Kreşendo’nun müzik sektöründeki kadın sanatçıları ve dezavantajlı grupları görünür kılmak için yürüttüğü “Benim Şehrim Benim Sesim” projesi, Ankara’dan Balkanlara uzanan çok sesli bir albümle geri döndü. 12 müzisyeni buluşturan albüm, Ankara’ya hiç gitmemiş, gidip vazgeçmiş ya da yeniden keşfetmek isteyenlere göre.
Kreşendo yaklaşık üç sene önce hayatımıza girdiğinde yaratacağı etkiden habersizdim. Beni ülkenin dört bir yanındaki seslere hayran bırakacağını tahmin etmiyordum. Kreşendo’nun, İstanbul’un dışına taşan öyküsü dinleyiciyi İzmir’den Diyarbakır’a sürüklerken Üsküp’te soluklanıp Saraybosna’da bir köşeye oturdum. Kulaklığımı taktım ve Benim Şehrim Benim Sesim albümünü dinlemeye başladım. Bir şehrin sesi olmak ne kadar zor halbuki. Beats By Girlz Türkiye olarak yola çıkan ekip, kısa bir süre önce ismini Kreşendo olarak değiştirdi. Bir müzik eserinde seslerin gittikçe güçleneceğini belirten hareket anlamına geliyor Kreşendo. Müzik endüstrisinde çeşitliliğe alan tanıyan ekibin üçüncü stüdyo albümünde Katarina Rankovic, Mabastet, Dora Sesar, Burçe Karaca, Marla Felis gibi isimler var. Kayıtları Ankara ve Belgrad’da yapılan albümün anlatacak derdi çok, her müzisyen de birer hikâye anlatıcısı.
Albümün merkez üssü Ankara. Ankara’nın taşı, toprağı ama en mühimi de Ankara’nın sesi. Hepsi bir albümde, 12 kadın sanatçı bir arada. Ankara’yı nasıl bilirsiniz? Mesela ben Ankaralı bile değilim. Ankara’da yaşamadığım gibi adımlarım da geri geri gider şehre ayak basınca. Bu defa öyle olmadı neyse ki. Albümün prodüktörü Beril Sarıaltun, “Bu sefer Ankara’da olmak güzel hissettirdi” derken heyecanlandım çünkü ben de öyle hissettim. Ankara’yı tanımanın ötesine geçip anlamak istedim. Böylece “Ankara’da yaşamamış bir dinleyici, albümü dinledikten sonra Ankara’yı nasıl tanımlamalı?” soruma yanıt aldım.
Fotoğraf: Ozan Acıdere
“Ankara’yı, kendisi durağan olsa da insanın içinde farklı hisleri uç noktalarda yaşatan bir şehir olarak algılardım sanırım. Bizi neremizden tuttuğunu anlamasak da bir türlü kopamadığımız bir ilişki var sanki çoğumuzun bu şehirle arasında. Ankara bizi hapsetmiş yani ama çok hoşnutsuz da değiliz bu durumdan içten içe çünkü şehrin sunduğu kocaman bir konfor alanı var” diyen Oiku’ya kulak kesildim. Oiku, albümün 12 sanatçısından biri. Ankara’yı anlatırken kullandığı kelimeler bana İstanbul’u hatırlatıyor. Herkesin bir şehri olmalı, kendini yakın hissettiği ve istediği zaman sığınabileceği fakat ilk uçakla da kaçabileceği. Oiku’nun “Bazen sanki hayatlarınız asla aynı yöne gitmese de görüştüğünüz çocukluk arkadaşı gibi hissettiriyor Ankara’yla ilişki. Artık paylaşılacak çok bir şey kalmamış ama yine de buluşmak tuhaf bir güven hissi veriyor” sözleri tanıdık.
“belki bir gün evi bulursun” şarkısının yazarı Sıla Argun da dinleyicilerin aklında Ankara’ya dair daha renkli hikâyeler canlanması umudunu saklı tutuyor. Ankara, gri ve tekdüze klişelerinden öte. Hikâye anlatıcılığı demişken albümün enstrümental kompozisyon yolculuğu da kayda değer. Herkese kendilerini istediği gibi ifade edebilecekleri bir alan açtıklarını söyleyen Beril’in, albümün katılımcılarına bir yönlendirmesi yok. Müzisyenler ne üretmek istiyorsa o sadece. Amaç bazen alışkanlıkların dışına çıkmak bazen de bir mesaj vermek.
Fotoğraf: Kalt Film
Albüm erkek egemen topluma eleştiri sunuyor
O mesajı, albümün “Kuma” ve “Biz” şarkılarında görmek mümkün. Türkiye’deki kadın mücadelesine yakın bir sesleniş ikisi de. “Kuma” erkek egemen toplumlara yönelik bir eleştiri. Burçe Karaca için müzik endüstrisinde toplumsal cinsiyet eşitliğine odaklanmak güçlü bir misyon. “Hem eve gelen hem de evini kumaya açan kadın için son derece üzücü, her iki kadın için de çok küçük düşürücü bir durum olmalı” cümlesini kenara not alıyorum. Bu mücadeleyi, müziği aracılığıyla dile getirmenin Burçe’de anlamı büyük.
Fotoğraf: Kalt Film
“Biz”, Berfin Deniz’in ürünü. Berfin de albümün kişisel ve politik bir konuya alan açmasını minnetle karşıladığını belirtirken samimi: “Albüme katkım, ‘Müziğimin dinlenilmesi için harika ezgiler yazmalıyım’ düşüncesini aşarak söylemek istediklerimi tüm gerçekliğiyle ortaya koyarak oldu. Ülkemizdeki kadın cinayetlerini, kadınların emeğinin sömürüsünü ve kendi yaşadığım şiddet geçmişini, müzikal olarak kendimi ‘kabul edilebilir’ olmaya zorladığım ezgilerle anlatsaydım içten olmazdı diye düşünüyorum.”
Fotoğraf: Kalt Film
Nitekim müziğin veya müzik türünün kabul edilebilirliği bir tartışma konusu. Sektörde ses mühendisi ya da prodüktör olan kadın müzisyenlere rastlamak zor. Ancak mesele burada bitmiyor. Bu yüzden kafamı tekrar Beril’e çeviriyorum ve içimi döküyorum: “Daha çok belli bir müzik türünü icra eden kısıtlı bir zümrenin temsiliyetini konuşuyoruz. Bu durum, toplumun müzik dinleme alışkanlıklarından mı kaynaklı, yoksa endüstride cinsiyetler üstü bir tahakküm alanı mı var?”
Beril’in, tür temsiliyetinin çeşitliliğini sağlarken titiz çalıştığı aşikar. Cevabı çok net: “Bu tür kısıtlamasına kesinlikle katılıyorum. Alternatif, pop, indie türünden müzik yapanlarla sınırlı bir müzisyen profili var gibi geliyor dinleyicilere. Biz de bu nedenle albümün türler arası geçişiyle oldukça mutluyuz. Türler, klişeler ve ‘Dinleyici bunu ister’ dışında içlerinden geldiği gibi müzik yaptığında müzisyenlerden ne çıkıyor bir de bunun dinlenmesi bence önemli bir durum. Biz proje için başvuruları açtığımızda yarı yarıya alternatif & pop diyebileceğimiz türlerden başvuru gelmişti. Burada tür temsiliyetine önem verdiğimiz için de diğer alanlardan müzisyenlerin de olması bizi çok mutlu etti.”
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Sosyal medyanın gücü: Gerçek mi hayal mi?
Beril’in yanıtını düşünürken Göksu’nun elinden çıkan “Sığamam” şarkısını dinliyorum. Albümün bağımsız müzisyenlerin kariyerini güçlendirme dürtüsünden besleniyorum. Instagram ve TikTok gibi dijital platformların sayısının artması da olumlu bir katkı sağlıyor gibi. Dışarıdan bakınca eskiye kıyasla kolay görünüyor ama öyle mi gerçekten? Kreşendo’nun yakın bir zamanda video-podcast serisine başlayacağını okuyorum bu sırada. Sorumun cevabı, podcast serisinin isminde gizli aslında: “Kan-Ter-Gözyaşı”. Beril, aynı anda pek çok işe bölünmenin zorluğunu şöyle anlatıyor:
“Bence tüm sosyal medya alanlarında oraya yönelik içerik yapmaya çalışmak, buraya göre strateji geliştirmek bir müzisyenin tek başına yapabileceği bir şey değil. Her yere yetişmek, hepsine göre içerik düşünmek gerçekten meşakkatli bir iş. Bu curcunaya illa kendini kaptırmak zorunda olmamalısın gibi geliyor ama bunun için yeterli koşullar var mı sorusu ayrıca sorulmalı tabii. Yani çeşitli müzik türlerine gerçekten sosyal medya dışında alan açılıyor mu yoksa herkesin bu hız merkezli yere yönelik içeriklerini adapte etmesi, kendini uydurması mı gerekiyor bu da ayrı bir mesele.”
Fotoğraf: Kalt Film
Kreşendo, 20 Mayıs’ta Babylon’da
Müzisyen olmanın çok katmanlı ve tam zamanlı bir mesai oluşuna göz kırpıyor Beril’in fikirleri. Benim Şehrim Benim Sesim albümü de böyle. İçinde uzun geceler, çokça emek ve haykıracak nefesi kalmayanlara bile eşlik edecek sözler var. Bu kadar bahsetmişken gelecek konserlerinin haberini vermemek olmaz. 20 Mayıs Pazartesi akşamı, Feryal Öney ve Selin Sümbültepe’nin de katılacağı konser, bambaşka şehirlerin kendine has şarkıları için Babylon’da.