Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Aydın Selcen yazdı: Vaziyet mükemmel

Olan biteni, başımıza geleni anlayıp, açıklamaya çalışıyoruz. Durduğumuz, kendi baktığımız yerden çektiğimiz fotoğrafta çerçevenin içine gireni bütünün tamamı sanıyoruz. Matematikte yanlış şekiller üzerine de doğru akıl yürütülmesi gerektiği gibi, o anlık dar çerçeveye bakarak da bütün üzerine konuşulabilir. Buna karşılık enstantaneye bakıp tarihsel devamlılık aramakla, o andan geriye giderek onu gerekçelendirmekten sakınmalı. Olanı ve alanı (eğip büküp) kafadakine uydurmaya uğraşmaktan da kaçınmalı.

Sene olmuş 2024, 21. yüzyılın ilk çeyreğinin sonuna geliyoruz. Erdoğan 100 yaşına basan cumhuriyet tarihinin beşte birine ulaşacak süredir iktidarda. Onun yönetim dönemi de farklı aşamalardan oluşuyor. Bu saptamayı yapana, “sen onun ilk günden islâmcı olduğunu bilmiyor muydun” sorusuyla yüklenmek, çözümlemeye katkı sunmadığı gibi yol da tutmuyor.

Üstelik “biz buraya nasıl geldik” sorusu (Mehveş Evin’in aynı adlı kitabı var) ilginç ve geçerli olmakla birlikte, “biz bu çukurun içinden nasıl çıkarız” sorusunun yanıtını bulmak işi bugün çok daha ivedi. Hiç yoktan insanın kendini Kavala, Demirtaş, Atalay ve onlar gibilerin yerlerine koyması bunu anlamak için yeterli. Bu ivedilik duygusunu taşımak ayrıca “kurmaylık” gereği. Kurmaylığın ilk koşulu ise, zamanında Mareşal Foch’un dile getirdiği üzere, “de quoi s’agit-il” (mesele nedir) sorusuna yanıt aramak. Dilerseniz, “kurmaylık” yerine “siyaset” diyelim.    

Filmi Osmanlı’nın erken dönemlerine dek geri saran çok. İmparatorlukla cumhuriyet, İTC ile CHP, derken Enver ile Kemal arasında devamlılık gören de. Oradan da bizim burada devletin, onun biçimi veya kabuğu değişse de, hep kâdir-i mutlak, ebed-müddet, despotik, ceberrut olageldiği sonucuna varıyorlar. Böylece tarihe özgün bir yaklaşım getirdiklerini, gözüpek bir keşifte bulunduklarını iddia ediyorlar. Bu apolojetik “fenalıklar silsilesi” anlatısının bir yerinde Atatürk de kendine “yanlış kuruluşun diktatörü” olarak yer buluyor.

Mustafa Kemal askeri akademi yıllarından başlayarak stratejik bakımdan savunulabilir ve haritada çizgileri açıkça belirli uluslararası tanınmış sınırlar içine çekilmek yanlısı. Türk milliyetçisi, batıcı, bilimci hatta seçkinci nitelikleri oldukça erken yaşlardan dünyayı kavrayışında yer etmiş. Anadolu’ya geçtikten sonra akılcı ve pragmatist davranmış. Anti-emperyalist ve anti-kapitalist bolşevikleri de, maceracı ittihatçıları da, çoğunluktaki ittihad-ı islâmcıları da zamanı gelinceye dek idare etmiş.

1920’lerin başlarından 1930’lara varıldığında on yılda sağlanan kökten dönüşüm ortada. Önce kazanmayı bilmiş,  sonra tasarladığını alanda uygulamayı. Bu resme bakıp “özü sözü bir değilmiş” mi demeli, “ne yapacağını/işini biliyormuş” mu? Başardığını düşündüğü iş, 1789 Fransız İhtilâli’ni uyarlayıp, Fransa’nın III. Cumhuriyeti’ni burada kurmak. Bunun başkaca örneği de Batı’da bile o dönemde yok. Churchill’in dünyayı ipten alan 1940 performansı gibi, hepsini çıkartsak Atatürk’ten geriye laik cumhuriyet (ve Sakarya Zaferi) kalır. Atfedilen tüm günahlarını terazinin bir kefesine koysak, öteki kefedeki laik cumhuriyet sevabı bilançoda ağır basar.  

“Türkiye Cumhuriyeti devleti, beka kavramı ve bekayı günümüzde fiile geçiren, onu işlevselleştiren vahdet-i devlet ile ilişkilendiği ölçüde bir istisna hâlini (anarşiyi) belirleyen, olağanüstü hale karar verebilen bir devlet olarak egemen ve hukukun ötesindedir.” diyor Prof. Dr. Kaynar. Bunun üzerine binen bir de Soğuk Savaş döneminde özellikle İtalya’da uygulanmış “gerilim stratejisi” (“stratégie de tension”) boyutu var. Onun üzerine de Naomi Klein’in 2007’de ortaya attığı afet kapitalizmi temelli “şok doktrini” eklenebilir. Hepsini ve ötesini, bu yerli ve milli ileri demokrasi coşkusuyla buram buram deneyimliyoruz.

Kendi adıma teleskopu geçmiş yüzyıllara veya onyıllar ötesine çevirmektense, 15 Temmuz 2016 sonrasını mikroskobun altına koymaktan yanayım. Nice darbeler, muhtıralar gördük. Başarısız olduğu söylenen son darbe girişimi denli etki edeni herhalde görmedik. Hiçbir şey olmadıysa da bir şeyler oldu belli ki. Suriye’ye girmekten S-400 alımına, kayyumlardan Kavala, Demirtaş, Atalay gibi isimlerde simgeleşen her renkten muhalifi zindanda çürütmeye, Yargıtay’ın AYM’ye meydan okumasından yurdun arazisini, madenini, doğasını doyasıya yağmalamaya, medyanın tekelleşmesine ve kuşkusuz başkanlık rejimine.

Bugün burnunu suyun üstünde tutmaya çalışan AKP çok eskiyi, devlete egemen olmayı amaç edinen MHP ise az eskiyi ihya peşinde izlenimi veriyor. Böylece sürekli bir gerilim halinde iktidarı paylaşıyorlar. Seçmene siyaset diye pazarladıklarıysa kadim değil köhne esasen. Zira ne çok eski Osmanlı ve emperyalizm kalmış ortada, ne az eski Soğuk Savaş. İhvan’ın üzerinden bile silindir geçmiş (bkz. geçen yazım).

Baksanıza son ÇağlayanAdliyesi saldırısının ardından içişleri bakanı çıkıp “sol terör örgütü” diye tanımlıyor DHKP-C’yi. Anlamamız istenen, TBMM’de temsil edilen yasal CHP, DEM, TİP’ten başlayıp, eli silâhlı PKK ve DHKP-C’ye varan bir “sol tehlikenin” varlığı. Tüm muhalefet bu cephenin parçaları. Hepsi devletin düşmanları. Hepsi terörist. Hepsi hain.

Oysa dünya da değişti. Rusya, AB parlamentosu seçimlerinde canla başla ulusalcı-egemenlikçileri destekliyor. Fransa’da küreselleşmeden (enternasyonalizmden?) yaka silken çiftçiler çevrecilere ve Brüksel bürokrasisine kazan kaldırdı. Almanya’da dünün göçmenleri, bugünün mültecilerine kapıyı açıyor diye sosyal demokratlardan yakınıyor. ABD’de latino ve siyah seçmenden Trump’a destek artıyor.

İçeride de Erdoğan siyasetin üzerini çizip, hizmet ve eserde yarışmayı dayatıyor. Laiklik tartışmasını bir kültür meselesine indirgiyor. Laiklik savunusunu, dini değerleri aşağılamakla eş tutuyor. Gelecek nesilleri öğretmenlere değil imamlara emanet ediyor. Milli Eğitim Bakanı kafasına göre müfredat değiştiriyor. İçişleri Bakanı değer ve hassasiyetleri korumayı görev ediniyor. MİT Başkanı “devlete ve millete kötülük” diye bir tehdit icat ediyor. Milli Savunma Bakanı “son terörist kalıncaya” yani sonsuza dek terörle mücadeleden söz ediyor. Dışişleri Bakanı çevresine bakıp “Durum iyi değil” diye saptamasını (!) yapıyor. Ekonomi Bakanı türlü ihalelerin peşkeşine göz kapayıp, enflasyonla mücadelede vergiyi tabana yaymayı hedef gösteriyor.

Muhalefet de simit fiyatını belirlemeye dek varan korporatizmi izleyip, gördüğünden neo-liberalizm ezberi çıkarıyor. Ve asla oyuna gelmiyor: Önceki günkü anayasaya darbe çığlığı, ertesi gün yerel seçim öncesinde gündemden kopmama çağrısına dönüşüyor. İktidarın Gezi’den çıkardığı toplumsal muhalefet dersi, onu muhalefet etmeyi toptan suç işlemek olarak sınıflandırmaya yöneltiyor.

Bana göre “mesele” şu: Yine “bir kez daha ilk kez” yarışmayacaksa eğer, 2028’de Erdoğan olmayacak. Metropolleşme derinleşip genişlerken, metropol seçmeninin AKP-MHP’den uzaklaşması da hızlanarak sürecek. 2023’ten 2028’e ilk kez oy kullanacak seçmenler de havuza eklenecek. Muhalefet adayının İstanbul ve çeperlerindeki Marmara Bölgesi AKP seçmeninden 1% veya 2 % oy alabilmesi gerekecek.

Mübalağa, belagat sanatının veçhelerinden biri. Abartıya başvurarak 31 Mart yerel seçimlerini ve onun içinde özellikle İBB seçimini, 2028 yolunda ülkemizin demokrasi geleceği açısından bir ikinci “melhame-i kübra” olarak tanımlasak herhalde yeterince akılda kalıcı olur. 1914’te yine Foch rahmetli Marne cephesinde şöyle buyurmuş: “Merkezim çöküyor, sağ kanadım çekiliyor, hareket etme olanağım yok; vaziyet mükemmel, hücuma kalkıyorum…”

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.