Sosyal yaşama karıştıkça deneyimlediğim bir şey var. Yurdum insanının bencilliği, boş vermişliği, kaderciliği, sorumsuzluğu, “bana bir şey olmaz”cılığı, kendini topluma dayatma ilkelliği, ilime ve bilime karşı duruşuyla, inatçılığıyla, cehaletine dayanan özgüveniyle her karşılaştığımda şu cümle düşüyor aklıma: Bu ülkenin ruhu AKP.
Atatürk başta olmak üzere birçok entelektüel çokça uğraştı yüzyıllarca beslenen kültürsüzlüğümüzü, saygısızlığımızı, dayatmacı yaşam tarzımızı, tembelliğimizi, kısacası ve kabacası hödüklüğümüzü yenmek için. Yurtdışından ithal etmektense Osmanlı gibi, kendi evlatlarını medeniyete gönderip dönüştürdü. Onların çocukları, torunları bu ülkede yeni bir toplum yapısı geliştirdi. Mürekkep yalamış tek bir fert bile değiştirmeye başlıyor koca bir sülaleyi. Ata dededen köylü hiç kimse kendi kendine medeniyet geliştiremez. Cumhuriyet nimetlerine erişebilenler geliştiler ama hâlâ yeter miktarda değiller. Nezaket sahibi olmak, erdemli olmak, saygılı davranmak, hoşgörülü olmak ahmaklık olarak görülüyor toplumun çoğunluğunda. Bayram haftası yine aynı kabalık silsilesi gündemimizi meşgul etti.
Bu ülkede Sivas katliamı, Rum ve Ermeni vatandaşlara yaşatılan pogromlar, mala çökmeler bir kerelik değildi. Kendinden olmayana duyulan öfke azalıyor ama bitmiyor. Üstüne üstlük 22 yıldır yeniden besleniyor, üretiliyor. Kafkaslardan Anadolu’ya medeniyet dağıtarak değil, savaşarak geldik. Yerinden yurdundan edip çökmek, kendini kendinden olmayana dayatmak bizim ata sporumuz. Belki de bu yüzden İslam dini atalarımıza çok makul geldi, ne dersiniz? Savaş halini diri tutmak için tanrısal bir sebep elde etmiş oldular. Sonra dini yaymak için Asya, Avrupa, Afrika, sataşmadık yer bırakmamışlar. Yerleşik hayata geçtiğimiz halde kök salamamamız ve kadim insanlık mirasını bir türlü benimseyemememiz de herhalde bu konargöçer savaşçı kültürün güdülere dönüşmüş hali. Yoksa neden köksüzlük sabitemiz olsun? Neden kendimizi her daim tehdit altında hissedelim? Neden sürekli eskiyi yıkıp yepyenisini isteyelim? Neden oymalı kakmalı güzide kentler inşa etmeyelim de beton döküp geçelim, değil mi?
Bu ülkeyi saran iki zehirli sarmaşık: Milliyetçilik ve kendisinden başka hiçbir dine ve düşünceye tahammülü olmayan Müslümanlık. Bu iki zehirli sarmaşık, bu ülkedeki milliyet, din ve kültür zenginliğini boğmak için diğer medeniyetler ve medeniyete yanaşan kendi vatandaşlarıyla kavga halinde oldu hep. Kimsenin bizimle uğraşması gerekmedi. Bir-iki dedikodu yaymak yeterliydi toplumu birbirine düşürmek için.
Biri Türklüğü, töresini, inançlarını reddediyor, Arap dini ve kültürünü benimsiyor. Diğeri “Türk’ün olduğu yerde başka hiçbir renk ve medeniyet yeşeremez” diyor. Geçmişe dair ne varsa bu iki yakıcı ve yıkıcı eğilimle baskılanmak isteniyor. Kendimizle, kültürümüzle, göç ettiğimiz topraklar ve kadim kültürüyle barışık olabilseydik, gelişip insanlığa bir katkı da biz sunabilirdik ama hayır, yalnızca üzerimizden geçip giden kuşlara kurşun sıkmakla övündük, her daim kavga etmeyi seçtik. Savaşacak millet kalmayınca birbirimize düştük, birbirimizle savaştık.
Neredeyse her bir birey, toplumun kendisi haricindeki geri kalanından nefret ediyor.
Halen devam eden Diamond Tema tartışması bu eğilimin bir tezahürü. Diamond Tema’yı bir süredir biliyordum ve nafile bulsam da gayretini takdir ediyordum. Öyle anlıyorum ki Spinoza’nın Tevrat’ı inceleyip çelişkilerini ortaya koyması gibi, o da Kur’an-ı Kerim’i ve hadis kitaplarını inceleyip çelişkilerini ortaya koyarak “modern zaman Spinoza’sı” olmak istiyor. Ancak burada kaçırdığı ve hedef haline gelmesine sebep olan şey şu: İnananlarla münazaraya girmeyeceksin. Bakın “münakaşa” demiyorum, münazara. Size sataşan, yahut sizi tehdit eden bir eğilimle elbette münakaşa edeceksiniz ve sınır koyacaksınız. İnananlarla da münakaşa edebilirsiniz ama akıl çerçevesinde münazara edemezsiniz. Yani inanmayı bırakmaya meyleden insanlar için, bilgiyi ortaya bıraktığında o bilgiye ihtiyaç duyan onu alır ve sen de çok önemli bir şey başarmış olursun. Ancak inancını savunan biriyle tartışmaya girdiğinde, “onlardan” birini yendiğinde hedef olursun. Yendiğin kişi, elinde bira şişesiyle videoları olduğu halde şeriat isteyen Asrın Tok olsa bile. İzah edeyim;
Kişisel maceramda dinden okuyarak, anlayarak uzaklaştığımda ilk iş, etrafımdaki insanlara da yaşadıkları hayatla ilgili çelişkileri fark ettirmek olmuştu benim de gayretim. Bir an önce özgürleşmeli ve saçmalık deryasından kurtulmalıydılar. Ancak kendimce “uyandırmaya” çalıştığım herkeste inanılmaz bir direnç gördüm ve derhal bu davranıştan vazgeçtim. İnanan insanlar, hakikati bilmek istemiyorlardı. Bu şekilde fark ettim en temelde iki insan tipi olduğunu: İnanan ve bilen insan. İnanan insanlar, zihinlerini gündelik iaşeleri haricinde kullanmazlar, yaşam ve onun konforunu geliştirmek üzerine kafa yormazlar. Zira bu bir düşünce sistemi, öğrenme disiplini gerektirir ve eninde sonunda düşünen, öğrenen yani bilen insan olmak zorunda kalırlar. Bu yüzden düşünen insanın ürettiği akıllı telefonu kullanır ancak onu icat etmez. Varlığını kendine değil, var olmadığını içten içe bildiği Tanrı’ya yani bahaneler silsilesine dayandırmıştır. Böylelikle yaşamak belasında, düşünerek eylemek ve sorumluluk almaktan kurtulmuştur. Bu yüzden onu düşünmeye ve bilinçle karar almaya itecek her şeye karşı inanılmaz bir direnç gösterir. Onun için onun adına tüm hayatını dizayn eden peygamberlerin, şeyhlerin, güçlü ve özellikle otoriter liderlerin peşinden gider ki, düşünmek belasıyla karşılaşmak zorunda kalmasın.
İşte Diamond Tema’nın hakikati haykırırken uzak durması gereken eylem buydu. İnananları akıl yoluyla ikna etmeye kalkmak büyük bir tehlike, zira onlar bilmiyor değil, bilmek istemiyorlar. Akıllarıyla iman etmiyorlar. Akıllarıyla düşünmez, güdüleriyle hareket ederler. Onların akıllarını kullanmaya zorlayan kişiler için yapacakları eylem susturmak, yok etmek, yani öldürmektir. Hallac, Nesimi acılı bir sonu paylaşırken, Spinoza düşünme pratiği geliştirmiş Avrupa’da zor da olsa yaşayabildi. Spinoza da hakikati Avrupa’nın göbeğinde değil de Ortadoğu’da haykırmaya kalksaydı başına gelecekler aynıydı. İnananları uyandırmaya kalkmamalı. Ancak inanmayı terk edecek kuşlar için yollara su koymalı, yem bırakmalı. Solukları kesildiğinde, yorulduklarında direnecek, dayanacak güçleri olsun diye. İnanç içeriden kilitli bir sistemdir. Bilgiyi ortaya koyacaksın, kilidi açmaya karar verdiğinde o isterse bilgiyi alacak ve sana minnettar olacak Diamond Tema. Umarım başına kötü bir şey gelmez. Yoksa inananlar tıpkı Nesimi ve Hallac’a yaptıkları gibi önce derini yüzer, ardından senin imanına methiyeler düzer. Onları en hızlı dönüştürecek şey hakikat değil, o sürünürken akıllı insanın yaşam konforu.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Son haftalarda Adalar’da yaşanan kriz bizden olmayana, medeniyet geliştirmiş bir topluluğa tahammülsüzlüğümüzün bir başka tezahürü. Adalılar, adalarının doğasına uygun olmayan “azmanüsleri” istemiyor. Bu aşamayı Adalar’ın da diğer ilçeler gibi işgal edilmesinde önemli bir adım olarak görüyorlar. Buna karşılık, toplumun geri kalanı onları şımarıklıkla suçluyor ve Adalar’ın işgalini destekleyerek, adalılar ile alay ediyor. “Süzer Plaza’yı adaya taşıyalım”, “Suriye’li, Afgan’lı sığınmacıları adaya sürelim” diyorlar. 2018 yılından beri romanımı yazabilmek için sakin bir ortama ihtiyaç duyduğumda sığındığım Büyük Ada’da son yıllarda araç trafiğinde bir artış gözlemliyordum. Adalar Özel Çevre Koruma Bölgesi ve Koruma Kurulu kararlarına göre Adalar’da fosil yakıtlı da olsa, elektrikli de olsa motorlu taşıtların kullanımı yasak. Bu yüzden Adalar’da yaşayanların birçoğunun kendisine ait minik akülü araçları vardı. 2021 yılında akülü araç kullanımı da yasaklandı ve elektrikli araçlara geçildi. Ancak son yıllarda devlet kurumlarına ait o kadar çok resmi araç gözlemledim ki, eskiden sessiz sakin yürüyüş yapabileceğiniz alanlarda şimdi vızır vızır motorlu araçlar geziyor. Adadaki endemik bitki türlerinin bu ortamda alışık olduğu formda yaşamaya devam etmesi mümkün değil, Adalar’ın sessizliğini sürdürmek de. Bu araçların üzerine ulaşımı kolaylaştırmak için dört kişilik mini taksiler ve golf arabası tipinde elektrikli araçlar da getirildi. Adalıların bu araçlara itirazı olmadı çünkü eziyet edilen atların ardından bu araçlar ulaşım sağlamada makul bir yöntemdi.
Şimdi itiraz ettikleri “azmanüsler” ise ne ulaşımı kolaylaştıracak ne de Adalar’ın doğasının korunmasına yardımcı olacak. Sadece turist akışını Çarşamba pazarına dönmüş ada meydanını aşarak iç kısımlara taşıyacak ve sessiz sakin ada sokakları araç ve günübirlik turist sesleriyle dolacak. Eviniz ve bahçeniz Instagram insanlarının “haklı” mücadelesine ortak olacak.
Şimdi size küçücük, belki saçma sapan gelecek bir deneyimi anlatayım da düzelmek için birbirimizi suçlamayı terk edip, işe kendimizden başlamamız gerektiği bahsini açayım. Bayram seyahatim için uçaktayım. Yanımda genç bir erkek ve arkamda orta yaş üstü bir erkek oturuyor. İkisi de ikaz anonsları yapıldığı halde ellerindeki telefonu uçak moduna almıyor ve bir uçak dolusu insanı riske edecek bir sorumsuzlukla telefonlarıyla oynamaya devam ediyorlar. Kurallara uymak, onlara ahmaklık gibi geliyor. Aşağılandıklarını hissediyorlar kurallara uyunca. Eğitimle de düzelmiyorlar, içerisinde bir şekilde barındıkları yaşam tarzıyla da. Tamamen kültürel gelişmişlik düzeyimizle ilgili. Her neyse, tıpkı metroda, vapurda yüksek sesle video izleyen hödükleri “Telefonunuzun sesini kısar mısınız” diye uyardığım gibi, ikisinden de telefonlarını uçak moduna almalarını rica ettim. İkisi de umursamadı başta, genç olan biraz münakaşa edip direndi ve pes etti sonunda ama arkadaki kendini dayatma konusunda daha tecrübeli olan adam “Şikâyet etsenize” dedi. Görünüm itibarıyla seküler diyebileceğim insanlar, kişisel konforları için bilimi bir kenara atıyor rahatlıkla. Bu ülkede hemen hemen hiç kimsenin AKP’nin kuralsızlığından, nobranlığından, kabalığından, hoyratlığından şikâyet etmeye hakkı yok çünkü çoğumuz bu sorumsuzluğun paydaşıyız. Büyük bir çoğunluk davranışıyla, geri kalan da hiçbir konuda kanunsuzluğa, kuralsızlığa itiraz etmeyerek sorumlu.
Hiçbir şey tesadüf değildir. Bizler bu kadar kanunsuzluğa ve kuralsızlığa teşneyken, nezakete, zarafete, doğaya, bilime, geçmişe ve kültürel mirasa düşmanken, para için her türlü usulsüzlüğe razıyken, 22 yıllık AKP iktidarı asla tesadüf değildir. Bu ülkenin ruhu AKP. Yeni bir iktidar, ısrarla daha güvenli bir sosyal yaşam için kanunlar düzenlenmedikçe, cezasızlık kültürü beslendikçe, liyakatsizlik sürdükçe, yönetenler tarafından halka pislik muamelesi reva görüldükçe, yöneticilerin demokratik yöntemleri dikkate almadan buyurganlığı sürdükçe, kim gelirse gelsin, asla düzelmeyeceğiz. Yukarıdan aşağı bir değişim başlamadıkça bu ülkede demokrasi ve barışçıl bir toplumsal yaşam yerleşmeyecek, AKP’nin ruhu bu ülkenin bedenini terk etmeyecek. Artık Osmanlı’dan bu yana gelen bahane üreterek çökme ve yıldırma tekniklerini bile bir kenara bıraktılar farkındaysanız. Eğitimde cehaleti beslemeye cüret ediyorlar açıkça çünkü kimse sesini çıkarmıyor, itiraz etmiyor, miskin miskin uyum sağlıyor. Rezerv arazi yasasıyla doğrudan malınıza çökebilir, mahvettikleri ekonomiyi düzeltebilmek için vergilerle bizi kırbaçlayabilirler. Hiç değilse artık açık oynuyorlar. Açıkça “sökülün paraları” diyorlar. “Ya malını, ya canını” diyorlar.
Bu ülkeye dair tek umudum da bu işte zaten biliyor musunuz? Her şey ayan, yani konuşmak, tartışmak ve düzeltmek için iyi bir ortam.