Yerel seçimlere neredeyse iki ay kaldı. “Burası Türkiye”, orası ayrı ama kağıt üzerinde 31 Mart’tan sonra 2028’e dek seçim olmayacak. Bugünden o güne nasıl yasal, anayasal taklalara getirileceğimizi öngörebilmek de olası değil ancak 2028’den sonra, bir kez daha “ilk kez” cumhurbaşkanı seçilemeyeceği için Erdoğan da siyaseten artık olmayacak. Zaten sonraki seçime girmese de Erdoğan cumhuriyetin çeyrek yüzyılına hatta ötesine damgasını vurmuş olacak.
Prof. Dr. Özer Sencar, Ruşen Çakır’la yaptığı son söyleşide, Ekrem İmamoğlu’nun 31 Mart’ta İBB başkanı kalabilmesi durumunda, 2028’de de cumhurbaşkanı seçileceğini* ileri sürüyor. O takdirde İmamoğlu’nun “II. cumhuriyetin kurucusu ve siyasal islâmı yenen lider” olacağı öngörüsünde bulunuyor.
Ülkemizin tuhaflıklarından biri, henüz dün olanın bile hemen eskiyip, unutulup, geçmişte kalması; buna karşılık geçmişin ise bir türlü tarihe dönüşememesi, sürekli bizimle birlikte olması. Günümüzde yüz yaşına dek yaşayanların sayısı oldukça artmış durumda. Devletler içinse yüz yıl, göz açıp kapayıncaya geçen bir ana denk. İşte geçen yıl 2023’te cumhuriyetimizi demokrasiyle taçlandırmayı beceremediğimiz gibi, yüzüncü yılı da layıkıyla kutlayamadık.
Herhangi bir tarih-bilimsel temeli bulunmasa da bunu bir ölçüt kabul ederek yakın gelecekteki 2028’den yedi adet yüzyıllık dilimde -yedi fotoğrafla diyelim, (bugünkü anlamıyla Batı’yla karşılaşılan) o “big bang” anına geri sararsak ne görürüz? 1328’de rüşeym halindeki cihan imparatorluğunun başkentini Bursa’ya taşımış olan Orhan Gazi var. 1428’de fetret devrinin ardından yerel beyliklerle uğraşan II. Murat –ayrıca 1402 ile 1453 arası, dörtnala geçilen bir köprü. 1528’deyse en ihtişamlı dönemde Kanuni Sultan Süleyman başta ve yine “Batı” anlatısı bağlamında Piri Reis’in küresel haritasını ona sunması da dipnot düşülebilir o tarihe.
1628’te bitmez tükenmez iç meseleler çoktan başlamış, IV. Murat kol kuvvetiyle bunları bastırmakla meşgul. 1728’de bu defa da bugünkü anlamıyla Batılaşmanın rüşeym hali denilebilecek “Lâle Devri” yakıştırmasıyla bazı çekingen çağdaşlaşma adımlarıyla anılan III. Ahmet. 1828’de, Batı’nın artık “Batı” olduğu ve gerçekten modernleşme çabasının başladığı dönemde reformcu II. Mahmut. 1928’deyse, on yıllık kesintisiz savaşın her sahnesine ayak basıp, beş yıl öncesinde cumhuriyeti kuran Atatürk’e varıyoruz.
Aslında bu kabaca altı yüzyıllık Osmanlı anlatısına bakıp, örnek olarak TDV İslâm Ansiklopedisi’nden padişahların hayat hikâyelerini peş peşe okuyacak olursanız, en görkemli dönemde bile dışı pırıl pırıl elmanın içinde bir kurt barındırdığı izlenimine kapılmak olası. Ortada, alttan alta işleyip, ayırdına varılamayan ama sürekli olan bir istikrarsızlık ve belirsizlik ile sürdürülebilirlik sorunu var. Öyle ki pek çok padişah vakitlerinin büyük bölümünü tekinsiz İstanbul yerine Edirne’de geçirmeyi yeğlemiş.
Ekonomide, yönetimde, teknolojide, eğitimde, ulaşımda, bayındırlıkta tutarlı bir bütün, kalkınma modeli, vizyon olduğunu söylemek güç. Tacın el değiştirmesi bile başlı başına bir sorun olmuş hep: Yavuz Sultan Selim’in dört yıllık bir “darbe mekaniğiyle” babasını devirmesinden, son günlere dek. Arka planda varsa yoksa taht kavgaları, saray oyunları, savaşlar, ayaklanmalar, başıbozukluk, yokluk, yolsuzluk, iletişimsizlik. Boğdurulan şehzadeleri, vezirleri, boynu vurulanlarıyla kan ve şiddet başrolde.
Belki bu varsayımla çelişkili biçimde ve eşanlı olarak, salt ulusal güvenlik ve dış politika perspektifinden yaklaşırsak aynı uzun anlatıya, en tökezlediği dönemlerde bile hep döneminin ağır sıklet büyük devletleriyle muhatap olan bir devlet de var karşımızda. Hem asker hem sivil olan üst düzey devlet yetkililerinin (bugünkü deyişle) çalıştıkları “dosyalar” ve görev yerleri, savaş alanları, Orta Avrupa’dan Ukrayna’ya, Atlantik’ten Hint Okyanusu’na, Kafkasya ve Hazar Denizi’nden Akdeniz’in her köşesine uzanıyor.
Ancak bir devamlılık, bir deneyim-birikim aktarımı, ne “aristokrat” denilebilecek ailelerin oluşmasıyla, ne çağdaşlaşacak bir eğitim ve arşiv bakımlarından görülüyor. Özyaşamöykülerine bakıldığında “başüstüne” teriminin anlamını kavramak mümkün: İktidar mücadelelerinin kaprisleri, başarısızlık yahut yalnızca başarısız olunduğu algısı, o algının kulaklara üflenmesi bile kellenin gitmesine neden oluyor. Oyunun içinde kelleyi vermek hep var. Ve inanç, töre, gelenek, görenek hep ayakbağı.
Şöyle bir sekansa denk gelemiyorsunuz yüzyıllar boyunca ileri-geri sararken filmi: “Onun (artık “o” her kimse) döneminde her alanda köklü atılımlar gerçekleştirildi. Okullar açıldı, yollar yapıldı, sınırlar belirlendi, etkin diplomasi yürütülerek savaşlardan kaçınıldı, ordu çağdaşlaştı, vergi sistemi oturtuldu, mahkemeler uyumlulaştırıldı, yasalar sadeleştirildi, din ve devlet işlerinin alanları ayrıldı, yönetsel yapı güncellendi, ticaret canlandı, hizmetler iyileştirildi, bilim ve teknolojide ileri gidildi…” Veya “sekans” var da, kısıtlı ve devamı gelmiyor: Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethinin ardından kentte yaptıkları gibi örnekse.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Yüzyıllara yayılan uzun süreli anlatıda pürüzsüz bir akış yok, analog saat gibi işleyen bir kurulu düzen, dönemler boyu birbirlerine eklemlenen kurumlar da yok esasen. Savaşlar, anlaşmalar, çıkıldıktan sonra yönü ve hedefi belirlenen seferler; gaza ve ganimete dayalı kıpır kıpır bir durum. Bu durum canlılık getiren bir olumlu etki yaratırken, düz anlatımla “gidecek yer kalmayınca” olumsuz bir huzursuzluğu dayatmış, yerleşik kılmış. İçeride dirlik ve düzen bir türlü oturmamış.
O denli ki tam bağımsızlığı II. Meşrutiyet’le yaşıt (1908) Bulgaristan’ın başkenti Sofya’nın (bile) geldiği aşama, edindiği modern görünüm, oraya henüz beş sene sonra 1913’te askeri ataşe atanan Mustafa Kemal’in derin esin kaynaklarından olmuş. Belki mesele egemenliğin ulusallaşmasında: Osmanlı’da egemenlik var ama “ulus” yok doğal olarak. Ulusu yaratacak olansa cumhuriyet, hamuru yoğuracak olan Atatürk.
Yanlışıyla, eksiğiyle bütünlüklü ve uzun erimli bir vizyona, sadık kalınacak bir “master-plana”, hatta belirli ülke sınırlarına dahi ancak cumhuriyetle ulaşılıyor. Eski tümüyle yıkılıp, terkedilmeden yeniye geçilemiyor. Parlayıp sönen, çekingen adımlar yerine kararlı, düzenli bir yürüyüş başlayamıyor. Sürüp giden didişmeden silkinip, gözler ufuk çizgisine doğru kalkamıyor. Laik cumhuriyetin temellerine, kurumlarına dinamit koymaya niyetli bugünün islâmcıları bile o cumhuriyetin ürünü.
Prof. Dr. Sencar’ın girişteki kehanetine geri dönersek ve o kehanetin gerçekleşeceğini varsayarsak, 31 Mart seçimleri atlatılıp hemen yarın mecazen “2028” gelip çattığında, İmamoğlu böyle bir portreler galerisine kendi resmini asacak: Önündeki temel sınama belediye başkanlığından devlet adamlığına evrilmek olacak. Üstelik ondan yeni bir kuruculuk, yeniden kuruculuk vasfı beklenecek: Bu defaki iş sıfırdan kurmak değil, bir yapısökümü süreci ve sökülen parçaların, kimilerini tutup kimilerini bırakarak, bazı başka, farklı parçalar da ekleyip, bazı yeni parçalar da üreterek cumhuriyeti baştan kurmak olacak.
Bu işin elle tutulur kurumlar yönü denli, belki gözle görülmeyecek ama içe işleyecek yönleri de bulunacak: Gönül bağına dayanan ulus, erdeme dayanan cumhuriyet, laikliğe dayanan anayasa. Eşit anayasal yurttaşlık. Hukukun üstünlüğü. Yargı bağımsızlığı. İfade özgürlüğü. Yerinden yönetim. Laikliğin tanımı ve benimsetilip, uygulatılması. Sürdürebilir kalkınma. Çağdaş eğitim, müfredatın ve okulların sil baştan yapılması. Başka anlatımla, Erdoğan dönemi tahribatının onarımı, kurumların, taşıyıcı sütunların elden geçirilmesi. Yani, çeyrek yüzyılda başa örülen çorabın sökülüp, aynı yün kullanılarak yeniden ve özenle bambaşka ve rengârenk bir çorap örülmesi.
2028 sonrasında belki esasen ulusal egemenliği yeniden yorumlamak ve onu bireysel özgürlükle bağdaştırmak, onunla barışık kılmak gerekecek. Bireysel özgürlüklere yönelik atılacak adımlar da ister istemez bir dağınıklık durumu yaratacak. Bu çoksesli, çoğul, çoğulcu karmaşadan kaçınmadan, ancak bunun bir başıbozukluk durumuna dönüşmesinin de önüne geçilerek, bu “yeniden kurucu” disipline bağlı kalınması işin zorlu yönünü oluşturacak.
Ulusal güvenlik ve dış politika “dosyaları” ise bu başat ödevin yan sanayisi ve en basit tarafı. Belâ aramayıp huzuru, takoz olmayı değil çözüm üretmeyi önceleyen; yapıcı, yaratıcı, akılcı; İslâmın sancaktarlığını değil ulusun çıkarlarını gözeten politikalar. Arkasında asılı Atatürk resmiyle masasındaki anayasa kitapçığı dışında, duvarındaki Türkiye haritası ile yanında duran Türk bayrağı dışında “değer ve hassasiyeti” olmayacak; “kafasında (ihvancılık vb.) kırk tilki dolaşmayacak” karar alıcı, siyaset yapıcı. Lozan, Montrö, Avrupa Konseyi, NATO ve nihayet AB’ye uzanan organik kimlik ve tarihsel yönelime sadık kalan omurgalı, kişilikli bir dış politika.
Sözü bağlamak üzere, yine yüz yıllık dilimlerle düşünme yaklaşımına geri dönersek, bugün filmi aşağı yukarı yüz yıl önceye ve biraz daha gerisine sarmış durumdayız. Bugün konuştuklarımız hiç yapılmamış, öyle “katı açılmadık”, pek özgün tartışmalar değil. Neredeyse tümü, neredeyse aynı biçimde Hamit’in 33 yıllık istibdat devrinde ve ardından yapılmış. Genç Osmanlılar, Jön Türkler, İttihatçılar, Cumhuriyetçiler derken Garpçılık-İslâmcılık-Türkçülük, solidarizm, korporatizm, bilimcilik vb. bağlamlarında fazlasıyla yaşanmış hep bunlar.
Ne yazık ki bugün 31 Mart arefesinde bizim burada, muhalefet cephesinde, konuştuklarımızsa belli: “İmamoğlu, Özel ve Kılıçdaroğlu’nun bir masa etrafında bir araya gelip, ardından kapı önünde omuz omuza, elele bir fotoğraf verip, veremeyecekleri” yahut “seçim öncesinde Sayın Öcalan’la görüşmeli mi” gibi güdük, kısır, yavan, taktik gevezelikler. Ya ayağındaki topla çalım çalım gidip taca çıkan, ya rakip ceza sahasında eli belinde pas bekleyen performanslar.
*Değerli akademisyen Behlül Özkan’ın Türkiye’nin geleceğine ilişkin öngörüde bulunurken “temkinden yana yanılmak” yollu uyarısı da ayrıca akılda tutulmalı.
**Burada yaptığım “mandıra tarihçiliği” denemesi gerçek tarihçilerimizi güldürmüş olabilir. Haklarıdır, haklılardır. Ama sıradan bir tarih okuru olarak onlardan istirhamım bizlere, işin ustaları olarak kendilerine sıradan gelse de, arada “büyük anlatıyı” da bıkmadan usanmadan aktarmaları. Anlatsınlar ki kamusalıyla, özeliyle yoğun medya bombardımanına, çiğ propagandaya karşı elimizde cephanemiz olsun.