Yeşil Sol Parti’den Diyarbakır üçüncü sıradan milletvekili adayı olan tecrübeli gazeteci ve yazar Cengiz Çandar, Medyascope yayınında Ruşen Çakır’ın konuğu oldu. Yaklaşık yedi yıldır İsveç’te yaşayan Çandar, Türkiye’den ayrılma sürecine ve neden bu süre içerisinde Türkiye’ye gelmediğine değindi.
Adaylık sürecinin nasıl geliştiğini ve teklifin kimlerden geldiğini açıklayan Çandar, Diyarbakır’da nasıl bir kampanya yürüteceğini, seçildiği takdirde Meclis’te neler yapacağını anlattı.
Aday olmasına gelen tepkilerle ilgili de konuşan Çandar, olumsuz tepkilerin organize bir yapıdan geldiği iddiasında bulundu. Çandar, Batı ülkelerinde yaptığı gözlemleri ve temasları da anlattı ve Batılı ülkelerin Erdoğan iktidarına nasıl baktığı konusunda görüşlerini belirtti.
Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal
Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Yeşil Sol Parti’den Diyarbakır’da 3. sıradan milletvekili adayı olan gazeteciCengiz Çandar stüdyoda konuğumuz. Kendisiyle, adaylık sürecini, kampanyayı ve milletvekili seçilmesi hâlinde neler yapacağını konuşacağız. Hoş geldin Cengiz Abi.
Cengiz Çandar: Merhaba.
Ruşen Çakır: Yıllar önce, sen Türkiye’den ayrılmadan önce, Medyascope’un eski stüdyosunda ağırlamışlığımız vardı seni.
Cengiz Çandar: Evet, birkaç kere.
Ruşen Çakır: Doğru. Türkiye’den uzun bir süreliğine ayrıldın ve geri gelmedin.
Cengiz Çandar: Yedi sene oldu.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Ruşen Çakır: Dönüşünde ifâdeni verdin, biliyoruz; yasal bir şey yoktu, ama bir küskünlük mü vardı?
Cengiz Çandar: Biraz karışık. Mart 2016’da, yazmakta olduğum Radikal gazetesi kapandı. Resmî olarak bildirilen kapatma gerekçesi ekonomik nedenlerdi. Ama resmî olarak bildirilmeyen gerekçesinde, benim yüzümden kapatıldığına dâir duyumlarım vardı. Radikal gazetesinin o dönemdeki patronunun Türkiye’deki siyâsal otoriteye bir jesti gibiydi. O dönemde de aslında tek adamlık vardı. Anayasal olarak “tek adam” değildi, ama öyleydi. Radikal zaten muhâlif pozisyonda bir gazeteydi. Benim de, yazılarımla çok ateşli bir muhâlif olduğum dönemimdi. Nitekim 2015 Kasım ayında, 1 Kasım’da tekrarlanan seçim sonrasında, 2015 Haziran- Kasım seçimleri arasında yazdığım yazılardan dolayı Cumhurbaşkanı’na hakaret dâvâsı açılmıştı zâten. Böyle bir dönemde, Radikal gazetesinin kapatılmasının, Tayyip Erdoğan’a bir anlamda, “Biz seni sevindirecek bir şey yapıyoruz. Üstümüze gelme” mesajı içeren bir durumu vardı. Zâten 2014 yılından îtibâren bütün ekranlar bana kapalıydı. “Ortadoğu uzmanı” diye isim yapmışım, Ortadoğu’da kıyâmet kopuyor, Irak Cumhurbaşkanı ile kişisel ilişkileri olan biriyim; Filistin konusu, İsrail, Lübnan, Suriye’de iç savaş başlamış, yol almış, gidiyor. O coğrafyada ayağımın değmediği yer yok. Hem aktörleri hem sâhayı tanıyorum. Türkiye’nin başka politik meseleleri bir kenara, insan nezâketen, telefonla bile olsa bir görüş sorar. 2014 yılından beri bıçakla kesilmiş gibi bütün televizyon kanalları ambargo koydu bana.
2017 yılıydı yanlış hatırlamıyorsam, o zaman ilk kez sen aramıştın Medyascope ekranına çıkmam için. Bir de söylediğin gibi, 2016’da Türkiye’den ayrılmadan önce, üst üste birkaç kez Medyascope’ta programlara katıldım. Onun dışında ekran ambargosu vardı bana. Yazma imkânım da yok. Radikal zâten dijital gazeteciliğe geçmişti. Çok az kişiydik ve olan kişilerin hepsi de Hürriyet gazetesine geçti. İsmail Saymaz, Hakan Çelenk, Bahadır Özgür, Ali Topuz… Ben, Radikal’deki yazıları Hürriyet’in internet baskısında yayınlanan tek kişiydim. Radikal’in kapatıldığı gün, kimse bana “Hürriyet’e geç” demediği gibi, Hürriyet gazetesine Abdulkadir Selvi yazar olarak başladı. Yani Radikal’in kapatılmasıyla, Abdulkadir Selvi’nin Yeni Şafak’tan Hürriyet gazetesine transferi arasında müthiş bir zamanlama var ve ben yokum. Ekran yok, gazete yok. Tamam, anlaşıldı. O sırada, Stockholm Üniversitesi Türkiye Çalışmaları Enstitüsü’nden çalışma teklifi almıştım. Bir de, o dönemde Oxford Üniversitesi’nin dünyanın en önde gelen Ortadoğu uzmanlarından biri olan tarihçi Eugene Rogan’ın başında bulunduğu Ortadoğu Merkezi’nde birkaç konferansa gitmiştim, şahsî dostumdu. 1 Kasım seçimlerinden sonra bana, “Artık senin akademik sürgün zamânın geldi, hemen çık gel” diye mesaj atmıştı. Stockholm Üniversitesi’nden ve Oxford’dan gelen teklifleri kabul ettim. O arada T24’te 1 ay sonra İsveç’e gideceğimi îlân ettim. Gizli saklı bir durum yoktu zâten. Netîcede Mayıs 2016’da Stockholm’e gittim ve araştırmacı olarak Türkiye Çalışmaları Enstitüsü’nde çalışmaya başladım. O arada da Oxford işlemlerimi tamamladım. Çünkü İsveç’teki işim 5 ay sürecekti, oradan da Oxford’a geçecektim. Oxford’daki çalışmam da 1 senelikti. Arada bir de Türkiye’ye gidip gelirim diye düşünürken, 15 Temmuz oldu.
15 Temmuz’un tutuklama, soruşturma dalgasına, başı belâya giren insanların kimliğine, geçmişine bakınca, darbeci olduğu iddia edilenlerle sınırlı bir olay olmadığını düşündüm. Muhâliflik görüntüsü veren herkese yönelik bir cadı kazanı kaynıyor. “Türkiye’ye dönersem, o cadı kazanının içine dalmış olacağım. O yüzden biraz dışarıda duralım” diye düşündüm. O arada da, Birleşik Krallık’ın Avrupa Birliği üyeliğinden ayrılmasıyla ilgili Brexit Referandumu oldu. Tam o sıralarda da İsveç’teki sürem doluyor, Oxford’a gideceğim. “Olur mu olur, Türkiye’de pasaportum iptal edilirse İngiltere’de kalacağız, Avrupa’ya geçemeyeceğiz –orada torunum yaşıyor, arada onu görüyorum–; ben en iyisi Schengen Bölgesi’nde kalayım” diye düşündüm. Oxford’da Eugene Rogan’a haber verdim. O da bana, “Karar çıktı, yerin hazır. İstediğin zaman gelebilirsin, dondururuz” dedi. Ama Brexit devam ediyor. Türkiye’de de rejimin devamlılığı oluştu. Bir de üstelik 2018 Referandumu, seçimler filan derken, ben İsveç’teki ikametimi uzata uzata bu günlere kadar geldik.
Ruşen Çakır: Arada da olsa Türkiye gidip gelmemek bir tercihti yani.
Cengiz Çandar: Hepsi değilse bile hemen hemen bütün Türkiyeliler gibi, ben de 7/24 Türkiye ile yatıp kalkıyorum. Sabah uyanır uyanmaz ilk iş, bilgisayarı açıp, iki üç saat Türkiye’de neler olup bitiyor diye bakıyorum. Yatmadan önce gece 01.00-02.00’ye kadar yine göz atıyorum. Gündüzleri kaçırdığımız bir şey olmasın diye yine bakıyorum. Yani günde üç dört posta Türkiye’yle ilgileniyorum. Hattâ artık espri konusu olmuştu bu: “Biraz hayâtınızı yaşasanıza” diyordu arkadaşlar. Türkiye ile yatıp kalkarak yaşamaya devam ettik. Aslında özlemeye de çok fırsatımız olmadı çağdaş teknoloji sâyesinde. Zâten Türkiye’de yaşıyor gibiydik. Geçen Pazar günü Türkiye’ye ilk geldiğimde, “Ne hissediyorsun?” diye sordular. Sanki geçen hafta gidip dönmüşüm gibiydi. Bir şey yok.
Ruşen Çakır: Bu adaylık meselesi hızlı bir şey oldu galiba.
Cengiz Çandar. Fazla hızlı oldu. Hâlâ baş döndürücü bir hızla gidiyor.
Ruşen Çakır: Sanıyorum bir başvuru değil de bir dâvet söz konusu.
Cengiz Çandar: Aslında Türkiye’ye bugüne kadar gelmemek bir tercihti. Ama seçimlerde gelme karârındaydım. Seçim hangi sonucu verirse versin gelecektim zâten. Hem süre çok uzadığı için, hem bir sürü başka nedenden dolayı dönecektim. “Seçim günü mü burada olayım, yoksa 1 hafta sonra mı döneyim?” diye düşünüyordum. Ama her halükârda, Mayıs ayında, ya da en geç Haziran ayında Türkiye’ye gelmekte kararlıydım. 1 ay erken gelmiş oldum.
Adaylık meselesiyle ilgili soruna gelirsem: Bundan 1 hafta öncesine kadar hiç öyle bir hesap yoktu. Zâten seçim zamânı Türkiye’ye gelmeyi düşünüyordum. Siyâsete girmek, aday olmak, seçilmek filan gibi bir düşüncem yoktu. Geçen hafta Çarşamba (5 Nisan) gecesi böyle bir teklif gelince… Ben gece 02.00’den önce yatan biri değilim. Orada da çok geç bir saatti zâten. Türkiye’den telefon gelince, önce bir duraladım. Karıma da danışmam gerektiğini düşündüm. Nihâyetinde hayâtı, zorlukları riskleri benimle paylaşıyor. Bir de, bu teklifi yapan gelenek, eş başkanlı bir gelenek. “Eş başkana sormam gerekir tabiî” dedim. Eşim uyuyordu, uyandırdım ve konuştuk. Türkiye’de bu hâliyle niye bu mücâdeleye girmem gerektiğini, tahminimin ötesinde olumlu ve yüreklendirici tanımlamalarla bana söyledi. “Tamam” dedim ben de. Fakat çok geç bir saat. Bu işin acemisiyiz. Tamam, iyi kötü Türkiye’de ismi bilinen bir adamım. Bu adaylık duyurulacak mı, nasıl olacak? Adayların îlân edildiği güne kadar da beklerim, kamuoyu ille de bilsin diye çok merakım yok. Hattâ adayların îlân edileceği gün söylenseydi belki daha iyi olurdu, en azından bu kadar patırtı olmazdı. Çünkü olan biteni biliyorum, hepsini izledim. O arada Mithat Sancar’la konuştum. Hem çok eski dostum, hem partinin eş başkanı. Kendisine, “Ne yapmam gerektiğini söylerseniz, ona göre davranayım” dedim. O da, “Ben arkadaşlara söylerim, onlar yarın duyurur. Ya basına duyuru geçerler ya da açıklama yaparlar” dedi. Birbirimize iyi dileklerde bulunduk ve telefonu kapattık. 15 dakika sonra internette dolaşıyorum. Adaylık haberim vızır vızır dolaşıyor. Dehşete kapılıp Mithat Sancar’a, “Ben adaylığımla ilgili kimseye bir şey yazmadım, ama bu konu internette dolaşıyor. Durum patladı, benden bilme” diye SMS mesajı attım. Mesajım üzerine beni aradı. “Ben adaylığı kabul ettiğini arkadaşlara söyledim. Onlar hemen duyurmuşlar” dedi.
Ruşen Çakır: Bu adaylık konusunun Hasan Cemal’le birlikte olması da ilginç oldu. Siz zâten hayatta da birbirine yakın iki isimsiniz.
Cengiz Çandar: Güzel oldu. Evet, çok yakın arkadaşız. Ona sorsanız, en yakın arkadaşı benim, benim için de öyle.
Ruşen Çakır: Birbirinizle de konuştunuz herhalde bu adaylık konusunu.
Cengiz Çandar: Hayır. İşin ilginç tarafı şu: Hasan iki hafta kadar önce beni aradı. Kıkır kıkır gülüyor. “Sana çok önemli bir haber vereceğim. Milletvekili adayı oluyorum” dedi. Nereden, nasıl çıktı filan derken, anlattı. HDP Danışma Kurulu toplantısı çıkışında Pervin Buldan önermiş. Hasan için de çok ânî olmuş bu. Hiç hesapta olmayan, düşünmediği bir şey. O da “eş başkanı”na sormuş, konuşmuşlar. Sonra geri aramış. “Eğer çok geç olmadıysa, vazgeçmediyseniz, teklifinizi kabul ediyorum” demiş. Pervin Hanım da çok sevindiğini söylemiş. Onun üzerine karısına demiş ki: “Şimdi hemen Cengiz’i arayıp bildirmek zorundayım. Bu konuyu medyadan öğrenirse, iflâhımı keser, benden duymalı”. Onun için ilk söylediği kişi benim. Kamuoyunun duymasından 3 gün önce, Hasan’ın adaylığını biliyordum. Günde üç posta arayıp, neyi nasıl yapayım diye konuşuyor. Benimle ilgili bir durum yok ortada. Ben o arada Hasan’a mesâî veriyorum. Sonra benim adaylığım söz konusu olunca ve bu konu internette dönmeye başlayınca, Hasan’a haber vereyim diye düşündüm. Ama Hasan akşam 23.00’te yatar — o saatte uyuyordur yani. O arada Türkiye’deki internet haber sitelerinden aranmaya başladım. Hasan T24’te yazıyor, ben de arada yazı veriyorum oraya. T24’ün Genel Yayın Yönetmeni Doğan Akın’a dedim ki: “Benim için en büyük dert, Hasan sabah uyanacak, ‘Ben böyle mi öğrenecektim?’ diye beni mahvedecek. Ama şu anda Türkiye’de saat 02.00, uyandırmayayım”. Doğan da, “O çok sevinir” dedi. “Hayır, önce bir oyar, ondan sonra sevinir” dedim. Türkiye’de saat, yaşadığım yerden 1 saat ileri. Sabah 06.30 olmuş. İki üç saat ancak uyumuşum. Bir telefon çaldı, açtım Hasan. “Hasancığım hiç kızma, vallahi çok geç oldu diye uyandırmak istemedim seni, yeni oldu zâten her şey” dedim. Öyle konuştuk.
Ruşen Çakır: Biraz tuhaf olacak ama, senin yerin garanti gibi, fakat Hasan Cemal’in adaylığı İstanbul 2. Bölge 3. sıradan. Onunki biraz daha zor sanki.
Cengiz Çandar: Bana oranla biraz daha zor görünüyor. Çünkü nereden aday olacağımız bildirilince seçimde kaç oy almış, kaç milletvekili çıkmış diye baktım. Hasan hiç ilgilenmiyor bu işle. HDP’nin ilk kez barajı aşıp Parlamento’ya girdiği seçim 7 Haziran 2015. Diyarbakır 11 milletvekili çıkarmış. HDP’den 10 milletvekili, AKP’den de 1 milletvekili çıkmış. 1 Kasım’da tekrarlanan seçimde 9’a 3 olmuş. Oy oranları Diyarbakır’da 7 Haziran’daki ilk seçimde HDP %77. İkinci seçimde biraz düşmüş; %72. 2018’deki son seçimde HDP %65 oy almış, 12 milletvekili çıkarmış. Yine 9’a 3. Şimdi ben 3 sırada olduğuma göre ve şu anda HDP 12’ye 0 gibi ihtiraslı bir hedef koyuyor, ya 12’ye 0, ya 11’e 1, ya da 12’ye 2 gibi gözüküyor.
Ruşen Çakır: CHP’den Sezgin Tanrıkulu rakip.
Cengiz Çandar: Benim değil.
Ruşen Çakır: Neden? İkiniz de Diyarbakır’dan adaysınız.
Cengiz Çandar: Evet. Sezgin, benim çok sevgili eski bir arkadaşım. Üstelik bana Diyarbakır’ı tanıtan insanların da başında geliyor. Sezgin, Diyarbakır’da CHP’nin 1. sıra adayı. Eh ben 3. sıradayım. Sezgin’le niye rakip olayım? Onun seçilmesini de cân-ı gönülden istiyorum, onu da söyleyeyim. Ama rakibim değil.
Ruşen Çakır: Yarın öğlen 13.00’te de Hasan Cemal gelecek buraya. Sizlerin adaylığı açıklandığında, sevinen, mutlu olan, hoşlananlardan çok ses çıkmadı; ama hoşlanmayanlardan, sevmeyenlerden epeyce ses çıktı. Size de gelmiştir bunlar.
Cengiz Çandar: Tabiî, hepsini izliyorum.
Ruşen Çakır: Meselâ bu yayın öncesinde bana ve şu anda YouTube’da izlerken de çok sayıda tepki gelecektir. Bunun değişik ayakları var. Meselâ Turgut Özal’la yakınlığınız, bir dönem Erdoğan’a mesâfeli olmamanız ya da referandumda “Evet” demeniz…
Cengiz Çandar: Bir de program açarken Fethullah Gülen’e yönelik olumlu sözler söylemek. O da dolaşımda.
Ruşen Çakır: Cengiz Çandar bütün bunlara ne diyor? Geçmiş üzerinden bugünü ve yarını gündeme getirmeleri… Bunu söyleyenler haksız mı? Yoksa, “Haklılar, ama…” mı?
Cengiz Çandar: Bir kere, “Haklılar, ama…” değil. Ben hedef tahtasına çok sık oturtulmuş bir adam olarak, bu konularda biraz derisi kalınlaşmış, belli bir alışıklık ve bağışıklık kazanmış biriyim. Benim açımdan yeni olan, göz önünde olmadığım için, ekranda görünmediğim için, düzenli olarak yazıp çizmediğim için, sosyal medyayı da çok dikkatle izliyorum ama sık yazmadığım için, biraz gözden ırak gönülden de ırak haldeyken, benimle uğraşan yoktu şu dönemlerde.
Ruşen Çakır: Unutulmuştun yani.
Cengiz Çandar: Evet, unutulmuştum. Bu şekilde hatırlanmam, bir de senin gönderme yaptığın gibi, seçim garantili bir şekilde, birdenbire Türkiye’ye “muhtemel milletvekili” olarak ayak basmam, benden hazzetmeyen, bana karşı görüşleri olanları mobilize etti. Sayısal olarak bunun oranını bilmiyorum, ama yelpâze olarak hayli geniş bir kitle var, onu biliyorum. Birdenbire oklar ve bombardıman başladı. Ama dediğim gibi, derisi kalınlaşmış, belli bağışıklık kazanmış, geçmişte de bu gibi durumlara mâruz kalmış biri olarak, hiç bilmediğim, yaşamadığım bir durum değildi. Meğerse 7 yıldır rahat yaşıyormuşuz. Bütün bunlardan çok da zevk aldığımı söyleyemem. Tamam, bir iki gün sürer, anlarım. “Yetmez ama evetçi”, “Bilmem ne târihte şunu demişti” filan derken, sonra bu bir kampanyaya dönüştü ve boyutları genişledi; bitmiyor ve müthiş hakaretâmiz cümleler, gerçek dışı iddialar ve ithamlar… Ben, iyi kötü bunca yıl bilgileri, deneyimleri biriktirmiş ya da öyle olduğuna inanan birisi olarak, bu yapılanın eleştiri boyutlarını aştığını düşündüm. Bu, eleştiri ya da îtiraz değil. Her seçimde listelerde kan gövdeyi götürür onu biliyorum; ama bu, o değil, başka bir şey. Bu bir operasyon. Çünkü daha listeler açıklanmamış. Benim algıladığım, ne yapıp edip HDP’ye, “Buna muazzam bir tepki var, büyük kayıplara yol açacak” izlenimi yaratıp beni listeden düşürmek. Bu kampanyanın yaygın olması lâzım, güçlü olması lâzım, operasyonel bir şey olması lâzım.
Bu sabah Sönmez Köksal’ın YetkinReport’taki bir yazısını https://yetkinreport.com/2023/04/13/rusyanin-ya-da-baska-ulkelerin-secime-mudahalesine-dikkat/ okudum. Açıklaması, bu yapılanın bir operasyon olabileceğini düşündürttü bana. Sönmez Köksal bir diplomat. Benim de birlikte televizyonlarda program yaptığım bir isim ve şahsî dostluğum olan birisi. MİT Müsteşarlığı yaptı bu ülkede. Sönmez Köksal, “Türkiye’deki bu seçim döneminde Rusya’ya çok dikkat etmek gerekir” diyor. Ben o sözünü çok önemsedim. Çünkü bir süredir, daha aday değilken, adaylığımın rüyâsı kurulmazken, “Rusya bu seçimlere bîgâne kalmaz, ilgisiz kalmaz” diye düşünüyordum. Rusya Amerikan seçimlerine müdâhale etmiş bir unsur biliyorsunuz. Trump’ın kampanyasıyla bağlantıları olduğu açığa çıktı. Avrupa’da “alt-sağ” denen, yani aşırı sağ, milliyetçi sağ akımlar, Almanya’daki Alternatif Parti’den (AFD), İtalya’daki Kuzey Ligi Hareketi, hattâ Fransa’daki Le Pen’e kadar ilişkili. Oraya para döküyorlar. Türkiye, mevcut rejimiyle Putin’le en yakın ilişkiye sâhip ve jeopolitik olarak çok değerli bir ülke. Tayyip Erdoğan, dünyada “Sayın Putin” diyen pek az sayıda kişiden birisi. Türkiye ve Rusya arasındaki bütün rekabet unsurlarına rağmen, bir yandan da Karadeniz’de, Kafkasya’da, Suriye’de, Libya’da birlikte iş tutuyorlar. Suriye’nin kuzeyinde Rojava Bölgesi’nde birlikte devriye geziyorlar. İdlib’de birlikte iş tutuyorlar. Hatta Tayyip Erdoğan Suriye’yle durumu toparlayabilmek için, Emevî Camii’nde namaz kılacakken, şimdi tekrar Beşar Esad’la ilişki kurabilmek için Rusya’nın yardımını istiyor. Rusya araya giriyor, dışişleri bakanlarını, savunma bakanlarını Moskova’ya getiriyor Türkiye. Suriye’de iş bağlamaya çalışıyor. Böyle bir durumdayken, Rusya’nın seçimlerle hiç ilişkisi olmayacak, Komsomolskaya Pravda’dan ya da bilmem ne gazetesinden izleyecek — olmaz.
Sönmez Köksal’ın yazısına dönersek, şöyle diyor: “Bu dönem farklı bir dönem. Rusya, mutlaka ama mutlaka Türkiye’deki seçimlerle ilişkilidir, ilgilenmektedir. Eskiden seçim kampanyaları dediğiniz şey, kahveleri dolaşırsınız, miting yaparsınız, sokakta vatandaşlarla el sıkışırsınız, nutuk atarsınız, bildiri dağıtırsınız filan. Şimdi öyle bir dönem değil bu. Artık seçim tekniği, propaganda ve kampanya teknikleri bu değil. Siber dünya ve yapay zekâ ile yürütülüyor işler. O bakımdan sosyal medya gibi alanlar çok önemli”. O “trol” dediklerimiz çok önemli. Bana yönelik gürültü çıkaranların %90’ı 95’inin gerçek isimleri değil. Kimdir bilmiyorsunuz. İddiayı, ithâmı, iftirâyı görüyorsunuz. Ama kim? Cevap vermeye kalksam, “Yahu kardeşim, o öyle değil, sen yanlış biliyorsun” desem ya da “İki çift lâf anlatayım sana DM ile, ben de seni izlemeye alayım” deyip, kamuoyu önünde değil, birebir anlatmaya çalışsam… Adamın kim olduğunu bilmiyorum ki, kim olduğu belli değil. Dolayısıyla, Sönmez Köksal, “Bu işler siber alandaki tekniklerle yapılıyor ve Rusya’nın da, mutlaka ama mutlaka Türkiye seçimlerine ilgisi, ilişkisi ve müdâhalesi olacaktır” deyip, yöntemi bu olarak tanımlayınca ve kendisinin MİT Müsteşarlığı sıfatını taşımış biri olduğunu da hatırlayarak, “Burada bana yapılanlarla çok örtüşen bir şey var” dedim. Çünkü Ankara’da gazeteci genç bir meslektaşımızla konuşurken, “Eleştiriler konusunda ne düşünüyorsunuz?” diye sordu. “Bir dakika. Eleştiri ayrı bir şey, eleştiri olabilir, ama bu bir operasyon. Eleştiri ile operasyon aynı şey değil” dedim. Sönmez Köksal’ın yazısındaki bu bölümü okuyunca, kafamda bunun bir operasyon olduğu tam olarak oturdu.
Ruşen Çakır: Sen ve Hasan Cemal Yeşil Sol Parti’den adaysınız, ama aslında bu HDP. HDP de Kürt siyâsî hareketinin yasal partisi. Yıllardır tanık olduğum, ama özellikle son yıllarda tanık olduğum, sizler, o hareketin nezdinde ve özellikle tabanında sevilen insanlarsınız. Yanlış mı düşünüyorum?
Cengiz Çandar: Öyleyiz. Hâlâ öyleyiz.
Ruşen Çakır: Dolayısıyla o tabanın, “Bunlar nereden çıktı başımıza?” diyecek bir taban olduğunu zannetmiyorum.
Cengiz Çandar: Tam tersine, bu son bir haftalık kaynama köpürme döneminde, özellikle sosyal medyada, Diyarbakır’da aday olacağım ve çok yakında çalışmalara katılacağım öğrenilince, oranın ahâlisinden ve genel olarak Kürt kamuoyundan, gerçekten göz yaşartıcı ve son derece okşayıcı geri dönüşler, olumlu tepkiler geldi. Ben biraz duygusal bir adamım, bu konuyu biraz daha konuşursam gözümden damlalar inebilir. Az önce söylediğini teyiden söyleyeyim. Esas, bu partiyi sosyolojik anlamda taşıyıcı olan alan, Kürt alanın; çünkü bu partide Türkler ve birtakım sol kuruluşlar da var, ama bunlar biraz dekorasyon gibi. Nereden baksanız, oy potansiyeli olarak da, söylem olarak da, geçmiş olarak da, kimlik olarak da Kürt partisi tabiî. Türk dekoratif unsurlar da var bu partide. Şimdi biz de varız. Ama biz, yani Hasan Cemal ve ben, o dekorasyon unsurları olmaktan öte, bu sorunla çok yakın ilişki kurmuş ve hem siyâsî aktörleriyle hem sâhadaki insanlarla, bölgenin insanlarıyla gide gele tanışarak, çok kalbî ilişkiler kurmuş insanlarız ve orada hiçbir sorun yok, olmadı da. Bu gürültü patırtı hâlâ devam edince… Tabiî listeler açıklandıktan sonra biraz azaldı. Yani bundan 3 gün öncesine oranla, şimdiki salvolar, hem şiddet olarak hem içerik olarak hem ses olarak daha zayıf. Ama devam ediyorsa de artık geçmiş olsun. Bu halkla bizim bir sorunumuz yok.
Ruşen Çakır: Yarın Diyarbakır’a gidiyorsun ve kampanyayı başlatıyorsun.
Cengiz Çandar: Ben başlatmıyorum.
Ruşen Çakır: Yani şunu demek istiyorum: Diyarbakır’da Cengiz Çandar’ın kampanyasını başlatıyorsunuz.
Cengiz Çandar: Şöyle diyeyim: Dün Diyarbakır’da aday tanıtımı yapılmış, benimle iletişime geçtiler. Ben de gelebileceğim zamânı söyledim, “Tamam, biz sizi alırız. Çünkü ilçelere gidilecek, oraya gidilecek, buraya gidilecek, plan yapacağız” dediler. Bugün Diyarbakır’dan yine il yönetimi arayıp diyor ki: ‘“Gittiğimiz yerde herkes ‘Siz zâten seçileceksiniz. Biz sizi zâten seçeceğiz. Onun için bize propaganda filan yapmayın. Seçildikten sonra, Ankara’ya gidildikten sonra ne yapacaksınız onu anlatın. Bu işler ne olacak, Türkiye’nin yönü ne olacak? Bizim konularımız ne olacak? Siz onu anlatın’ diyorlar”.
Ruşen Çakır: Ben de onu soracaktım zâten size.
Cengiz Çandar: Onun için ben de gidip, “Ey Vatandaş!” filan diye bir kampanya yapmayacağım.
Ruşen Çakır: Ama sonuçta gidip insanlarla görüşeceksiniz.
Cengiz Çandar: Tabiî. Bir de en azından saygı gereği. O bölgenin adayısınız. İnsanlar gelip size oy verecek. Siz de gidip onları göreceksiniz elbette.
Ruşen Çakır: Yanılmıyorsam Artı Gerçek’te görmüştüm. Aday toplantısı sırasında yeni dönemde Kürt sorunun çözümüyle ilgili bir soru vardı. Çünkü HDP de, CHP de, Kürt sorununun çözümü için Meclis’i adres gösteriyor. Bu konuda sanki bir mutâbakat şekilleniyor gibi. Yeni dönemin öne çıkacak aktörleri olarak Cengiz Çandar ve Hasan Cemal olacak diye akıl yürütenler de var. Hattâ bir iddiaya göre, Hasan Cemal seçilirse en yaşlı üye olarak Meclis açılışını bile yapabilir diyorlar.
Cengiz Çandar: Evet. İnşallah öyle olacak.
Ruşen Çakır: Böyle bir hesap var mı, yoksa oluruna mı bırakacaksın?
Cengiz Çandar: Son birkaç gün içinde bu soruya çok muhâtap oldum. Bir ara şunu düşündüm, hattâ birilerine de söyledim: Ben hayâtımda bir müzâkere heyetinde yer almadım. Yeşil Sol Parti bizi seçilmek üzere aday gösterdiği zaman, “Seçilsin” diye aday gösterdiği zaman, “Meclis’te müzâkereler başlayacak. Bu adamlar bizde olsun, bu işleri iyi bilirler. Müzâkere heyetimiz hazır olsun” diye yaptığını sanmıyorum. Oraya varabilir iş, şimdiden onu bilemem. Bir sürü adam var bizden daha tecrübeli — meselâ Sırrı Süreyya Önder müzâkereci olarak daha önce bulundu. Bir de İmralı’ya gelip gitti defâlarca. Taraflar arasında nasıl bir dil kullanılıyor, nerede takılıyor, nerede ne oluyor? Ben işin târihsel arka planı, çeşitli boyutları bakımından İsveç’te oturup kitap yazdım; 2020 yılında İngilizce olarak yayınlandı. Barış süreçleri, görüşmeler dâhil olmak üzere, bu sorunun bugüne kadar en kapsamlı çalışmasıdır o kitap. Bunu biliyorum, ama Sırrı Süreyya yüz yüze müzâkereciliği biliyor. Biz anamızın karnından müzâkereci doğmuş değiliz. Bir de çok araçsalcı bir yaklaşım gibi geliyor. Benim bütün ömrüm Kürt sorununun barışçıl çözümü için, bu amaçla Kürt haklarının, özgürlüklerinin, Kürt dilinin üzerindeki baskıların kaldırılması mücâdelesiyle geçti. Ben bir mücâdele insanıyım sonuç olarak. Bunu gazeteci kimliğimle yapıyordum. Şimdi siyâset adamı olarak yapacağım. Kürtler beni, “Bu adam bizim için didişip duruyordu” diye, bu özelliğimle tanıyorlar. Parti de o özelliğimi bilerek herhalde, “Gel bu saflarda bulun. Senin bilginden, deneyiminden, aynı çatı altında bulunduğumuz zaman yararlanırız” diyor. Ama Türkiye’de bir sürü çevrenin algıladığı şekil, “Perde arkasında bir hazırlık var, yeni parlamentoda müzâkere süreci başlayacak” gibi. Ben de diyorum ki: “Daha dersimizin o bölümüne gelmedik. Bu çok çetrefilli bir konu”.
Ayrıca, Selahattin Demirtaş hapiste. Figen Yüksekdağ hapiste. Gülten Kışanak hapis. Osman Baydemir dışarıda. Fırat Anlı dışarıda. Abdullah Demirbaş dışarıda. Bu isimler bu halkın seçilmiş temsilcileri. Şu anda Meclis’te bulunmayı bizden çok daha hak eden insanlar. Osman Kavala hapis. Türkiye’de bu konularla ilgilenmiş, barış için bir katkıda bulunmaya çalışmış, işlerin tıkandığı, Barış Süreci’nin bozulduğu noktada, Osman “Temas ve Diyalog Grubu” diye benim, Mithat Sancar’ın ve başka isimlerin de dâhil olduğu bir sürü insanla, tekrar diyalog başlasın diye didinmiş bir adam. Milletvekili değil ama hapis. Bütün Geziciler hapis. Bunların bu şekilde olması, Türkiye’de demokrasi iklimini zehirlemiş, bozmuş bir görüntü veriyor. Türkiye’de demokrasi iklimi oturmadan, Türkiye’nin demokratikleşmesi için, aşılması en zorunlu ve en gerekli olan bu sorunu konuşmaya nasıl başlayacaksınız?
Ruşen Çakır: Hasan Cemal, “Ben gazeteciliği bıraktım” dedi. Sen de, artık siyâsetçi olduğun için herhalde bırakmış sayılırsın.
Cengiz Çandar: Bırakmış filan sayılmıyorum.
Ruşen Çakır: O zaman iyi. Bu seçimin son derece kritik, hayâtî olduğunu hepimiz biliyoruz. İktidar yanlısı da, muhâlefette olan da biliyor. Bir gazeteci olarak şunu sorayım: Aday Cengiz Çandar’ı mümkün olduğu kadar geri plana itip, Kılıçdaroğlu’nun seçilme ihtimâlini, Meclis’te kimin çoğunluk oluşturabileceğini ya da bir iktidar değişikliği olacaksa geçiş sürecinin kolay olup olmayacağını nasıl görüyorsun?
Cengiz Çandar: Ben, gerçekçilik adına, bir de değerlendirmelerim öyle olduğu için, bundan 5-6 ay öncesine kadar, “Türkiye’nin geleceği karanlık gözüküyor. Türkiye bu tünelden çıkamayacak, neler olacak onu bilmiyorum ama…”
Ruşen Çakır: Hattâ galiba seninle böyle bir tartışmamız da olmuştu diye hayal meyal hatırlıyorum. Beni fazla iyimser bulmuş olabilirsin.
Cengiz Çandar: Evet, doğru. İstanbul seçimi iptal edilip İmamoğlu 2. tura kaldığı sırada, sen o gün Washington’da bir yerde konuşma yapacaktın. Ben de oradaydım. Seçimin iptal edildiği haberi, tam da senin konuşmandan önce gelmişti. “Mevcut iktidar İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni bırakmayacak” diye ortalığı büyük bir karamsarlık havası sardı. Sen de kalkıp, “Bu iş daha iyi oldu, bakın göreceksiniz” dedin. “Ne diyor bu adam Allah aşkına?” dedim. Tamam, yani iyimser olalım da, biraz daha ihtiyatlı konuşalım hiç değilse. Ama sen haklı çıktın orada. Ve 13 bin fark, 807 bin farka çıktı. Korkunç bir şey oldu yani.
Ben Türkiye’nin yakın geleceğine dâir, çok da böyle Şenay’ın şarkılarındaki “Bahar dalları çiçek açmış, el ele tutuştuk” gibi bir ruh hâlinde değildim ve iyi görmüyordum da. Fakat son 5- 6 aydır gayet iyimser bir havaya girdim. Hattâ Can Dündar’la Berlin’de görüştüğümüz zaman, “Abi sana ne oldu böyle? Rolleri değiştik galiba” dedi. Böyle iyimser görmeye başladım ve onun nedenlerini anlatmaya çalışıyordum. Onun gerekçeleri var. Bu iyimserliğim, depremle birlikte kesinleşti. Allah kimsenin, hiçbir ülkenin, düşmanımın bile başına vermesin. Bu kadar trajik, bu kadar yürek burkan bir durum— ki sonuçları hâlâ devam ediyor. Bu iktidar, bu depremin enkazının altında kaldı bence — çıkamaz, mümkün değil. Şâyet çıkarsa, o zaman başka şeyler aramamız lâzım. O zaman Türkiye’nin insanından umut kesildi demektir. Mümkün değil, çıkamaz. Deprem performansı nedeniyle çıkamaz. Depremde öyle bir performans verdiler ki. Benim gibi dışarıda bulunmanın bir avantajı varsa, belki ağaçları ve yaprakları iyi görmüyorsunuz, ama ormanı toptan görüyorsunuz. Helikopterle tepeden ormanın üstünde dolaşır gibi, ne oluyor ne bitiyor bütün ormanı görüyorsunuz. İktidarın deprem sırasındaki ve sonrasındaki performansı eksi. Türkiye toplumu bu kadar duyarsız ve kafasız insanlar topluluğu değil. İktidârın, depremin getirdiği sonuçların altından kalkması mümkün değil.
Seçime yönelik anlamda, daha öncesinde de iyimserdim. Bence Kılıçdaroğlu Türkiye’nin 13. Cumhurbaşkanı olacak. Millet İttifâkı ve benim aday olarak şu anda bir mensubu olduğum Emek ve Özgürlük İttifâkı’nın toplamı da, mevcut Cumhur İttifâkı’na iktidar verdirmeyecek yeterlilikte olacak. Sâdece, işin aritmetiğini bilmiyorum.
Ruşen Çakır: Meclis çoğunluğundan söz ediyorsun.
Cengiz Çandar: Bu iki ittifâkın toplamı, o 301 rakamını geçecek, onu söylüyorum.
Ruşen Çakır: Benim teorim şöyle: Ne Millet İttifâkı ne Cumhur İttifâkı çoğunluğu yakalayamayacak. Dolayısıyla Emek ve Özgülük İttifâkı kilit bir rol oynayacak.
Cengiz Çandar: Kesinlikle. Anahtar parti durumunda olacak.
Ruşen Çakır: Ve bâzı durumlarda iktidarın geçirmek istediği yasalara da engel çıkarabilecek.
Cengiz Çandar: Yasanın cinsine bağlı. Tabiî, bu gayet mümkün.
Ruşen Çakır: Kendisi de birtakım yasa değişiklikleri isteyecek tabiî. Meclis’teki komisyonların dışında, el kaldır indir olayının dışında bayağı çekişmeli, zor bir meclis olacak.
Cengiz Çandar: Büyük harflerle bir “AMA” yazarsak, 14 Mayıs’ta Kılıçdaroğlu seçildi. Zayıf bir ihtimal görüyorum, ama ikinci tura kaldı ve yine seçildi. Meclis’teki 600 milletvekilinin 301 artısı Millet İttifâkı ile Emek ve Özgürlük İttifâkı’nın toplamından oluştu. Yani iktidârı nasıl verecekler? Nasıl terk edecekler? Geçiş kolay mı olacak? O büyük bir soru işâreti. Ama fark açıldığı oranda, bu olursa, Türkiye’de en hızlı kabuk değiştiren ve tavır değiştiren devlet bürokrasisidir. Türkiye’nin bu devlet bürokrasisi… Bu derin derin devlet dediğimiz de odur zâten. Gerçi Süleyman Demirel’in daha kestirme bir tanımı vardır: “Derin devlet Genelkurmay’dır” der. Şimdi o günden bugüne zaman geçti; sâdece Genelkurmay değil, ama derin devlet, bürokrasi dediğimiz yapının içinde bir oluşum. Bu rejim Türkiye’de her şeyi kutuplaştırdı, her şeyi ikiye böldü, her şeyi birbirine düşmanlaştırdı. Dolayısıyla kendi içinde de aynı durumu yarattı. Şu anda Türkiye’nin çatlamış bir devleti var. Bürokrasisi de çatlamış durumda, yekpâre bir devlet bürokrasisi yok. “Sayın Cumhurbaşkanımız böyle istiyor.” Hayır, öyle olmayacak. “Eğer seçimi kaybederse ve Parlamento zemininde de bir mesâfe açılırsa, bırakmaz.” Neyle bırakmaz? Ne yapar yani? Kolluk kuvveti kullanması lâzım. Polis, asker ya da SADAT, HÜDA PAR filan. O kadar basit değil bu iş. Bu ülkenin 600 küsur yıllık bir devlet geleneği var bir de — Cumhuriyet’i bir yana bırakın, daha eskisinden de. Cumhuriyet’i de onun bir devamlılık mantığı açısından gördüğünüz zaman, o yüzden giderler.
Fakat ondan sonra aritmetik çok önemli. Nasıl bir aritmetik çıkacak bilmiyorum. Sâdece deprem, Türkiye’nin üstüne 113 milyar dolar yük bindirdi. Bu, Dünya Bankası’nın rakamı. Hazîne sıfır, tamtakır, boşalttılar. Kemal Kılıçdaroğlu, “Hazîne’den çalınan 418 milyar doları geri getireceğim” diyor. Kimden alacaksın? Nasıl getireceksin? Nereden gelecek? Keşke olsa. 113 milyar dolar artı bu yükü Türkiye’nin üstünden kim nasıl kaldıracak? Bu aritmetik onun için önemli. Bir de bu, parçalı bir muhâlefetin iktidârı olacak ve tabiî yol alabilmek için çok zor bir dönem olacak.
Fakat bir yönüyle benzettiğim bir durum şu: Bu son 4 yıl içinde, daha doğrusu 7 yıl içinde o kadar çok târih okudum ki… En çok okuduğum da, son dönem Osmanlı târihi ve ilk dönem Cumhuriyet târihi. 1908 Meşrûtiyet öncesi gibi bir hâli var Türkiye’nin. Bende öyle bir duygu var. Sanki 14 Mayıs da Meşrûtiyet îlânı gibi. Padişah aynı, Abdülhamit orada duruyor. O veriyor zâten. Neyi veriyor? 1876 yılında iptal ettiği anayasayı veriyor. Evet, bir yandan rejim değişiyor. Kimisi fesini atıyor, kimisi şapkasını atıyor, kimisi serpuşunu atıyor. Sırp’ı, Ermeni’si, Arap’ı, Türk’ü, Kürd’ü birbirlerine sarılıp öpüşüyor. Tabiî bu böyle devam etmiyor. 1912-1913’te ve daha sonra savaş, bambaşka gelişmelere yol açıyor. Ama en azından, 14 Mayıs târihi –ondan sonraki durak ne olacak şimdiden bilmiyoruz; çok kısa bir târih de olabilir, uzun da– toplumda Meşrûtiyet’e benzer bi ruh hâli, “Oh! Yeni bir dönem açılıyor” gibi bir sonuca yol açabilir.
Ruşen Çakır: Bayağı konuştuk. Bu konuşmanın sonu yok, her zaman böyle olmuştur.
Cengiz Çandar: 7 senedir konuşmayınca insanın dili açılıyor.
Ruşen Çakır: Sen son 7 yılını İsveç’te, İngiltere’de, Fransa’da geçirdin.
Cengiz Çandar: İngiltere’de değil, İsveç’te geçirdim.
Ruşen Çakır: Dolaşmadığın yer kalmadı ve birçok uluslararası uzmanla, diplomatlarla da görüşüyorsun. Senin kadar olmasa da benim de konuştuğum epey sayıda insan var; hattâ yatırımcılar, yabancı finans çevrelerinden de… Bu kişiler, yakın bir zaman kadar Erdoğan’ın gidebileceğini satın almıyorlardı. Kılıçdaroğlu’nun adaylığı açıklandıktan sonra yavaş yavaş, “Galiba Kılıçdaroğlu gelebilir” duygusu var. Ama uzun bir süre, Erdoğan’ın gitmeyeceğini düşünüyorlardı ve sanki gitmesini de pek istemiyorlardı. Yanılıyor muyum?
Cengiz Çandar: Hayır, yanılmıyorsun. Bu, hem Amerikalılar’ın hem Avrupalılar’ın –özellikle de Avrupalılar’ın– tarzı. Bu konudaki ve bu anlamdaki tavırları beni olağanüstü rahatsız ediyordu. Bir yandan, demokrasi, insan hakları, şu bu… “Türkiye bunlara uymuyor, mesâfe koyuyoruz” diye çok eleştirel gözüküyorlar. Bir yandan, şirketleri burada iş yapıyor. Bir yandan Türkiye, Suriyeli mültecilerin yatakhânesi gibi. Bence utanç verici bir anlaşmadır o — onu da söyleyeyim. Avrupa’ya söz vermiş, “Tamam, bırakmayacağım sana mültecileri” diyor, karşılığında da para alıyor. “Aman aman, bunları kızdırmaya gelmez, bizim en önemli konumuz bu. İç siyâsî dengelerimizi etkiliyor. Bunlar şimdi Suriyeli mültecileri tutuyor. Onun için iyi geçinelim. Bize Nazi dese de, bilmem ne dese de fazla tepki vermeyelim. Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez. Yeter ki şu Suriyeliler’i bırakmasın. Türkiye’nin kapılarını Avrupa’ya doğru açmasın. Parada anlaşamadık, konuşalım. Ne kadar daha gerekiyorsa Avrupa Komisyonu ele alsın konuyu, biraz daha para verelim.”
Kezâ Amerikalılar da, “Şimdi Rusya-Ukrayna savaşı var. Tamam, bunlar Rusya ile oynaşıyor, Putin’e çok yakınlar. Fakat yine de kâğıt üstünde gözüktüğü hâliyle NATO ülkesi. Bir yandan Ukrayna’ya da drone veriyorlar. Niye biz Rusya’ya hediye edelim? Bağrımıza taş basıp, bu işi bir şekilde götürelim” diye, tam senin dediğine uygun bir fotoğraf çıkarıyorlardı. Ve muhâlefete de pek güvenmiyorlardı. “Bu muhâlefetten bir şey olmaz. Erdoğan nasıl olsa kazanacak. Bugüne kadar hiç kaybetmedi. Dolayısıyla, mevcûdun ötesinde bir husûmete gerek yok. Mevcûdu koruyalım” yaklaşımında.
Senin benim gibi insanlar, “Türkiye’de demokrasi olsun. Bir tweet attık diye hapse girmeyelim…” Bu sıkıntılı. Ya da Osman Kavala’ya ağırlaştırılmış müebbet. Allah’tan korkun ya! Îdam cezâsı o. Yani kaç kişi var ağırlaştırılmış müebbet alan? Bahsettiğimiz insan Osman Kavala. Doğru dürüst kanıt yok ve ağırlaştırılmış müebbet. Çiğdem Mater’i Avrupa’da gördüm. Birlikte oturduk, konuştuk. Hattâ bana, “Yazıklar olsun Cengiz Abi sana. Ben Ağır Cezâ’da yargılanıyorum, sen Asliye Cezv’da. Bu hâle mi düşecektin?” diye espri yapıyordu, şakalaşıyorduk. Bir iddia üzerine, “Film çekecekti” diye — ki yok öyle bir film, olmamış, çekilmemiş. Ayrıca çekilse de bir suç olmayacak bir şeyden 16 yıl hüküm yedi. Böyle bir şey olabilir mi? Dolayısıyla, Amerika’nın ve Avrupa’daki çeşitli ülkelerin bu tavrı bizim gibileri son derece rahatsız ediyordu, canını sıkıyordu. Bize “Batıcı” diyorlar; ama biz Batı’yı içeriden biliyoruz ve sizden daha çok kızgınız Batı’ya. Sizin görmediğiniz bir sürü yerini içeriden görerek ve üstelik onlarla temas ederek biliyoruz.
Sadede gelirsek — senin dediğini tekrar teyit etmek için söylüyorum: Son zamanlarda bu yaklaşımı bıraktılar. Ben Amberin Zaman’la konuşurken de söyledim bunu. Bu Financial Times’ın, The Economist’in hâli ne? Ne yazıyor bunlar? Üstelik bunlar çok ciddî organlardır. Şimdi, son 1 aydır ikisi de hizâya gelmeye başladılar. Yoksa onlar da, “Tayyip Erdoğan kazanacak” muamelesi yapıyorlardı. Niye fikir değiştirdiler? Birincisi, Erdoğan’ın ciddî olarak kaybedeceğini sezmeye başladılar. Bu dünya, güçler dengesi dünyası. Amerikan Büyükelçisi boşuna gidip görmedi Kılıçdaroğlu’nu. Niye bugüne kadar gitmedin sen? Adam ana muhâlefet partisi başkanı zâten. Altılı Masa’yı, Millet İttifâkı’nı bir yana bırak, ana muhâlefet partisinin genel başkanı. Senin görev tanımında, Türkiye’nin siyâsî şahsiyetleriyle görüşmek var zâten. Yani onunla oturacaksın, konuşacaksın. “Türkiye-Amerika ilişkileri konusunda ne diyorsun? Rusya’ya ne diyorsun? Avrupa’ya ne diyorsun?” diye. Bu normal yani, işi o. Bugüne kadar hiç konuşmamış Amerikan Büyükelçisi, Kılıçdaroğlu’na gidiyor. Tayyip Erdoğan’ı da çok sinirlendiren olay.
Fakat benim özellikle üstünde durduğum bir husus var: 31 Mart târihinde, ABD Başkanı Biden’ın dâvetiyle toplanan Dünya Demokrasi Zirvesi. Daha önce Endonezya’daki G20 toplantısı sırasında, Tayyip Erdoğan’la Biden yüz yüze bir araya geldiler ve orada bir toplantı yapıldı. Biden, NATO üyesi G20 ülkeleriyle Ukrayna konusunu konuşmak için ayrıca toplantı yaptı, ama Tayyip Erdoğan’ı çağırmadı. Türkiye NATO ülkesi; üstelik çok da kilit bir ülke. Ukrayna ve Rusya’yla sınırları var; her ikisine de kapıları açık. En azından, “Sen Putin’le konuşuyorsun. Adamı nasıl görüyorsun? Bir yandan da Ukrayna ile de ilişkilerin var. Yani seni özellikle dinlememiz lâzım” demedi, Erdoğan’ı çağırmadı. Bu “NATO üyesi, ama bizden değil” mesajıydı. Yani: “Ciddî, önemli konuları onun bulunduğu yerde konuşamayız. Biz ayrı konuşacağız”. Bu çok önemli bir mesajdı. O mesajı sâdece siyâsî yorumcular olarak senin benim almam önemli değil; Amerika Birleşik Devletleri Başkanı bu. Dolayısıyla Batı dünyasının da “Başkan”ı. Dünyadaki finans kaynaklarının, kredi verenlerin, yatırımcıların en önemli bölümü Batı’da. Şimdi, bir NATO ülkesi yöneticisine, hem de G20 toplantı sırasında böyle bir ayrımcılık yapıyorsan, bir banka yönetim kurulu üyesi ya da bir yatırımcıya mesaj o. “Bu tam bizden değil ha!” Ya da “Ben bundan hazzetmiyorum” mesajı.
Ama en az onun kadar önemlisi, 31 Mart ïtibâriyle toplanacak Dünya Demokrasi Zirvesi’ne 100 küsur ülke dâvet edildi. NATO müttefiki, iyi kötü kâğıt üstünde Avrupa Birliği aday üyesi Türkiye, bir de başka bir Avrupa Birliği üyesi, Victor Orban’ın Macaristan’ı çağrılmadı. Orban sorunlu bir tip. Koyu milliyetçi ve üstelik İslamofobik, İslâm düşmanı. Victor Orban’ın temel özelliklerinden biri bu. Ama kendisiyle yapılan mülâkatlarda, rol modelinin Tayyip Erdoğan olduğunu söylüyor. Hem İslâm düşmanı hem Tayyip Erdoğan’ı çok beğeniyor. Avrupa Birliği üyesi ve NATO üyesi Victor Orban’ın Macaristan’ı ve Türkiye, 100 küsur ülkenin dâvet edildiği Dünya Demokrasi Zirvesi’ne çağırılmadılar. Bu, “Ayıp etti, bu yapılır mı? Bu Amerikalılar kendini ne zannediyor?” meselesini sabaha kadar tartış. İşin önemli olan kısmı bu değil. Bu, dünyanın tüm finans sistemine gönderilmiş bir işâret fişeğidir. Seçime 1- 1,5 ay kalmış; 31 Mart’tan bahsediyoruz, 14 Mayıs’ta seçim olacak. Bu, bütün o kesime gönderilmiş bir işâret fişeğidir. “Bundan uzak durun. Türkiye’nin geleceğinde bunu istemiyoruz” demektir o. O yüzden de teyit ediyorum senin söylediğini.
Ruşen Çakır: Evet, çok sağ ol. Neredeyse 1 saate yaklaştık. Artık siyâsetçi Cengiz Çandar’la gazeteci olarak daha sık görüşeceğiz herhalde — en azından milletvekili olarak.
Cengiz Çandar: Doktor milletvekilleri hasta geldiği zaman bakmıyor mu? Ya da şimdi milletvekili olsak da siyâsetçi elimiz kalem tutuyorsa, “Yaz” derseniz yazarız, “Konuş” derseniz de konuşuruz. Gazetecilik duruyor, bir yere gitmiyor yani.
Ruşen Çakır: Yeni dönem ve yeni hayatta kolaylıklar dilerim.
Cengiz Çandar: Teşekkür ederim.
Ruşen Çakır: Evet, Cengiz Çandar’la Yeşil Sol Parti adaylık serüvenini ve Türkiye’yi konuştuk. Kendisine çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.