Ruşen Çakır’ın konuğu Cengiz Çandar | Meclis’te bir yıl: Umulanlar ve bulunanlar

Ruşen Çakır konuğu DEM Parti Diyarbakır Milletvekili Cengiz Çandar ile milletvekilliği sürecini ve çalışmalarını, DEM Parti’deki son gelişmeleri, İsrail- Hamas savaşını, iş insanı Osman Kavala’nın yeniden yargılanma talebini, Rawest Araştırma’nın Kürtlerin Selahattin Demirtaş algısını ele aldığı, “Seçim Sonrası Kürt Meselesi, Kürt Siyaseti ve Demirtaş” araştırmasını ve Kobani davasını değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Merhaba, iyi günler. DEM Parti Diyarbakır Milletvekili Cengiz Çandar stüdyo konuğumuz. İzleyenler hatırlayacaktır, 2023 seçimlerinden önce kendisiyle milletvekili adaylığı sürecini, yapacağı kampanyaları, seçildiği takdirde Meclis’te neler yapacağı üzerine bir yayın yapmıştık. Şimdi üzerinden bir yıl geçti. Bir yıldır milletvekilliği yapıyor. Sorum şu: Ne umdu ne buldu? Aslında şöyle sormak istiyorum: Hasan Cemal de İstanbul’dan milletvekili adayıydı, seçilemedi. Ama sen seçildin. Bir yıl sonra, “Keşke ben değil de Hasan Cemal seçilmiş olsaydı” diyor musun? 

Çandar: Hayır. Keşke Hasan da seçilseydi diyorum. 

Memnunsun yani?

Çandar: Türkiye Büyük Millet Meclisi, Parlamento, çok işlevsel, iş üreten bir yer değil açıkçası. Sinir bozucu birçok şey de oldu, hâlâ oluyor. Ama her şeye rağmen orada bulunmaktan mutluyum ben. Hem Türkiye’ye uzun yıllardan sonra, yedi yıl bir aradan sonra dönmeme vesîle oldu. Türkiye’de bulunmanın kıymetini, gönüllü de olsa bir sürgün yaşamının nasıl çekilmez bir şey olduğunu çok kuvvetle hissettim. İkincisi, ben çocukluğumdan beri siyâsî bir ortamda büyüdüm ve yaşadım. Siyâsî bir aktivist olarak hayâtımı sürdürdüm. Şimdi Parlamento dediğiniz yerde siyâsîler var ve siyâset konuşuluyor. Ben Devlet Bahçeli’den sonra en yaşlı üyesiyim Parlamento’nun. Normal olarak insanlar bu yaşta emekli olur. Bizim sınıflardan gelenler gidip bir kıyı kentine yerleşiyorlar. Orada ya anılarını yazıyorlar ya ölümü bekliyorlar. Benim açımdan bakıldığında, Parlamento’da anayasa değişikliği sonrasında, Türkiye, Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi’ne, “Tek Adam Sistemi”ne geçince, zâten çok fazla yetkisi olmayan Parlamento’nun yetkileri iyice daraldı. Nereden baksanız bir siyâsî alan orası. Emekliliğimi, “Bir kıyı kentinde yaşayıp ne yapacağım? Anılarımı yazarak mı geçireceğim?” demek yerine, siyâsî bir ortamda, siyâsîlerle birlikte olarak geçirmek istedim. 

Bir de Diyarbakır milletvekiliyim, sık sık bölgeye gidiyorum. Diyarbakır’a büyük bir aşkla bağlıyım. Orada yüzlerce, binlerce insanla berâber oluyorum. Meselâ Van’da mazbata krizi zamânı oradaydım. Bâzen bir işe de yarıyoruz. Bir şekilde sorunları taşıyoruz, işin peşini kovalıyoruz. Bu, bölgede bir şekilde yansıyor. Toplamda büyük bir mutluluk duygusu içindeyim. Onun için “Keşke Hasan da olsaydı” diyorum. Ben Hasan’ın yanında olmasaydım da, o benim yanımda olsaydı. 

Çok zor bir soru olduğunu biliyorum, ama sormadan edemeyeceğim. Çünkü bunu dillendirenler de oluyor. Kürt değilsin. 

Çandar: Değilim.

O hareketin içerisinden değilsin. 

Çandar: Değilim.

Milletvekili oldun. Birileri gönül koyuyor mu?

Çandar: Kürtler koymuyor. Türklerden, özellikle sol kesimden gönül koyan olduğunu, zâten benim ismim duyulduğu zaman büyük bir infial oluştuğunu öğrendim, fark ettim, gördüm de. Bir de, seninle yaptığımız o bahsettiğin program başıma büyük belâ oldu.

Hadi ya! Ne yaptık? Gayet sâkin konuştuk. 

Çandar: Sen bir şey yapmadın. Ben de bir şey yapmadım. Ama oldu sonuçta. Zâten seninle bu stüdyoda buluştuğumuzda, ben Türkiye’ye geleli üç gün olmuştu. Sen bir soruyla girdin cümleye. Şu anda DEM Parti adını kullanan, o zamanki adıyla HDP, seçimlere Yeşil Sol adıyla girdi, mâlûm. “Bir Kürt partisi değil mi?” diye sordun. Ben de “Evet, Kürt temsiliyetini ifâde ediyor, Kürt partisi tabiî. Türk unsuru orada dekoratif” dedim. Meğer bizim partide bileşenler bayağı önemli bir hâdiseymiş. “Bileşenler” diye bir kavram var. Çeşitli Türk sol grupları var orada.

“Dekorasyon” tanımına kızdılar yani. 

Çandar: Kıyâmet koptu. Seçim kampanyası için Diyarbakır’a gitmiştim. Büyük bir kriz olmuş. Ben farkında bile değilim. “Ne oldu?” dedim. Anlamadım. Mithat Sancar bile o sırada Denizli’den beni arıyor. Diyarbakır’da Eş Başkandı. “Ne yaptın? Aman gözünü seveyim” dedi. “Vallahi galiba amacımı aşmışım ben. Kötü niyetle söylemedim” dedim. Sonra bana “Bir düzeltme yap” dediler. “Tamam. Sosyal medyada bir tweet atarız” dedim. “Yok yok, öyle değil. Kamera yollayalım, bir haber ajansı üzerinden yap” dediler. Orada da söyledim: “Ben bunu tamâmıyla iyi niyetle, Kürt temsiliyetini kuvvetle vurgulamak için söyledim.” Ayrıca, ben de bir Türk olarak dekoratif unsurlara dâhil olan birisiyim. Bu kötü bir şey olsa kendimi de dâhil edeceğim. Mazoşist filan değilim sonuçta. Ayrıca dekorasyon güzelleştirir, iyi bir şeydir dekorasyon. Bundan kötü anlam çıkarmak gerekmez. “Ama mâdem ki yanlış anlamalara sebep oldu, o zaman yanlış yapmışımdır” dedim. Arkadaşlarımdan birisi, ismini vermeyeyim, o da Türk. “Seni dinlerken, ‘tamam özeleştiri yapıyor’ diye düşündüm. Baktım sen aynı şeyleri söylemeye devam ediyorsun” dedi. “Ben milletvekilli adayı ya da muhtemel milletvekili olarak siyâsetçi durumuna giriyorum, ama bir siyâsetçi asla özeleştiri yapmaz. Bunu unutun ve sakın yapmayın siz de” dedim. “Ne demek? Nasıl olur?” dedi.  “Özeleştiri dediğin, Katolik kilisesinin günah çıkarma olayının Marksizm’e transfer edilmiş hâlidir. Marksizm de esas olarak Batı kökenli bir düşüncedir. Bu özeleştiri daha sonra Leninist örgütlenmelerde gayet araçsallaştırılmış bir şekilde kullanılırdı. Stalin özeleştiri yapanlardan önüne geleni idam mangasının önüne dizdi” diye açıkladım.

Bizim kültürümüzde pişmanlık vardır. Tövbe vardır. Hatâ yapmaz mıyız? Yaparız. Ne yaparız? Hatâmızı anlıyorsak, biliyorsak, o hatâyı tekrarlamayarak düzeltiriz. Ama toplumun önüne çıkıp, “Vallahi ben şurada hatâ yaptım. Vallahi ben burada bunu yaptım” derseniz, halk sizin peşinizden bir daha gitmez. “Ne mâlûm bir daha bu hatâları yapmayacağı?” der. Özeleştiri kavramı da bu.

Peki milletvekili olarak ne yapıyorsun? Özel olarak hangi komisyondasın? 

Çandar: Talep edilseydi ki benim talebim vardı aslında, bu kararları verenlerin işlerine karışmayalım diye talep etmedim. Bir de acemi durumdayız. Basketbolda “çaylak” kavramı vardır ya. Hem Meclis’in en yaşlı 2 numarasıyım, bir yandan da çaylaklık var, ilk kez milletvekili oluyorum. İşe karışmak istemedim. Avrupa Konseyi Parlamenter Assamblesi’ne girmek isterdim. Orası işlevsel bir yer çünkü. NATO Assamblesi’ne gitmek isterdim. Orası da benim ilgimi çeken bir yer. İsteyebileceğim yerlerin bir tânesine bizim arkadaşlar ismimi verdi, yerleştirdi. Avrupa Birliği Uyum Komisyonu. Türkiye Avrupa Birliği Karma Parlamenterler Meclisi üyesiyim. Bizim partiden iki kişi var, biri benim. Asya Parlamenterler Assamblesi diye çeşitli Asya ülkelerinin parlamenterlerinden oluşan bir yapı var. Şimdi dönem başkanlığı Azerbaycan’da. Bu vesîleyle iki kere Azerbaycan’a gittik. Çok anlamlı bir iş yaptığımızı söyleyemeyiz orada. Tayland’dan, Çin’den, Rusya’dan, çeşitli Arap ülkelerinden, Kamboçya’dan üyeleri var.

Tam senin eski memleketler.

Çandar: Bir de, İslâm İşbirliği Teşkîlâtı Parlamenterler Assamblesi’nin bir toplantısı oldu, Fildişi Sahili’ndeydi. Denk gelmedi, gidemedim. Ama Ramallah’taki Filistin Parlamento Başkanı geldi, onunla yemeğe gittik. O tür faaliyetler. Orada işlevsel olması îcap eden, benim üye olduklarım içinde Türkiye-AB Karma Parlamenterler Meclisi ve AB Uyum Komisyonu. Ama Türkiye-AB ilişkileri çok donmuş bir halde şimdi, çok hareketli değil. Aslında Avrupa Konseyi, Osman Kavala Dâvâsı, AİHM kararları, Selahattin Demirtaş gibi konular nedeniyle hareketli bir yer.

Ne diyorsun? Yeniden yargılanma talebi oldu. Osman Kavala meselesi tartışmaların merkezinde. Bir tarafta Mehmet Uçum, Bahçeli gibi “N’ayır, n’olamazcılar” var.  Bir tarafta, açık ya da örtülü bir şekilde –genellikle Abdulkadir Selvi üzerinden– AKP’nin bir kanadı var

Çandar: Tuğrul Türkeş.

Tuğrul Türkeş ayrıca açıklama yaptı. Ama AKP’den, esas ‘Millî Görüş’ten gelen birtakım isimlerin olduğu söyleniyor. Yıllardır hep bu olay gündemde. Bu sefer bir şeyler olacak gibi mi? Özellikle yerel seçim sonuçlarından sonra.

Çandar: Tabiî yerel seçim çok tâyin edici bunda. Çünkü sorunun direkt cevâbına girmeden, önce şunu söyleyeyim: Ben Meclis’te şimdiye kadar Meclis Parlamento Üyesi, Milletvekili sıfatını taşıdığımdan beri sekiz-on kere konuştum. On kere konuştuysam sekizi Genel Kurul’daydı. Hemen her konuşmamda, konu o değilse bile, mutlaka lâfı Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş’a getirip, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne uyma yükümlülüklerini, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 90. maddesinin uygulanması gereğini, bunları yapmamanın anayasa ihlâli olduğunu defalarca vurguladım. Anayasa 90. maddede yapılan değişiklik, yani milletlerarası sözleşmelerin ya da yargı organları kararlarının, ulusal hukuk, yargı organlarının üstünde olduğu, 2004 yılında Recep Tayyip Erdoğan’ın başbakanlığı sırasındaki AKP iktidârı tarafından getirilmiş bir anayasa değişikliği olduğuna dikkat çektim. Selahattin Demirtaş için, “Kendi yaptığınız anayasaya uyun” diye defalarca söyledim. 

Şimdi bu soruya muhâtap olduğum için söylüyorum, garip bir tesâdüf oldu: Tam iki gün önce, perşembe gecesi, saat 19.30- 20.00’de “Uluslararası Anlaşmalar” gündem başlığı altında, partimiz adına ben söz almıştım. Hiç o konuya girmeden, 10 dakikalık konuşmamı baştan aşağı yine Osman Kavala, Selahattin Demirtaş üzerine yaptım. O isimler sürekli tutanaklara girsin diye. Çiğdem Mater’in mektuplarını okudum. Osman Kavala’nın önceki gün yaptığı açıklamayı okudum tutanağa girsin diye. Onun dışında da Can Atalay konusunu defalarca gündeme getirdik.  “Milletvekilliğinden memnun musun?” diye sormuştun ya. En memnun olduğum tarafı, milletvekilleri, cezâevlerindeki tutukluları ve hükümleri görebiliyor. Bu sâyede ben sık sık Selahattin Demirtaş’ı, Selçuk Mızraklı’yı, Osman Kavala’yı, Can Atalay’ı, Tayfun Kahraman’ı, şu an tahliye olmuş olan diğer arkadaşları, Çiğdem Mater’i, Mine Özerden’i, Ankara’da Nazmi Gür’ü gördüm. “İnşallah görmeye devam edeceğim” demeyeyim, çünkü çıksınlar dışarı. Ama en ziyâdesiyle hapishanedeki arkadaşları, dostları ziyâret edip onları dinlemek, onlar nasıl bakıyorlar, neler hissediyorlar, neler bekliyorlar…

Peki sen ne bekliyorsun?

Çandar: Sorunun can alıcı noktası şu: Bu seçimler, Türkiye’de siyâsî anlamda çok önemli bir denge değişikliği yarattı. “Çanakkale Köprüsü’nden geçince Erzurum’a kadar, bir AK Partili belediyeye rastlamadan seyahat edebiliyorsunuz” diye çok güzel bir benzetme vardı. Ülkenin batısının çok büyük bölümü Cumhuriyet Halk Partisi’ne geçti. Kürt illeri, güneydoğu ve doğunun bir bölümü, kayyum idâresinde olan bütün belediyeler de DEM Parti’nin eline geçti. En önemlisi de şu: Türkiye nüfusunun %65’i, Türkiye Gayrisâfî Millî Hâsıla’nın %85’i, artık AKP-MHP iktidar koalisyonunun kontrolünde değil. Bu çok önemli bir siyâsî denge değişikliği. Burada tuhaf bir durum var. Türkiye’nin nüfusunun %65’i, bütün büyükşehirlerin kıyı şeridi, Ege’nin tamâmı, Akdeniz’in tamâmı, Kürt illerinin hemen hepsi iktidârın karşısında yer alıyor. Daha önemlisi, üretimin, ekonominin %85’ini ifâde eden bir alan bu. 

Peki iktidârın elinde ne var? Tek Adam, yani Başkanlık Sistemi’nin yetkileri var, bir de Parlamento’daki parmak sayısı var. Başka bir şey yok. Ama önlerinde dört sene var. Bu tuhaf bir siyâsî kilitlenme durumu. Bu neleri getirdi yanında? Daha yakın geçmişten düşünürsek, Özgür Özel kalktı Tayyip Erdoğan’la görüştü. Sonra Bahçeli’yle de görüştü. Cumhurbaşkanı ile ana muhâlefet lideri –ki o ana muhâlefet lideri yeni bir CHP Genel Başkanı– genel başkanlığı üzerinden daha birkaç ay geçmeden, seçim sonuçlarıyla rüştünü ispat etmiş bir görüntü verdi. Ve o talep etti görüşmeyi. “Gel görüşelim” dedi. Tayyip Erdoğan da “Kapımız sana açıktır” dedi. Bunun adını “normalleşme” koydular. Sekiz yıl aradan sonra, bir ana muhâlefet lideriyle, kendini artık “yarı iktidar” hisseden ya da en büyük iktidar adayı hisseden kişiyle, iktidârın sahibi bir araya geldiler. Bunun yan ürünlerinden biri ister istemez Osman Kavala gibi durumların, yeniden yargılanmanın mümkün hâle gelebildiğinin söylenmeye başlanması ve bu konuda test balonlarının atılması oldu. En tipik göstergelerden biri, senin de işâret ettiğin gibi, Abdülkadir Selvi’nin yazıları. Herhalde akşam istihâreye yatıp, sabah kalkıp bilgisayar başına geçip “Hadi Osman Kavala’yı yazayım” demekle olmuyor bu iş.  Dikkat edersek Devlet Bahçeli çok ağır lâflar etti. O ağır lâfların tam ertesi günü Tayyip Erdoğan, uçakta Abdülkadir Selvi’yi yanına oturttu. Böyle bir siyâset var Türkiye’de. Fotoğraflarla mesaj veriliyor. Sabah yürüyüşünde çalınan Ferdi Tayfur türküsüyle mesaj veriliyor. Bu mesajlardan sonra bendeki izlenim, Osman Kavala’nın yeniden yargılanmasının mümkün olabileceği. Bundan bir ay önce bu düşünülemezken ya da böyle umutlanmaya gerek yokken, şimdi böyle bir ihtimal var.

Sizin partinizi çok daha yakından ilgilendiren Kobani Dâvâsı var. Haftaya mıydı?

Çandar: Evet, ayın 16’sında. 

Bu sefer karârın açıklanması bekleniyor mu? Geçen sefer karar açıklanır dendi, ama ertelendi. Hattâ ertelenmesinin, normalleşme, yumuşama ile bağlantılı olup olamayacağı tartışıldı. Partideki genel beklenti ne? Selahattin Demirtaş başta olmak üzere, tahliyelere yol açabilecek bir şey mi bekliyorsunuz? Temennîyi sormuyorum, beklentiyi soruyorum. Bir şey olursa, eskisi gibi devam ediyor. Bir şey olursa bir şeyler değişiyor.

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

Çandar: Bunlar hukukî dâvâ değil. Selahattin Demirtaş da, hapishânede konuştuğumda, kendisini “siyâsî rehîne” olarak tanımladı. Bundan bir iki ay önceki bir görüşmemizde bunu söyledi. “Ben siyâsî rehine konumunda olduğum için, siyâsî iktidar açısından benim siyâsî rehîne olmamam daha yararlı bir sonuç verdirecekse, o zaman tahliye edilirim” dedi. Türk Cezâ Kanunu’nu ihlâlden bulunmuyor içeride. Selahattin Demirtaş’ın Türk Cezâ Kanunu’nu ihlâl ettiğine dâir bir tâne madde bulamazsınız. “Ben siyâsî rehîneyim” dedi. Şimdi bütün dâvâ bu zâten. Kobani Dâvâsı, bizim partinin dilinde “Kobani Kumpas Dâvâsı”. O, bir kumpas. Kürt hareketine karşı kurulmuş bir kumpas, partiye karşı kurulmuş kumpas. Hukukla yakından uzaktan bir alâkası yok. Siyâsî bir dâvâ bu. Daha önce 17 Nisan’da karar verilecekti. Kobani olayları 2014 yılında oldu. Selahattin Demirtaş 2016 yılında tutuklandı. Tutuklandığı sırada, Kobani olayları ile ilgili bir iddia nedeniyle tutuklanmadı; başka gerekçelerle tutuklandı. Kobani Dâvâsı 2021 yılında açıldı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Büyük Dâiresi, 2020 yılında Selahattin Demirtaş’a ilişkin bir hak ihlâli olduğu ve derhal tahliye edilmesi gerektiği karârını verdi. Kobani Dâvâsı ondan bir sene sonra açıldı. Aradan üç yıl geçti. Bütün sanıklar savunmalarını yaptı. Selahattin Demirtaş’ın, yanılmıyorsam 606 sayfa olan savunması, evvelki gün “Onurlu Yaşam Dâvâsı” ismiyle kitap olarak piyasaya çıktı. Her şey yapıldı ve Mahkeme, tâ bir buçuk ay öncesinden “17 Nisan’da karar vereceğim” dedi. Niye 17 Nisan’da? Her şey hazır, bitmiş iş. Niye bir buçuk ay attın karârı? Arada 31 Mart seçimleri vardı. “Hele şu seçim sonuçlarına bir bakalım” diye düşündüler. Tabiî AK Parti’nin ve MHP’nin, iktidar blokunun seçimden kazançlı çıkacağı hesâbı vardı. O zaman umursamaz bir şekilde “devam” diyeceklerdi muhtemelen. 31 Mart seçimleri bildiğimiz gibi sonuçlandı. Karar duruşması 16 Mayıs’a ertelendi. 

16 Mayıs’a ertelenmesinin bir mantığı var. Cezâ İnfaz Kanunu’nda, “Bir ay geçtikten sonra tahliye taleplerinin değerlendirilmesi” diye bir durum var. Böyle olunca, umut ötesinde, beklenti ötesinde, bâzı tutukluların en azından serbest bırakılması gündeme gelebilir. Ama bu tümüyle siyâsî bir dâvâ. Hukukî bir dâvâ olmadığı için, eğer rejim bundan sonra nasıl bir yol izleyeceğinin karârını veremezse gene ertelenebilir; garantisi yok. O yüzden herkes, karar verici tarafından, yani Recep Tayyip Erdoğan tarafından nasıl bir oyun planı ile değerlendirdiğini merakla bekliyor. Eğer ertelenirse, Tayyip Erdoğan’ın bundan sonra hangi yolu izleyeceğine dâir henüz karârını veremediği sonucunu çıkaracağız. Yok eğer 37 tâne ağırlaştırılmış müebbet karârı çıkarsa, demek ki Erdoğan bu rejimi sertleştirme ve giderek otoriterleşme karârı aldı, artık otoriter rejimden totalitarizme doğru yol alıyoruz sonucu çıkacak. Sürpriz olarak bunun kumpas dâvâsı olduğunu ortaya çıkaracak bir hüküm verilirse –ki pek sanmıyorum öyle olacağını–, o zaman hemen bölgeye gidip halay çekmeye başlayacağız demektir.

Selahattin Demirtaş demişken, Dün Rawest Araştırma’nın Mayıs 2024 tarihli “Kürt Meselesi, Kürt Siyaseti ve Demirtaş başlıklı araştırmasının raporu açıklandı. İkimiz de o toplantıdaydık. Araştırma, ülkenin batısında ve bölgedeki Kürt nüfûsu temsilî 1406 kişiyle yüz yüze yapılmış. Katılımcıların neredeyse yarısı kadın yarısı erkek, ama her partiden seçmen var.

Çandar: Bölgede her partiden birilerini bulmak zor tabiî, çünkü bizim partinin bölgede ezici bir hâkimiyeti var.

Ama şöyle çok ilginç bulgular var. Aslında dün biz bunları Kemal Can ve Kadri Gürsel’le “Haftaya Bakış”ta da konuştuk. Çok şaşırdığımız bir şey yok, ama adının konulması var. Benim o yayında da bahsettiğim, Selahattin Demirtaş’la ilgili söylenen birkaç cümle var. Meselâ “Demirtaş’ın Kürtlerin ilk sivil lideri” olduğu bulgusu. Evet, doğru. Ben bu cümleyi hayâtımda hiç kurmadım, ama kurulduğu zaman da “Doğru” diyorum. O anlamda doğru, değil mi? 

Çandar: Kesinlikle doğru. Meselâ bâzı Kürtler, “Abdullah Öcalan var” diyorlar. Doğru, ama Abdullah Öcalan rejim sâhiplerinin dilinde “teröristbaşı”, fakat Kürtlerin çok büyük çoğunluğu nezdinde Kürt isyânının lideri. Kürt isyânı deyince, silâhlı Kürt hareketinin lideri. Onun üstüne sivil lider etiketi yapışmaz doğal olarak. Zâten kendisinin de öyle bir iddiası olmadı. Ama Selahattin Demirtaş gerçekten de öyle. 

Meselâ araştırmanın bulgularındaki bir başka tespit, bölgede, yani Güneydoğu’da ve ülkenin batısında Kürtlerin ayrıştığı ama Demirtaş’ın bunları birleştirdiği. Yani Demirtaş farklı farklı eğilimleri olan Kürtleri de birleştiren bir figür.

Çandar: O toplantıda bir araverildi, aradan sonra sen ayrıldın, dönmedin. Bu anket ve analizler çok değerli, hepimiz çok istifâde ediyoruz. Bundan önce de ettik, Rawest’in bu çalışmasından da edilecektir. Ben toplantının ikinci bölümünde söz alıp kendi gözlemlerimi, Selahattin Demirtaş’a ilişkin anlattığım üç olayı sıraladım. Siyâsî sıfatımı unutun, bir anketçi ya da analizciden öte, bir sâha gözlemcisi olarak şunu söyleyeyim: Geçen yıl Nisan ve Mayıs aylarında yaptığımız seçim kampanyasında, Diyarbakır’ın kırsalı dâhil bir sürü yerine ayak bastım. Hapisten kurtarılması gereken, sürgünden geri getirilmesi gereken bir sürü isim sayıyorduk. Selahattin Demirtaş adı telaffuz edildiği anda ortalık yıkılıyordu. 

İkinci örnek: Bu sene Diyarbakır’da 21 Mart Nevroz kutlamalarında Serra Bucak konuşma yapıyor. O sırada Büyükşehir Belediye Başkan adayıydı, şimdi Belediye Eş Başkanı oldu. Nevroz alanında on binlerce insan var. Konuşmasında, hapishânedekileri isim isim sıralayarak onlara dayanışma mesajı gönderiyor. Hepsi alkışlanıyor. Selahattin Demirtaş adı söylenince Diyarbakır’da gökkubbe yere indi. Aradan 10 gün geçti. Van’daki mazbata krizinde ben Van’dayım. En sonunda polis barikatı aşıldı. Zâten o gün bütün Van ayaktaydı. O akşamüstü de Yüksek Seçim Kurulu’ndan mazbatanın Abdullah Zeydan’a verilmesi karârı çıktı. O günün öğlen saatlerinde on binlerce kişi yürüyüş hâlindeydik. Feqiyê Teyran Parkı’nda konuşma yapılacaktı. Vanlılar Başak Demirtaş’ı gördüler. Başak Demirtaş benim 3-5 metre yanımda duruyordu. “Selo’ya özgürlük, Selahattin Demirtaş çok yaşa” sloganlarıyla ortalık yıkıldı. Sâhada bunu görüyorsunuz. Selahattin Demirtaş’ın Kürt halkında, sâdece Kürt halkında da değil, Türkiye’nin birçok Türk unsurunda da büyük bir karşılığı var ve böyle başka hiç kimse yok. 

Araştırmada şöyle bir tespit cümlesi var: “Demirtaş Kürtleri birleştiriyor Türkleri uzaklaştırmıyor”. 

Çandar: Doğru. Tersine Türklerin bir kısmını çekiyor. Ben hapishâne ziyâretlerinden birinde kendisine de söyledim bunu. “Senin çok önemli bir özelliğin var. Kürt halkının tartışmasız lider figürüsün. Siyâsî bağlılığın ötesinde gönülden bir sevgi var. ‘Türk halkı’ demeyeceğim, o çok büyük bir lâf olur; Türkiye’nin Türk kesiminde, tek sevilen Kürt siyâsî şahsiyetisin” dedim. Bu hem Kürtler için büyük bir kazanç hem Türkiye’nin kendisi için büyük bir kazanç. Onun için Selahattin Demirtaş’ı Türkiye siyâset sahnesinde faal bir aktör olarak görmek ve o imkânları vermek Türkiye’nin selâmeti için çok faydalı. 

Biraz önce Van’dan bahsettin. Orada kayyum atamaya benzer bir şey denediler ve olmadı. Ben Kürt meselesiyle ilgili olarak seçimden önce ve seçimden sonra yaptığım yayınların hepsinde dönüp dolaşıp kayyum meselesini soruyorum. Hemen herkes, “Artık bu politika iflâs etti, bir daha olamaz. Seçim sonuçları da bunu gösterdi” diyor. Normalleşme, yumuşama beklentileri de var, ama bir de işin realitesi var. İlkinde, bir süre sonra, ikincisinde hemen seçimlerden sonra –ki Erdoğan aynı Erdoğan– hiçbir gerekçe de aramadan hızlı bir şekilde neredeyse her yere kayyum atadı. 

Çandar: İki ya da üç yer hâriç. İlçe bazında Silopi ve bir iki belde hariç, onun dışında her yere kayyum atadı.

Evet. Bu sefer nasıl olacak? Gördüğüm kadarıyla, “Kayyum atanmayacak” gibi bir umut zâten var, ama beklenti de bu yönde sanki. Ama meselâ Nedim Şener geçenlerde, “İçişleri Bakanlığı’nın 27 PKK/DEM Partili belediye başkanı hakkındaki soruşturma ve yargılaması devam ettiğinden dolayı kayyum atanması yasal zorunluluktur. Bakanlık bu yönde çalışmalarını yapıyor” diye yazmıştı.

Çandar: Ama DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan da, “Biz böyle tetikçilerin, îtirafçıların söylediklerini dikkate almayız” diye açıklama yaptı. Gerçekten de öyle. Yani Nedim Şener dedi diye bunlar olacak değil. Çok net bir şey söyleyeyim: Ben bölgenin milletvekili olarak, bölgeye gidip gelen birisi olarak ve Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altında da Genel Kurul Salonu’na girip çıkan birisi olarak, AK Partililer dâhil bütün partilileri birebir her gün gören, birçoğunu da gazetecilik dönemlerinden gelen tanışıklık sâyesinde zâten tanıyan, bâzılarıyla dostluğu olan birisiyim. Bütün bunları birleştirerek, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde değişik partilerdeki unsurların algısı ve en önemlisi, 31 Mart seçimlerinin sonucu îtibârıyla, Türkiye’deki belediye başkanlarının çok önemli bir bölümü Cumhuriyet Halk Partili. Onların bir kısmı, DEM Parti’nin “Kent uzlaşması” dediği pozisyonla, DEM Parti’yle üstü kapalı, –en azından DEM Parti seçmeniyle– protokolsüz, imzâlı bir sözleşme olmadan, ama sonuç olarak belli bir paylaşımla o pozisyonlara gelmiş kişiler. Meselâ şu anda İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde 17, İstanbul ilçeleri toplamında da 48 tâne DEM Partili var. Yani DEM Parti istediği anda İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde grup kurabilir. Şu anda böyle bir durum yok ama. Yani mevcut belediyelerle birlikte hareket ediyor. 

Bütün bunlar şunu gösteriyor: Cumhuriyet Halk Partisi’ne birtakım yerlerde kazandırmış bir DEM Parti var. Şimdi siz bölgede DEM Partili belediyelere kayyum atamaya kalkarsanız iki sonuçla karılaşırsınız. Bir: Cumhuriyet Halk Partisi dengeler îtibâriyle buna bîgâne kalamaz, kalmaz diyeyim. İnşallah da kalmaz zâten, ama böyle bir durum da olmaz. İki: Van öyle bir manzara ortaya koydu ki… Ben yaş îtibâriyle 1968 Paris’ini hatırlıyorum. Van’daki manzara 68 Paris’ine benziyordu, o gün Van’a ayak bastığımızda. Diyarbakır da öyleydi, bir sürü yer öyleydi. Eğer Erdoğan kayyum atamaya kalkarsa, Türkiye’de akıl almaz toplumsal karışıklıklara dâvetiye çıkarmak olur bu. Şu anda Tayyip Erdoğan’ın böyle bir Türkiye fotoğrafından, böyle bir Türkiye profilinden çıkarı yok. Tam tersine, iç politika, ekonomiyle ve dış politikayla ilişkili. Artık o kadar ki, Standard & Poor’s Türkiye’nin kredi notunu yükseltmiş, Mehmet Şimşek iyi kötü belli yerlerde “Nurettin Nebati’nin kabul görmediği kadar” kabul görüyor, bu kadar ekonomik sıkışıklıkta “Enflasyon düşer mi, nefes alır mıyız?” diye bir hesap yapılıyor. Hattâ birkaç gün önce Özgür Özel’le bir buçuk saat konuştular ve bütün bu konular, belediyeler meselesi konuşuldu. Çünkü kayyumlar, başta DEM Parti belediyeleri olmak üzere öyle yük bindirmişler ki, belediyelerin kasaları boşalmış vaziyette, devletin belediyelere destek olması gerektiği konuşuldu. Bu seçim sonuçlarından sonra bir de belediyelere kayyum getireceksin ve büyük toplumsal patlamalara zemin yaratacaksın. Bunların ne gereği var? Bir yandan da gidip orada burada kredi isteyeceksin. Dış dünyada, özellikle Batı dünyasında, “Biz 4 yıl daha iktidardayız. Ekonomi kötü, bizi anlayın” diyeceksin. Ondan sonra yargı, Kobani Dâvâsı’nda bol keseden ağırlaştırılmış müebbet dağıtacak, Osman Kavala ile Selahattin Demirtaş’a ilişkin hiçbir gelişme olmayacak. Bir yandan belediyelere kayyum atanacak. Eh o zaman 31 Mart diye bir seçim târihi olmadı ve bu sonuçlar da çıkmadı demek. Ama bütün bunlar oldu. Dolayısıyla kayyum meselesi artık benim de gözümde sâdece beklenti, umut değil, bir tespit olarak târihe karışmış durumdadır.

Peki son olarak Filistin meselesini konuşalım. Sen milletvekili olduktan bir süre sonra, Hamas’ın saldırıları ve ardından…

Çandar: Benimle bir alâkası yok bunun.

Yok tabiî. Ama Türkiye’de Filistin denince akla Cengiz Çandar geliyor. Nitekim seninle birkaç tâne de yayın yaptık bu konuda. Çok da iyi yayınlar oldu. Türkiye’nin veremediği bir Filistin sınavı var. Şu anda önümde Saadet Partisi Milletvekili Hasan Bitmez’in, bütçe görüşmeleri sırasında Meclis kürsüsünde yaptığı konuşmadan sonra hayâtını kaybetmesi olayı var. Çok acayip, ibretâmiz bir olaydı. Yani 7 Ekim saldırısından sonra Türk gemilerinin İsrail’e sevkiyat yaptığına dâir bir konuşma yapmıştı, ticâret meselesini dile getirmişti.   

Çandar: Bu yüzden AK Parti oylarının, kendisine çok önemli kayıplar verdirecek ölçüde Yeniden Refah Partisi’ne kayması var. Enflasyondan dolayı değil, Filistin’den dolayı kaydı oylar oraya.

Türkiye nasıl bir sınav verdi Filistin meselesinde? Meclis birtakım açıklamalar yaptı. Ama Metin Cihan’ın ortaya çıkardığı, önce reddedilen, sonra kısıtlanan ve sonunda da iptal edilen ticâret meselesi. Daha öncesinde, 28 Ekim’de Atatürk Havalimanı’nda Büyük Filistin Mitingi yapıldı. Ben o mitingi yerinde izledim. Kalabalık ve büyük bir mitingdi. Ama bana sanki yapmış olmak için yapıldı gibi geldi. Öyle bir hava vardı sanki. Şu anda da hâlâ İsrail’in Refah’a saldırıları sürüyor. Biden yönetimi İsrail’i sıkıştırıyor vs.. Dünyada Filistin meselesini değil de, Türkiye’deki Filistin meselesini konuşalım, Starbucks baskınları gibi. Türkiye bu sınavı veremedi değil mi?

Çandar: Bence veremedi. Ben daha önce Meclis’te, Genel Kurul’da sekiz on kez konuştum. Osman Kavala, Selahattin Demirtaş, AİHM kararları, Anayasa 90. madde ve 153. madde ihlâlleri ile ilgili konuştum, bunların hep altını çizdiğimi söyledim. Ama şunları da söyledim. Birincisi, şimdi konuştuğumuz konuyu, TÜİK rakamlarıyla çıkarttık, okuduk, metni gösterdik. Bu, iddia değil. TÜİK, yani devletin kuruluşu, İsrail’e yapılan ticâreti ortaya koyuyor. Hangi kalemlerin ihrâcâtının yapıldığını ve o kalemlerin nerelerde kullanıldığını söyledik. İkincisi, tabiî çok büyük ölçüde Metin Cihan’dan çok yararlandık. Olağanüstü bir gazetecilik yaptı. Olağanüstü gazetecilik deyince, şunu da söylemem lâzım: Bugün Celal Başlangıç’ı toprağa verdik. Celal Başlangıç, benim tanımımla gazetecilik mesleğinin yüz akıydı. Celal’in, 90’lı yıllarda gazeteciliğe, haberciliğe büyük katkısı, şimdi İsrail’le ticâret konusunda Metin Cihan tarafından yapılıyor. Kendisi şu anda sürgünde. Ona da başarı dileklerimizi ve selâmlarımızı yollayalım, çünkü gazetecilik adına çok önemli işler yaptı. 

Türkiye Filistin konusunda şu noktada sınıfta kaldı. Meclis’te yaptığım o konuşmalarda şunu da söylemiştim: Türkiye’nin çok tutarlı bir çizgisi olmadığı nereden belli? 27 Eylül’de, Birleşmiş Milletler Genel Kurul toplantıları nedeniyle, Tayyip Erdoğan New York’ta bulunduğu sırada Netanyahu ile görüştü. Ve Netanyahu’nun çok yakında Türkiye’yi ziyâret edeceğini söyledi. Aslında bu konuşmadan bir iki ay önce Netanyahu zâten Türkiye’ye geliyordu ve kırmızı halıyla karşılanacaktı. Ama hastalığı nedeniyle bu ziyâret ertelendi. Sonra New York’taki bu görüşme gerçekleşti. “Biz bu görüşmeyi saymıyoruz, sizi Türkiye’ye bekliyoruz” dendi. Cumhurbaşkanı Eylül ayının son günlerinde, “Netanyahu çok yakında, birkaç hafta içinde Türkiye’ye gelecek” diye alenen söyledi. 

Aradan 10 gün geçti. 7 Ekim günü Hamas’ın o bildiğimiz saldırısı ve sonrasında bugüne kadar devam edegelen gelişmeler gerçekleşti.  Eh şimdi sen ne kadar bağırıp çağırsan, “Netanyahu savaş suçlusudur, katildir, şudur budur” desen de, Hamas saldırısından 10 gün önce, Netanyahu’yu Türkiye’de ağırlayacağını îlân etmiştin. Hiç böyle bir beklentin, böyle bir tasavvurun yoktu.

İkincisi, Güney Afrika Cumhuriyeti, 2023 Kasım ayında, İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarının soruşturulması için Uluslararası Cezâ Mahkemesi’ne başvurdu. Arkasından, Aralık 2023’te İsrail’in Gazze’de soykırım suçu işlediği iddiasıyla Uluslararası Adâlet Divânı’nda dâvâ açtı. Türkiye dâvâya müdâhil olmadığı için eleştirildi. Hükûmet, “Biz oraya üye değiliz, birtakım hukuk engeller olduğu için yapamıyoruz” gibi bahâneler üretti. Mayıs ayının başında da Türkiye, Güney Afrika’nın Uluslararası Adâlet Divânı’nda açtığı dâvâya müdâhil olacağını açıkladı. Eh hani katılamıyordunuz? Şimdi ne oldu da katılıyorsunuz? Sonuç olarak, siyâsî olarak bir tutarsızlık görüntüsü var. Hukukî olarak bir tuhaflık var. Ticârî olarak eski Bakan Nihat Zeybekçi, “Tamam, katliamı nefretle kınıyoruz; ama İsrail serbest ticâret anlaşmamızın olduğu bir ülke” açıklamasını yaptı. 

31 Mart seçim sonuçlarından birisi, Filistin konusunda, senin de söylediğin gibi Hasan Bitmez’in, Meclis kürsüsünde İsrail’le ticâret meselesini vurgulaması ve hayâtını kaybetmesi, arkasından, sırf bu nedenle Yeniden Refah’a doğru giden büyük oy kayıpları. Sonra birdenbire, “İsrail’le ticâreti kısıtladık” açıklaması, bundan bir hafta önce de İsrail’le ithâlat-ihrâcâtımız tamâmiyle bitti” açıklaması. Bizzat Tayyip Erdoğan, “Bunu Netanyahu’yu ateşkese zorlamak için yapıyoruz” dedi. Şu anda Biden da Netanyahu’yu ateşkese zorluyor, ama Netanyahu elinde bazı kozlarla oynuyor. Yani Türkiye ile ticâretin kesilmesinin hiçbir etkisi olmaz. Senin gönderme yaptığın 28 Ekim’deki Büyük Filistin Mitingi’ni de hatırlarsak, iktidârın bugüne kadar sürdürdüğü Filistin politikası, genellikle iç politikada tribünlere oynamayı esas alan bir politikaydı. Orada Filistin halkı lehine sonuç almayı öngören bir politika maalesef olmadı; bunu açık söylemek gerekiyor. Sonuç olarak başarısız bir politikadır. 

Peki burada bitirelim. Sonuç olarak, “Cengiz Çandar hâlinden memnun” diyoruz.

Çandar: Şükretmesini bileceksiniz, öyle diyelim. En başa dönersek, Türkiye’de bulunmaktan, halkımın içinde olmaktan, Diyarbakır milletvekili olmaktan, sık sık Diyarbakır’a gidip geliyor olmaktan, bütün bölge halkından ve Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altında bir şeyler yapma gayretine sâhip bulunmaktan memnunum, evet. 

Çok teşekkürler. DEM Parti Diyarbakır Milletvekili Cengiz Çandar’la konuştuk. Yine çok keyifli bir sohbet oldu. Kendisine çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.