Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Aydın Selcen yazdı: Kuruluşunun 97. yılında MİT’in başkanı Kalın’la hasbıhal

Belki berceste okurdan kimi geçen yazımın ulusal güvenlik ve dış politikaya ilişkin paragrafındaki şu cümleye bakıp, “hayrola?” demişlerdi içlerinden: “Arkasında asılı Atatürk resmiyle masasındaki anayasa kitapçığı dışında, duvarındaki Türkiye haritası ile yanında duran Türk bayrağı dışında ‘değer ve hassasiyeti’ olmayacak; ‘kafasında (ihvancılık vb.) kırk tilki dolaşmayacak’ karar alıcı, siyaset yapıcı.”

İşte denk düştü, o sorunun yanıtını 97. kuruluş yılı vesilesiyle MİT’in başkanı İbrahim Kalın’ın yaptığı konuşmanın satır aralarında bulmak mümkün. Ayrıca içerik, biçem ve boyut bakımlarından karşılaştırmak için yine dileyen okur Kalın’ın ABD’deki mevkidaşı CIA direktörü Bill Burns’ün muteber Foreign Affairs dergisinde 30 Ocak 2024 tarihinde çıkan benzer amaçlı yazısına da göz atabilir.  

Gerçekten “tipik” olarak Kalın’ın konuşma metninde laik cumhuriyet yurttaşı islâmcının, üstelik o cumhuriyette üst düzey karar alıcı devlet memuru konumundaki bir islâmcının, “entelektüel burulması” belirgin biçimde izlenebiliyor. Adeta konuşurken Kalın’ı bembeyaz entarisi içinde Ortadoğu’da bir camide yahut bir vahada hurma ağaçlarının gölgesinde hasıra bağdaş kurarak sohbete dalmış bir din âlimi rolünde gözümüzde canlandırabiliriz neredeyse. 

Ne yazık ki Kalın, ne tarihte ve coğrafyada durduğu yeri, ne yaptığı görevin kilit önemini ve kapsamını içine sindirebilmiş görünüyor bu satırlara bakıldığında. Ve yine Kalın’ın kendi açısından ne acı olmalı ki, burası ne (muhtemelen Ahmet Davutoğlu’nun peşinden giderek)  lisansüstü öğrenimini aldığı Malezya, ne Mısır gibi bir Ortadoğu ülkesi ve hiçbir zaman da, hatta üzerinde tepinilse bile, öyle olmayacak.

Öte yandan tıpkı Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası Başkanı gibi MİT Başkanı’nın da çok düşünüp ve çok okuyup, pek seyrek ve özlü konuşmasının esas olması gerektiği kuralı da sanki ihmal edilmiş. Demokrasilerde istihbarat kesinlikle “politize” edilmemelidir ve teşkilatın başat görevi de anayasayı yani laik cumhuriyeti korumaktır. Ulusal egemenlik, tam bağımsızlık, stratejik özerklik gibi kaygılar da Türkiye’nin 1952’den bu yana NATO müttefiki olduğu gerçeğini değiştirmez. Aksine bunların korunmasına, bunlara erişilmesine temel oluşturur. 

Metnin 36 sayfa oluşu, yazarının belagatin şehvetine ve belki nadir bir dertleşme olanağı bulmasına kendini oldukça kaptırmış olduğu izlenimini veriyor. İçerik açısından ele alındığında, konuşma doğrudan 17. sayfasından başlasa yahut başka deyişle, muhayyel bir dinleyici etkinliğe geç kalarak salona 17. sayfa okunmaya başlanırken girmiş olsa, kaydadeğer bir eksiği olmazdı.

Aynı bağlamda (aşağıda “örnekler” bölümünde görüleceği üzere) “gelenek” adı altında “fıkıh” alanına bile girilen son sayfalardan da dördü, beşi çıkarılsa 36 sayfa rahatlıkla 15 civarına indirilebilir ve böylece amacına daha uygun duruma dönüştürülebilirdi. Kalın’ın kullandığı dilde yeri geldikçe ve imkân buldukça ağdalı Arapça-Farsça sözcükleri anlaşılır Türkçe’ye yeğlemesi ise herhalde yine aynı iç sıkıntısının dışavurumu olsa gerek. 

Kalın konuşmasında Toynbee, Voltaire, Gazali gibi pek çok yazara, düşünüre atıfta bulunuyor ve Tolstoy’un Hacı Murat’ındaki “Deve dikeni” hikâyesine de değiniyor. Ben de hasbelkader Ahmet Cevdet’in “bal kabağı ile gülle” meseline burada yer vermiştim: “Garblılaşmaya muhalefet, onun kısmen yapılabileceğini düşünmek, ‘bal kabağı’nın ‘Krupp güllesiyle’ çarpışma davasına benzetilebilir.” Bilvesile tekraren âli dikkatlerine naçizane arz etmiş olayım.

Esasen, Kalın’ın metinde dışa vurduğu “entelektüel burulma” ve özgün varsaydığı bayat tartışma burada hiç yoktan 19. yüzyıl ortalarından (hatta II. Mahmut döneminden) başlayarak fazlasıyla ve derinlemesine yürütülmüştü. O defter, laik cumhuriyetin Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları tarafından kurulmasıyla da tekrar açılmamacasına kesin biçimde (çünkü varkalmak için başkaca seçenek olmadığından) kapanmıştı. Doğrusu, eldeki konuşma metni tam da suret-i haktan görünüp THK usulü oyunu ince kıyım doğramanın; takiyyenin, islâmcılık ve hatta ihvancılık nedir anlamanın başyapıt niteliğinde bir el kılavuzu olmuş.

Metnin çatısı, ondan sakınmak kısvesi altında uydurma bir Doğu-Batı çatışması üzerine kurulu. Doğu’dan anlaşılan da “İslâm dünyası.” Ancak bu zihin haritasında “çoğul İslâm” kavramına yer olmadığı gibi, kabaca Orta Asya kaynaklı “müceddidlikten” de düşünsel iz görülemiyor. “Doğu” diye büyütülenin içindeyse Müslüman olmayan Çin’in, Hindistan’ın, hatta genel olarak bugünlerde adına “küresel Güney” denilen Soğuk Savaş döneminin Üçüncü Dünya’sının nereye sığdırıldığı anlaşılamıyor.

Teknik açıdan metin, “NATO’yu Karadeniz’de istemiyoruz” diye çıkışmakta beis görmeyen Deniz Kuvvetleri Komutanı tutarlılığını (!) andırıyor. Had safhada anakronik biçimde dünün, o da dün bile ancak kenarlarda kalmış, “kimlik” meseleleri öne çıkarılıyor. IŞİD, Ukrayna, Gazze, Kızıldeniz, Tayvan gibi günümüzün orta yerdeki başat sınamaları islâmcı örtünün altında kayboluyor.

Oysa tutulan ya da önerilen yolun sağlamasını yapmak basit: Konuşmanın yapıldığı törende Kalın’ın yanında sahne alan Erdoğan izleyicileri, mutluluk ve gururla havaya kaldırdığı iki eliyle birden dört parmaklı malum rabia işaretini yaparak selâmlıyor. Aynı Erdoğan on küsur yıl aradan sonra 14 Şubat’ta Kahire’de Sisi’yle kucaklaşıyor olacak. Kaderin tuhaf tecellisi: İhvancılığın anavatanı, doğum yeri Mısır. “İslamofobi” kavramını dolaşıma sokup, kendilerinin yuvalandıkları Batı’daki rahatları bozulmasın diye özellikle solculara yutturan da ihvancılar.   

Öyleyse sıradan görüneni yinelemekten çekinmemeli: Gönül bağına dayanan ulus, erdeme dayanan cumhuriyet, laikliğe dayanan anayasa. İşte “2028” sonrasının, hukuk devleti, ifade özgürlüğü, yargı bağımsızlığı, ifade özgürlüğü, yerinden yönetim zemininde yükselecek büyük “şantiyeleri” bunlar olacak. Kalın’ın “Doğu-Batı” çekişmesinin gözbağcılıkla saklamaya çabaladığıysa aslında demokratlar ve özgürlükçülerle, onların karşısındaki diktatörler ve “demokratörlerin” savaşımı.

(Kahire ziyaretine değinmişken, Putin’in önümüzdeki günlerde gerçekleşecek Ankara ziyaretinin de, komşusu Ukrayna’yı işgale yeltendiği 2022 Şubat ayından bu yana ilk kez bir NATO ülkesini ziyaret olacağını anımsatalım. Bunun tıpkı tarihsel boyuttaki S-400 alımı diplomasi faciası gibi kendi kalemize atacağımız bir başka diplomatik gol olacağını da not düşelim.)    

Sonuç olarak, konumu dolayısıyla ve baş görevi bu olması gerektiğine göre, Sayın MİT Başkanı’na tek bir soru yöneltebilmek isterdim: Kurt artık ağılın içindeyse, üstelik kuzu postuna da bürünmüşse, laik demokratik cumhuriyet kendini nasıl korumalıdır? 

YUKARIDAKİ SAVLARI ÖRNEKLENDİRMEK BAĞLAMINDA SÖZKONUSU KONUŞMA METNİNDEN SEÇMECE ALINTILARI VE BUNLARA VERİLEBİLECEK REPLİKLERİ AŞAĞIDA OKUYABİLİRSİNİZ:

“Hegemonik güçler koydukları kuralları kendileri ihlal ederek uluslararası düzenin güvenilirliğini tahrip ediyorlar. Kurallara dayalı olduğu söylenen küresel sistemin sağlıklı işleyişinin sürekli ihlâl edilmesi, düzen ve adalet için şart olan ‘sağlam zemin’ (terra firma) kavramını ortadan kaldırıyor. İnsanları ve toplumları bir arada tutan tutkal uçup gidiyor.” -Bkz. en güncel bir örnek olarak Can Atalay vakası?

“Kelime anlamı barış olan İslam’ın hâkim olduğu coğrafyadaki çatışmalar ve savaşlar, idealler ile gerçekler arasındaki uçurumun giderek derinleştiğini işaret ediyor.” -“İslâm’ın hâkim olduğu coğrafya’da laiklik coşkusu” adlı film pek yakında vizyonda?

“Sağlam, güvenilir ve öngörülebilir bir zemin olmadan herkes için özgür, güvenli ve müreffeh bir yaşam alanı (habitat) inşa edemeyiz.” -Ona içeride laiklik, hukuk devleti, eşit anayasal yurttaşlık vb., dışarıda revizyonizm, rövanşizm, irredantizm vb.den kaçınma diyoruz “literatürde” biz.

“Ülkemizin sınırlarının ötesinde bölgesel bir barış ve istikrar düzeni inşa etmeyi amaçlıyoruz.” –Destur? Teşkilâtın adı “milli”, amacı sınır ötesinde “hafriyat ve inşaat” mı? Nasıl olacak? Olanak yok ama amaç bu olsa bile böyle alenen duyurulur mu, duyurulmalı mı?

“ABD’nin öncülüğünde tek-kutuplu bir dünya tasavvurunu esas alan yeni küresel düzen, bugün düzenden çok kargaşayı (…) ve tek taraflı güç politikalarını öne çıkartıyor.” -NATO müttefiki Türkiye’nin asıl derdi ABD’ye kafa tutmak ama Putin, Hamaney, Şi vb. diktatörlerle sorunu yok mu?

“Kendi vatandaşına demokrat, başkalarına otokrat olan ülkelerin tek taraflı ve ikiyüzlü politikaları, demokrasi ve katılımcılık söyleminin küresel anlamının ve değerinin sorgulanmasına neden oluyor.” –“Biz ‘kendi vatandaşımıza da demokrat’ değiliz, özümüzü sözümüz bir: İçeride de dışarıda ceberutuz” mu diyoruz?

“Yeni dünya düzeni (…) küresel değildi çünkü Batı-merkezli bir paradigmaya dayanıyordu.” -Hangi Doğu? Japonya, Kore, Tayvan, Singapur vb. ne Hristiyan, ne batıda ama “küresel Batı’da”? Öyleyse “Batı” ile sorun nedir, nerede?

“11 Eylül olaylarından Afganistan ve Irak’ın işgaline, Kovid-19 salgınından Rusya-Ukrayna savaşına kadar yaşanan krizler, küresel sistemin adaletsiz, haksız ve kırılgan yapısını pek çok defa ortaya koydu”-IŞİD bu galeride kendine yer bulamamış. Salgın ile 11 Eylül “OLAYLARI” (hani şu “öfkeli çocuklar”) aynı kefede. Rusya işgal etmiyor ama ABD ediyor. Ve tüm bunlar hep şu hınzır ABD’nin kurduğu küresel düzenin adaletsiz, haksız, kırılgan yapısından ötürü oluyor.

“Bugünkü tabloda Batı dünyasının başını çektiği güçlüler ittifakı, kendi çıkarları söz konusu olduğunda çıkarcı ve bencil hareket ederken uluslararası ilke ve kuralları, rakiplerine ve hasımlarına baskı yapmak için kullanıyor.” -Yani diyoruz ki “bana laiklik, demokrasi, insan hakları ile gelme” ve yine diyoruz ki “NATO müttefiki, AK kurucu üyesi, AB adayı olsam da ben ZİNHAR Batı’da değilim.”

“Hegemonik güçlerin kendi çıkarlarını evrensel değerler olarak empoze etme politikası, dostluk ve dayanışma değil şüphe, direnç ve yıkıcı rekabet üretir. Taktik kazanım zaman içinde stratejik yenilgiye dönüşür.”  -“Laiklik, demokrasi vb. bunlar bize hep ters, biz ‘direniş ekseniyiz” mi diyoruz?

“Hak ve adalet ilkesi çiğnendiğinde herkesin hak ve hukukunu tehlikeye atan toksik ve şüpheci bir ortam kaçınılmaz hale gelir. Batı ile Batıdışı dünya arasında yaşanan gerilimin arkasında bu temel sorun yatıyor.” -Bakınız siz şu işe yahu! Hak ve adalet ilkesi çiğneniyormuş meğer. Ama oralarda.

Ve devamla: “Adil ve kapsayıcı bir çözüm olmadan bu gerilimin hibrit savaşlara dönüşmesi kaçınılmaz olacaktır.” – Yani “zaten direniyoruz, daha üzerimize gelinirse savaşırız da Batı’ya karşı” mı diyoruz? 

“Güvenlik ve düzen anlayışı gibi dayanışma, rıza ve katılımcılık da uluslararası sistemin unsurlarıdır. İmam Gazali’nin bin yıl önce formüle ettiği ilke bugün de geçerlidir: Haddini aşan, zıddına döner.” –Diplomasi anlayışı bakımından hakikaten “Anlam Deryası.”

Ve devamı: “Doğal sınırlarını aşarak başkalarının hakkına tecavüz eden her güç, aktör ve politika, kendi sonunu hazırlamaya başlamış demektir.” –Örnek olarak Rusya’nın Ukrayna’yı işgali gibi mi? Yoksa El Kaide, IŞİD, İhvan vb. mi?

“Gücün ve güçlünün tüm kural ve kurumları kendi lehine eğip büktüğü bir dünyanın adalet, hakkaniyet, eşitlik, barış ve huzur üretmesi mümkün değildir.” -Türkiye’deki durum nasıl bu kıstaslara göre?

“Gerçekleri bir veri olarak almanın amacı onları iyi, güzel ve doğru temelinde dönüştürmek olmalıdır.” -İstihbarat teşkilatı yöneticisinin kendi ağzından, kaleminden kendi görev tanımı bu mudur?

“Mukayese yaparken kendi ideallerimi başkalarının gerçekleriyle karşılaştırırsam hata yaparım. Aynı şekilde başkalarının ideallerini kendi gerçeklerimle mukayese edersem kendime haksızlık yapmış olurum. Batı toplumlarıyla İslam dünyası arasında yapılan mukayeselerde sıkça karşımıza çıkan bu tutum, bizi çoğu zaman kategori hatası yapmaya sevk eder. Batı’nın idealleriyle İslam ülkelerinin gerçeklerini karşılaştırmak, büyük resmi eksik ve yanlış okumak ve haksız sonuçlara ulaşmak anlamına gelir.” -Ben anımsatayım: Siyaseten “İslâm dünyası” yok. Türkiye “islâm ülkesi” değil, laik cumhuriyet. En az 1856’dan bu yana Batı’ya demirli. Tarihsel yönelimi ve organik kimliği daha eskilerden beri Batı’ya dönük. NATO müttefiki, AK kurucu üyesi, AB adayı. Haritadaki yeri de Arabistan yarımadasında değil, kendi Akdeniz’e uzanan bir yarımada. Hani “Kayser-i Rûm” ünvanı da taşıyan padişahlar, Selçuklu Rûm Devleti gibi hususlar belki bazı çağrışımlar yapabilir zihinlerde.

“Dünya düzeni, ABD’nin öncülüğündeki tek kutuplu yapıdan çok kutuplu bir yapıya doğru evriliyor. Batı ittifakına karşı Çin ve Rusya daha aktif rol almaya çalışıyor.”-Biz en son 2022 NATO Madrid Zirvesi’nin sonuç bildirgesine attığımız imzayla, kendimizin de üyesi bulunduğumuz Batı’ya en temel tehditlerin ve sınamaların bu iki ülkeden kaynaklandığını onaylamıştık.

“ABD’nin öncülüğündeki tek kutuplu düzene karşı yeni güç merkezlerini ve ittifak yapılarını tesis edecek ve sürdürülebilir kılacak yapılar henüz oluşmuş değil.” –Herhalde MİT başkanının işi o “yapıları” kurmak ya da kurulmalarına katkı sunmak değil, olmamalı.

“Batı-merkezci tasavvurların alternatifi başka bir etnomerkezcilik değildir ve olmamalıdır.” –Ne tasavvur var, ne etno-merkezcilik: Ama aynaya bakıldığında islâmcılığın portresiyle karşılaşmak olası.

“Batı paradigması sorgulanırken yerine neyin ikame edileceği, çağımızın temel sorularından biridir. Rusya, Çin veya bir başka güç merkezinin alternatif bir model olup olmayacağını kestirmek şu aşamada mümkün değil.” –Yüze vurur ifadesi: “Batı paradigması” sorgulanmıyor. Aksine.Soluk almak isteyen herkes, en parlak beyinler küresel olarak o özgürlük paradigmasına yöneliyor, demokrat ülkelere sığınıyor.

 “Hegemonik güçler, ulusal çıkarlarına tehdit olarak gördükleri ülkelere ya doğrudan müdahale etmekte ya da vekâlet savaşları aracılığıyla onları meşgul ederek enerjilerini tüketmeye ve etkilerini sınırlandırmaya çalışmaktadır. Ukrayna savaşından Filistin meselesine, Irak ve Suriye’deki mevcut durumdan Tayvan gerginliğine, Yemen savaşından Libya’ya kadar bölgesel ve küresel krizler çözümsüz değildir. Fakat başka bölgesel ve küresel hesaplar için bunların çözülmemesi, uzatılması ve derinleştirilmesi tercih ediliyor.” –Yani saldıran “Batı” ve biz de kendimizi “savunanlar” arasında mıvarsayıyoruz?

Nihayet 18. Sayfada 36 sayfalık konuşmada ilk ve tek defa: “Türkiye bağımsız ve egemen bir ülke olarak NATO’nun güçlü bir üyesidir.” – Öyleyse bu top ayakta neden bu kadar çevrildi? Tutarlılık, tümleşiklik nerede kaldı?

“Türkiye, AB’ye tam üyelik hedefine de bu zaviyeden bakmaktadır. Karşılıklı çıkar ve saygı ilişkisine dayanan tam üyelik perspektifi, bölgesel güvenlik, barış ve refahı güçlendirecektir.” – Nasıl olacak? Biz mi dikte edeceğiz üye olmak istediğimiz kulübe kendimize özgü kurallarımızı?

Önce: “2022 Şubat’ında başlayan Ukrayna savaşının arkasında yatan temel sorun, Rusya ile Batı dünyası arasındaki jeopolitik güç mücadelesidir ve adil ve kuşatıcı bir küresel güvenlik mimarisi inşa edilmeden bu krizin aşılması mümkün olmayacaktır.” Ama hemen peşine: “Ukrayna halkının ülkelerini savunmak için verdiği cansiperane mücadele her türlü takdirin fevkindedir. Gösterdikleri büyük fedakârlık ve kahramanlıklar, bağımsızlıklarına olan bağlılıklarının en somut ifadesidir. Sorun, ancak Ukrayna’nın toprak bütünlüğü, egemenliği ve bağımsızlığı temelinde çözülecektir.” –E hangisi? Çizsek olmaz mı o zaman ilk cümlenin üstünü?

“Tablo ne kadar karanlık ve karamsar olursa olsun, umutsuzluk bizim yolumuz değildir. Biz alacakaranlığa, güneşin doğmasının bir işareti olarak bakarız. Kışı, baharın habercisi kabul ederiz. Geceyi, gündüze hazırlık için yaşarız. Belirsizlik, bilinemezlik değildir. Öngörülemezlik, öngörüsüzlük değildir. Kaos, umutsuzluk değildir. Tehdit, teslim olmak değildir.” – Bu denli lirik ifadelerin ardından sanki bağlama da çıkacak ve belki Mahzuni’den “Mamudo” çınlayacak salonda gibi geliyor okuyucuya.

“Haksız hiçbir eylem karşılıksız kalmayacaktır. Devlete ve millete yapılan hiçbir kötülük cezasız bırakılmayacaktır. Hem adaletin tecellisi hem de gelecek saldırıların önlenmesi, bu kuralın tavizsiz ve kararlı bir şekilde uygulanmasına bağlıdır. Hukukun ve diplomasinin caydırıcı gücü önleyici güçle birleştiğinde tehditler ve krizler, öngörülebilir ve yönetilebilir hale gelir.”– Anayasa, yasalar, denge-denetim çöpe. “Neither deny, nor confirm” kaygısı bile yok. Yetki kimden, nereden alınmış belli değil. “Millete devlete kötülük” nerede tanımlanmış, o da belli değil.

Sayfa 21’de durduk yere ne de güzel unutulan, çoktan rafa kalkan, iyi ki de öyle olan Libya da deniz yetki alanları anlaşması imzalanmasına değinmeye ne gerek var?

“Güvenlik, bireylerin anayasal hak ve özgürlüklerini hiçbir baskı, korku ve tehdit altında olmadan kendi hür iradeleriyle gerçekleştirmelerini temin etmek için vardır. Güvenlik mimarisinin asli görevi, insanların inandıkları değerleri emniyet ve huzur içinde yaşayabilmeleridir.” –işte kendi ülkemizde yaşamıyor muyuz her gün buram buram o “ileri demokrasi” coşkusunu?

26. ile 30. sayfalar arasında  MİT Başkanı’nı değil üniversitede ders anlatan bir hocayı dinliyoruz, geçelim. Ve asıl “fıkıh dersi” izlenimi veren gizemli (hermetik?) paragrafa gelelim:

“Bu, gelenekte iki şekilde ifade edilmiştir. Birincisi iyiliğin korunması-yaygınlaştırılması ve kötülüğün önlenmesidir. İyilik, iyi olduğu için korunmalı, kötülük de kötü olduğu için önlenmelidir. Hangisinin önce geldiği meselesi gelenekte etraflı bir şekilde ele alınmış ve şu sonuca varılmıştır: Sedd-i zerayi, celb-i menafiden evladır. Kötülüklerin önlenmesi, iyiliklerin yapılmasından önce gelir. Bunun temel sebebi şudur: İnsan özünde iyidir. Varlıklar, özünde nötrdür. (Gelenekte bu “Eşyanın aslı ibahadır” ilkesiyle ifade edilir) Kendi fıtratlarına göre hareket etme imkânı bulan varlıklar, kemale ulaşır ve evrensel iyiye katkı sunarlar. Fesada uğrayan, bozulan ve ifsat eden şeyler ise kötülüğün yayılmasına neden olurlar. Kötülük önlendiğinde iyilik kendi yolunu bulur.” –Konuşan imam değil, dinlediğimiz Cuma’da hutbe değil, “Gelenekte” ne demek?

“Millî İstihbarat Akademimizin “Batılı Ülkelerde Aşırı Sağ Hareketler” başlıklı ilk değerlendirme raporunu da bugün sizlerle paylaşıyoruz. Raporun konusunun seçilmesinde; yurt dışında yaşayan Türklerin de Avrupa’da yükselişe geçen aşırı sağ hareketlerin hedefi olması belirleyici olmuştur. Söz konusu aşırı sağ hareketler, ülkemiz ve dünyanın güvenliği açısından risk oluşturma potansiyeli taşımaktadır.” –Dışarıdan bakışla AKP’nin kendi ne tarz bir harekettir? Kendi yanlışlarımız sonucunda kendi ülkemize doluşturduğumuz neredeyse beş milyon Suriyeliyi akılda tutarak “mülteciler” veya küresel anlamda “düzensiz göç” gibi bir konu başlığı, teşkilatın da adında yer aldığı üzere, çok daha “milli” olmaz mıydı?

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.