneme âit yazan herkesin değindiği bir şey var: Devletin kendi içinde de güç savaşları var. Kitaptaki şey de bu.
Hem güç hem paylaşım.
Mungan: Paylaşım ve güç. Bir de çıkar ilişkileri var. Yani herkesin bildiği bir şey bu. Yüksekova’dan başlayan bir şey var. Mesela Van’daki kadın kim? Unutmadan şunu söyleyeyim, benim için önemli: Olaylar konusunda hiçbir bilgi uydurma değil. Dâvâ konusu olabileceğini düşündüğüm her şeyi şöyle seçtim: Ya mahkemesi süren, mahkemeye verilmiş ya basında yer almış ya da birilerinin kitaplarında yer almış bilgilerdi bunlar. Asıl kreatif, yaratıcılık kısmını başka yerde gösterdim. Ya da bu olayları birbirine bağlamakta hüner gösterdim diyelim — edebî bir hüner varsa eğer. Bütün bunları yaparken de o karakterlerin her birinin hikâyesini kitaba gömdüm. Ama istedim ki okurun zihninde devam etsin; okur “Sonunda kim öldü kim kaldı?” diye benden beklemesin Çünkü Türkiye sürüyor. Türkiye’nin doğusundan batısına 995 km yol katedildi. Ama o yol içerisinde, Türkiye çok ciddî kayıplar yaşadı. Türkiye bir yol kaybı ülkesi aslında. Bu yol, sâdece birinin dört günlük yolculuğu değil, Türkiye’nin yolculuğu gibi okunsun istedim.
Bir de kapakta otobüs ve kurşunun birlikte olması da gösteriyor.
Mungan: Kapak Utku Lomlu’nun. Bunu özellikle belirtmek isterim.
Yayından önce sohbet ederken, çok bölüm attığını söyledin. Yine spoiler vermeyelim ama, bilerek yaptığın belli oluyor. Hani “Herkesin kafasında yürüsün” diyorsun ya? Ama sanki o kısımları biraz daha uzatmıştın diye tahmin ediyorum.
Mungan: Hayır, attığım yerler onlar değil. Aslında şu var: Kitabın sonunu tabiî ki söylemeyeceğiz Dramatik sanatlarda şöyle bir şey vardır. Filmlerde de vardır bu. Filmin bir noktası gelir, sen seyirci olarak anlarsın ne olacağını. Ama yönetmen hâlâ anlatmaya devam ediyordur. “Galiba öyle bir şey çıkmayacak” dersin. Sonra bakarsın öyle bir şey çıkar. Sinirlenirsin, “Ne uzattın?” dersin. Hikâyenin finalinde eğer bir tokat indireceksen, finalde atacağın tokatla elinin havaya kalktığı zaman arasındaki mesâfeyi çok iyi ayarlaman gerekiyor. Yani beklenmedik olan şey birdenbire olursa, bir beceriksizliktir. Arasını çok uzatırsan, o ikinci beceriksizliktir. Oralarda ciddî bir teknik yakalaman gerekir. O ustalık gerektiren bir şey.
Yine bu finalle ilgili söyleyeceğim şey: Dikkat edersen hepsinin ipuçlarını veriyorum. Aslında kitabın finali neredeyse başından belli. Ama dikkatten kaçırıyorsun ya onu, okur ancak bitince anlıyor. “Aa! Ben unutmuştum, öyle bir şey vardı” diyor. Kartal Yüzbaşı’yla katilin Taşucu Dinlenme Tesisleri’nde karşılaştıkları sahnede –ki benim çok severek yazdığım bir diyalog o– Kartal Yüzbaşı, bir sürü fâili meçhul cinâyetin fâili olan adamla karşılaştığında ilk lâfı, “Dünya mı çok küçük, biz mi her yerdeyiz?” olur. Aslında kitabın temel temalarından biri de buydu. Yani o yayılma, “Biz” dediği şeyin aslında hem elle tutulur olması hem bütün yurt sathına yayılması ve “biz”in kaybolması. Bunu önemsemiştim. Yazılan yazılarda buna da dikkat çekiliyor, bu hoşuma gitti. Daha doğrusu bir yazar olarak yapmaya çalıştığın şeyin görülmesi insanı çok mutlu ediyor. Beğenilmek yazarı, sanatçıyı çok memnun eder zannediliyor. Evet, memnun eder. Ama beni asıl memnun eden, yapmaya çalıştığım şeyin görülmesi, anlaşılmasıdır.
Bir de fark etmişsindir, tek tük gözüme çarptı bir yerlerde: “Murathan iyi bir şey yazmış” deyip olayın içeriğine çok fazla girmeden, düz bir polisiye mantığı yürütmüşler. Halbuki burada yazılanlar 90’lı yıllar realitesi. Onları çok fazla dillendirmeden…
Mungan: Yazarların, eleştirmenin işine karışmam. Eğer bir kitap yazıyorsanız, sanatsal bir uğraşıda bulunuyorsanız, daha doğrusu soyunuyorsanız, ortaya çıkıyorsanız, herkes bir şey söyleyecektir. Olumsuz eleştirilere de hazımlı olmak, işinizin ve olgunluğunuzun bir parçasıdır.
Benim şu âna kadar gördüğüm, okuduklarımın büyük bir kısmı pozitif ve hepsi farklı eleştiriler. Meselâ bir tânesi Hrant Dink göndermesi yapmı, kimin yazdığını unuttum.
Mungan: Üzerine düşünülmesi hoşuma gidiyor. O süreklilik hissini kuvvetlendiren bir şey çünkü.
Evet o anlamda gerçekten çok çarpıcı. Sorulmaz ama, şimdi karşımıza ne çıkacak? Şiir mi olacak?
Mungan: Doğrusu bilmiyorum. Şöyle bir şey söyleyeyim sana.
Bu biraz yormuş galiba seni.
Evet, bu çok yordu. Fakat başka bir şey var. Bu kitaba çalışırken o kadar çok farklı kitaplar, kaynaklar taradım ki… attığım kısımlarla da alâkalı sahneler, kişiler, olaylar… Yazar arkadaşım Seray Şahinler’in deyişiyle, galiba “90’lar üçlemesi” olacak. İki kitap daha tezgâhta duruyor.
Kafanda yani.
Mungan: Yok, yazılmış bölümleri bile var. Şunu bilmek lâzım. Bir yazarın, özellikle benim gibi iştahlı bir yazarsa, malzemesiyle ilişki kurarken, o pirincin ne kadar su kaldıracağını hesaplaması gerekiyor, eğer pilâv yapacaksa. Baktın elinde fazla malzeme var, onu kenara koymayı öğrenmelisin. Sen öğrenmezsen zaman sana öğretiyor zâten. Çok güzel şeyler çıktı, bir şeyler yakaladım. Sonra baktım, bu parladı. Hattâ şöyle bir şey var: Ben 2018 yılında DAAD Bursu’yla Berlin’de bir sene burslu olarak yaşadım. O kaldığım ev o kadar çok önem kazanmaya başladı ki bende, bu 90’lar hikâyesine âit kurduğum bir diğer romanın, bütün birinci bölümünü o evde ve neredeyse sâdece evin içinde geçiren bir kurgu yaptım ve çok da güzel bir şey yakaladım. Ama onun başı da şöyle: Sana bir şeyin ne zaman geleceğini bilemiyorsun. Bir tarihte Karaburun Kongresi’ne katıldığımda sabahleyin denize girmek için sâhile indim. Taşa uzandım, karşıda küçük bir ada var. “Nedir bu Ada?” diye sordum, “Keçi Adası” dediler. 15 dakika önümü, 15 dakika arkamı yakmak için Keçi Adası’nı düşünürken, yarım saatin sonunda kafamda roman bitmişti. O roman, “90’lar üçlemesi” dediğim, ne zaman biteceğini bilmediğim ve bu konuda bana “Abi, ne zaman bitiriyorsun?” sorusunun sorulmamasını istediğim çalışmalardan.
Şimdi ne yaparım bilmiyorum. Şu anda elimde birkaç iş var. Ama şunu söyleyebilirim: Başka yazarların, şâirlerin verimlerinden seçkiler yapıyorum biliyorsun. Şu anda bitmiş olan, 2024’ün ilk iki kitabı, seçki kitabı olacak; edebiyatımızdan iki seçki. Ondan sonra kurmaca olarak ne yaparım bilmiyorum. Çok uzun söyleşiler verdim, belki onlardan yeni bir deneme kitabı çıkar, ama biraz daha sâkin sularda. Ve çenemi tutabilirsem eğer, “Şunu yazıyorum, bunu yapıyorum” demeden geçirmek istiyorum. Çünkü sonra yakama yapışıyorlar.
Bitirirken şunu da sormak istiyorum: Bu kitap, bir sorumluluk duygusuyla yazılmış sanki. Sanki değil de, öyle bir yanı var.
Mungan: Evet. Şöyle bir şey var. Türkiye bu son 20 yılda çok büyük şeyler kaybetti: Dilini kaybetti, ahlâkını kaybetti, vicdânını kaybetti, haysiyetini kaybetti. Daha da önemlisi, hakkaniyetini kaybetti. Beni üzen, entelektüel vicdânın, entelektüel hakkaniyetin kaybında da oldu bu. Yazarların hem toplum üstündeki etkisi zayıfladı hem de onların toplumsal rolleri zayıfladı. Hepimizi içine alarak söylüyorum, kimseyi dışta bırakmıyorum. 80 sonrası başlayan bu süreç hepimizi kuşattı. İstikrârı olanlar, duruşunu bozmayanlar var. Bu konuda da alçak gönüllülük etmeyeceğim; hep aynı yerde durdum. Kendimi geliştirdim, kendimi zenginleştirdim, kendimi gözden geçirdim, ama hep aynı yerde durdum. Bu ve benzeri birkaç şey, benim kendimle, vicdânımla kurduğum yazar sorumluluğum da kurduğum ilişkiydi. Ama bu sorumluluk, ille de kâğıda döküldüğünde iyi bir yapıtın ortaya çıkmasının garantisi değildir. Orada işin içine plastik, estetik bir sürü neden girer ve bir gazetecinin, dergicinin, televizyoncunun günübirlik olayları tâkip etme ve yansıtma hızıyla, bir yazarın, o malzemeyi alıp ondan eser üretme hızı aynı değildir. İşlerinin doğası gereği aynı değildir. O zamânı iyi ayarlamak, tamâmen kendi saatinle ayarlı bir şeydir. Eğer sâdece roman yazıyor olsaydım belki daha çabuk çıkacaktı. Ama kırk tarakta bezi olunca benim gibi bir insanın, o malzemeler görücüye çıkacağı zamânı bekliyorlar. Ben yazarken çok sabrediyorum. Beni sevgiyle ilgiyle izleyen okurlarımın, tâkipçilerimin de bana sabır göstermelerini bekliyorum.
Çok sağ ol Murathan, çok güzel bir söyleşi oldu.
Mungan: Ben teşekkür ederim.
Murathan Mungan’la, son kitabı 995 km’yi konuştuk. Kendisine çok teşekkürler, size de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.