TBMM Genel Kurulu’nda sokak hayvanlarına ilişkin yasa teklifinin kabul edilmesinin ardından bazı şehirlerden köpeklerin öldürüldüğüne dair görüntüler ortaya çıkıyor. Önce Niğde, sonra Ankara, şimdi de Edirne.
Yaşam hakkı savunucuları, sokak hayvanları ile ilgili yasaya tepki olarak yaşam zincirleri oluşturuyor.
Ruşen Çakır, bu yayında Mine Yıldırım ve Cem Çakmaklı ile sokak hayvanları sorununun çözümü için neyin, nasıl yapılması gerektiğini irdeledi.
Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir
Merhaba, iyi günler. Sokak hayvanları sorununu konuşacağız ve tabiî ki esas olarak son çıkan yasayı ele alacağız. Konuya hâkim iki isim stüdyoda. Birincisi, Kadir Has Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. Mine Yıldırım. Hoş geldiniz Mine Hanım.
Mine Yıldırım: Hoş bulduk.
Mine Hanım, doktorasını sokak hayvanları üzerine yapmış bir akademisyen. Bir de Koç Üniversitesi Öğretim Üyesi Ekonomist Doç. Cem Çakmaklı. Siz bunun ekonomisi üzerine yaptım demeyin. Sizin bilginiz nasıl?
Cem Çakmaklı: Yok. Yani benim alanım ekonometri, hattâ istatistik daha ziyâde. Benim ilgim bu hayvanlarla tanışmakla başladı tabiî ilk önce bir vesîleyle ve daha sonra artarak devam etti. Daha sonra, onların dünyasına girdikten sonra, biraz daha bu hayvanlar için neler yapabiliriz, onların refâhını insan refâhıyla berâber nasıl artırabiliriz diye kafa yormaya başladık. Yani kafa yormaya başladıktan sonra da bir şekilde derneklerle ve diğer benzer arkadaşlarla iletişimle fikir geliştirmeye başladık. O kısım aktivizm olarak devam ediyor.
“Dört Ayaklı Şehir” diye bir inisiyatifiniz var. Bunu yürütüyorsunuz ve bu konuda bayağı faaliyetleriniz var. Öncelikle şöyle başlayalım: Bir yasa çıktı, bu yasa çok tartışıldı, muhâlefet karşı çıktı vs.; ama sonunda iktidar partisinin oylarıyla geçti ve Resmî Gazete’de de yayınlandı. Şimdi yasanın uygulanma süreçleri vs. onlar ayrı. Ama öncelikle şunu sormak istiyorum: Böyle bir yasa gerekli miydi? Daha doğrusu, bu yasanın kendisi değil de yeni bir yasa gerekli miydi? Yani sokak hayvanlarıyla ilgili Türkiye’nin yeni bir yasal düzenlemeye ihtiyâcı var mıydı, yoksa var olan yasal düzenlemeler yeterli miydi aslında?
Mine Yıldırım: 2004 yılında çıkan 5199 no.’lu Hayvanları Koruma Kanunu yeterliydi — bâzı maddelerinde açıklar ve eksiklerle birlikte. En temel eksiği olan hayvanlara yönelik şiddetin cezâsız bırakılması gibi ciddî bir boşlukla birlikte, yine de sokak hayvanlarının varlığını korumaya yönelik maddeleri son derece iyi, gelişkin, Dünya Sağlık ve Veteriner Sağlık Örgütü’nün belirlediği en sürdürülebilir bilimsel yöntemleri içeren, “Kısırlaştır, aşılat, yerinde yaşat” koruma sistematiği hâli gelişkin bir yasamız vardı, uygulamada eksikleriyle birlikte. Dolayısıyla hayır, bu yasaya ihtiyâcımız yoktu. Mevcut yasa iyileştirilerek daha ileri, daha sürdürülebilir bir koruma uygulaması geliştirebilirdik.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Cem Bey, şimdi bu yasayla ilgili konuya çok hâkim olmayan birisi olarak benim için ilk dikkat çeken husus, bu konuda yasa yapma sürecine hayvan hakları savunucularının yeterince dâhil edilmemesi, muhâlefetin eleştirilerinin vs. çok fazla ciddîye alınmaması gibi hususlar geliyor. Yani tamâmen metodla ilgili hususlar geliyor. Peki, içerik olarak siz hayvan hakları savunucuları olarak en çok nelere îtiraz ediyorsunuz yeni yasada?
Cem Çakmaklı: Öncelikle Mine hocamın da dediği gibi, bu “yerinde bırak” kısmının “yerinde bırakma”ya dönüşmesi herhalde bir numaralı îtiraz konusu. Çünkü bizlerin en büyük korkusu şuydu: Bu “yerinde bırak” kısmı varken bile, rehabilitasyon amaçlı hayvanlar alındığı zaman bile barınaklarda gönüllü ve belediye veya devlet işbirliği yoktu. Dolayısıyla barınaklar, belli sınırlamaların, ufak da olsa belli imkânların dışında birer kapalı kutuydu. Orada ne olduğu biraz bilinmez gibiydi ve şimdi bu eski yasa (5199) Tarım Orman Bakanlığı’nı aslında bu barınakları kontrol etmekle zorunlu kılmıştı. Ama bu olmadı hiçbir zaman. Ne belediyeler bunu uyguladı ne de Tarım Orman Bakanlığı bunu denetledi. Dolayısıyla orası bir kapalı kutuydu. Ama o zaman bu yasaya dayanarak özellikle kısırlaştırılan hayvanların geriye alınmasına yönelik bir baskı oluşturabiliyorduk biz. Şimdi bu yasayla berâber, artık o baskı mekanizması zâten ortadan kalktı. Yani bu yasayla berâber şimdi o kapalı kutuda ne olduğu belli değil ve artık belediyeler de sizlere karşı, “Hayır, geri koymuyorum” şeklinde bir çıkış yapabiliyorlar. İşte ondan sonra, daha yasanın geçişi 10 gün oldu sanırım, haberleri gördük: Niğde’de, Ankara’da, bugün sanırım Uzunköprü’de, Edirne’de… Yani batı tarafında da… Eskiden böyle doğu ve batı farkı gibi bir algılayış vardı ya, öyle bir şey yok. Türkiye’nin her yerinde maalesef bu var. Hattâ partiden de bağımsız, maalesef ve maalesef böyle uygulamalar var. Zâten sorun işte bu uygulamaların önüne geçmek idi eski yasayla. Ama artık o yasa da kalktı ve artık bu yasanın, bu uygulamanın önü tamâmen açılmış oldu kanunla. Zâten korkunç olan da bu. Yani insanlara ulaşmaya çalıştığımız, anlatmaya çalıştığımız şey; artık yasayla hem kötü davranışın, hayvanlara karşı ve bunun ötesinde onların hayatlarını sonlandırmanın bir yolu açıldı.
Tam orada şeyi sormak istiyorum. Bir ara çok acâyip bir şekilde ötanaziyi tasarıya soktular, çok yadırgatıcı bir şey. Yani ötanazide benim bildiğim kadarıyla bir şekilde bir irâde var; yani hastanın irâdesi ya da hastanın çok yakınının irâdesi, talebi. Şimdi o kavramı koyarak herhalde bir şekilde sokak hayvanlarının öldürülmesini birazcık yumuşatmaya çalıştılar, sonra ondan da vazgeçtiler. Şu hâliyle nasıl bir durum söz konusu? Sokak hayvanları konusunda yasa neye izin veriyor ya da neyin önünü açıyor, ne tür bir öldürmenin önünü açıyor?
Mine Yıldırım: Şimdi, Resmî Gazete’de yayınlanan mevcut kanunda ötanazi ifâdesi çıkarıldı ve kanun, veteriner hizmetleri kanununa gönderme yaptı. Veteriner hizmetleri kanununun 9. maddesinde, hayvanlara ötanazinin yasak olduğu net bir şekilde belirtiliyor. Fakat kanunun 3. fıkrasında şöyle bir ifâde var: “Gerekli görülen durumlarda veteriner hekimin onayıyla ve karârıyla uygulanabilir” deniyor. Aslında şunu yapmış oldu bu kanundaki değişiklik: Ötanazi kelimesini çıkararak ve yarım bir şekilde ifâde edilen yasağın arkasına tıbbî gerekçelendirmenin önünü açmış oldu. Çoğu öldürmede gördüğümüz gibi, Cem Hoca’nın söylediği gibi, son 10 günde de yaşadık, biz aslında bunu yıllardır Türkiye’de görüyoruz; hayvan öldürmelerinde zâten veteriner hekimin karar verdiği, onun onayıyla tıbben zorunlu durumlar, hayvan öldürmelerinin çok çok küçük bir kısmını oluşturuyor. Hayvan öldürmeleri Türkiye’de keyfî olarak, büyük bir kısmı barınaklarda, bir kısmı ise bireysel olarak barınak dışında, barınak çeperlerinde gerçekleşiyor. Dolayısıyla ötanaziye yasak demek ya da veteriner hekim karârına bırakmak, hayvanları öldürmenin önüne geçmiyor. Buradaki kanunun yaptığı bir diğer şey, öldürmeleri açan; hayvanların 5199’daki “kısırlaştır, aşılat, yerinde yaşat” maddesi olan 6. maddeyi kaldırıp “kısırlaştır, aşılat, barınakta tut” maddesini getirmesi. Barınaklar, Türkiye’de hayvanları öldürmenin, hayvanlara yönelik şiddetin birer merkez üssü olarak tasarlandı. Bir mekânsal tasarım olarak budur zâten barınak. Ötanazi kelimesinin sözlük anlamı “iyi ölüm”; yani iyi bir şekilde öldürme. Ama barınakların sicili maalesef o kadar kötü ki Türkiye’de ve bütün dünyada da. Barınaklar hayvanların iyi öldürüldüğü, acısız, kısa acı çekerek, iyi koşullarda yaşatıldığı ve öldürüldükleri yerler değil. Hakîkaten kamu denetiminden uzak…
Bir de anladığım kadarıyla, değil mi Cem Bey, yeterince barınak yok. Şu anda Türkiye’de var olan barınak sayısının çok az olduğunu okudum.
Cem Çakmaklı: 20 yıl süre verildikten sonra ortaya çıkan rakamlar bunlar. İşin korkunç tarafı biraz da o.
Şimdi yeni yasayla berâber öngörülen barınak sayısı ne kadardır meselâ?
Cem Çakmaklı: Belli nüfusun üzerindeki bütün belediyelerde bu barınak açılmak zorunda.
Mine Yıldırım: 25.000 nüfus üzeri barınak…
Yani o zaman yüzlerce yeni barınak olmak zorunda.
Cem Çakmaklı: Zâten bu 1200 belediyede sadece 300 tâne barınak var derken, bu rakamlar göz önüne alınarak söyleniyor aslında. Yani kanunen açmak zorunda olan belediyelerden sâdece dörtte biri açmış bunu . Kaldı ki olan barınakların… Yani barınağın da bir tanımı var aslında. Yani hem hayvan refâhı ile ilgili hem hayvan psikolojisi ile ilgili hem hayvanın burada uzun vâdeli mi, kısa vâdeli mi tutulmasının düşünüldüğüne göre. Bununla ilgili bir mîmâri var, felsefe var, hayvan refâhıyla ilgili kaygılar var. Mâliyetli de olmak zorunda değil bu. Gayet az mâliyetli; ama önemli olan düşünsel çaba burada.
Ben bir tâne –siz de görmüşsünüzdür illâki– bir barınak çalışanının anlatısını okudum. Uzun bir şekilde, detaylı bir şekilde anlatıyor ve onun anlatısına bakıldığı zaman, sizin demin söylediğiniz gibi, barınaklar köpeklerin kısa süre sonra öldürüleceği yerler, yani ölüme hazırlık yerleri gibi gözüküyor.
Cem Çakmaklı: Kesinlikle.
Ama şu anda iktidârın yasayı yaparken ve yasayı destekleyenlerin vermeye çalıştığı şöyle bir intibâ var: Barınaklar olacak, her şey çok güzel olacak, sonra hayvanseverler, hayvan hakları savunucuları gidecekler, orada birbirinden güzel köpekler içerisinden bunları sâhiplenecekler ve olay böyle çözülecek.
Mine Yıldırım: Türkiye’deki hayvan barınağı toplam kapasitesi 105 bin hayvan. Bakanlığın yasa teklifinde de yer alan toplam rakam bu. Bu 105 bin hayvanlık kapasitenin tamâmı da dolu, tamâmı 105 bin hayvan. Bir kısmı yasaklı ırklar olarak adlandırılan, yasaca yuvalandırılması mümkün olmayan ırklar; bir kısmı sokağa geri adapte olamayacak hayvanlar. O ya da bu nedenle barınaklar zâten tıpkı insan hapishâneleri gibi kapasite üstü bir yoğunlukta ve yetersiz. Hem kapasiteleri yetersiz hem de hizmet yetersiz. Şimdi yasa teklifine konu olan 4 milyon sokak hayvanı olduğu iddia ediliyor iktidar tarafından.
Gerçek rakam kaç?
Mine Yıldırım: Gerçek rakamı hiçbir zaman hiç kimse bilemeyecek; çünkü Türkiye’de sokak hayvanlarının bir envanteri yok, bir resmî kaydı, bir arşivimiz yok. Bir çipleme sistemi var, bu çipleme sisteminde kayıtlı olan hayvan sayısını bakanlık paylaşmıyor. Meclis’teki yasa teklifi medyada gündeme geldiğinden beri, her hafta 500 artıyor bu rakam. 3,5 milyonla başladı, 4 milyonla bitti. Teyit edebileceğimiz, kamu denetimine açık bir envanter yok.
Sizin tahmininiz ne? Yani dışarıdan bakıldığı zaman konuyla ilgili kişilerin yuvarlak olarak söyleyebildiği bir rakam aralığı var mı?
Mine Yıldırım: Ben popülasyonu insan nüfusuna oranlayarak Türkiye’de 250 bin sokak köpeği olduğunu düşünüyorum.
Çok büyük fark var ama.
Mine Yıldırım: Çok büyük bir fark var tabiî ki. Çok büyük bir fark var; ama rakamın arkasında bir envanter, bir kayıt, dediğim gibi resmî kurumların gösterebileceği bir kayıt yok. Kendilerinin kullandığı bir kayıt var, ama kamuoyuyla paylaşılmıyor değil. Bir kayıt sistemimiz yok Türkiye’de. Bu da zâten hak savunuculuğu açısından en önemli engellerden biri. Kaç köpek var, kaçı nerede yaşıyor, kaçı öldürüldü, kaçı yuvalandırıldı? Bunu tâkip edebileceğimiz bir sistemimiz de yok.
Cem Çakmaklı: Bu zâten bilinçli bir çaba anladığım kadarıyla. Çünkü şu andaki teknolojiyle aslında hızlı bir şekilde kabaca bir sayım yapılabilir. Tabiî ki hatâlar olur, yani tam rakamı vermek kolay olmayabilir; ama şu andaki teknolojiyle gerçekten kabaca tespit edilebilir. Böyle bir yasa çıkacak, böyle bir amaç var, diyelim ki tamâmen iyi niyetli bir amaç olsun, arkasında başka şeyler olmasın; bunlar çok yapılabilecek şeyler gerçekten de ve o kadar mâliyetli olmayan şeyler aslında bu sayımları yapmak, üç aşağı beş yukarı bir rakam ve bir planlama yapmak. Ama az önce de yasanın çıkış yönteminden bahsettiniz. Yasa öyle bir çıktı ki birdenbire. Zâten haberler son 4 sene, 5 sene iyice biriktirilmişti. Ondan sonra birdenbire, “Bu yasa daha çıkmadı mı?” gibi yukarıdan bir serzeniş geldi. Biliyorsunuz, komisyon çok hızlı. Yani belki diğer bütün çok can alıcı yasaların çıkışında bile olmayacak bir şekilde bir komisyon çalışması gerçekleşti. O komisyona belli dernekler girdi, belli dernekler giremedi. Yani çok şüpheli dernekler girdi. Her tarafın kabul ettiği dernekler girmedi. Yasayla ilgili bilgi toplanıyor dendi. İki hafta içinde, medyatik insanlarla konuşulduğu ortaya çıktı. Yani konudan bir haber belki… Sokakta bu iş için Mine hocam gibi elini taşın altına koymuş insanlar her yerde var. Çünkü bu işin bir de sâha kısmı var gerçekten. Anadolu’daki sorunlar başka, İstanbul’daki sorunlar başka. Yani bu insanlarla konuşulmadan, yangından mal kaçırırcasına, tâtile de girmeden Meclis, biliyorsunuz, en ufak bir planlama olmadan böyle bir şey gerçekleşti.
Evet, onlara geleceğim. Şimdi bu yasayı savunanların en önemli argümanı, sokak köpeklerinin özellikle çocuklara, yaşlılara, kendini korumaktan âciz olan kişilere saldırdıkları, öldürdükleri ya da kuduz bulaştırdıkları vs.. Bu konuda elimizde herhangi bir rakam var mı? Bu konu gerçekten Türkiye’nin çok yoğun bir şekilde yaşadığı bir sorun mu?
Mine Yıldırım: Köpek saldırıları Türkiye’de münferit vakalar. Köpek saldırıları trafik kazâlarından… Bütün bu sayılan, medyanın, özellikle yandaş medyanın öne çıkardığı, “Köpekler çocuklara, kadınlara, özellikle hâmile kadınlara ve yaşlılara saldırıyor” vakalarının tamâmı münferit vakalar. Tamamında çocuğun yaralanmasına ve ölümüne neden olan başka faktörler var. Örneğin, çocuğu köpek kovalamış, çocuk yola fırlamış, oradan hızla geçmekte olan, hız sınırının üstünde giden bir kamyon çarpmış vs.. Arkalarında farklı süreçlerin olduğu vakalar var. Ama saldırganlık vakaları var mı? Bâzı yerlerde var, evet. Ama son derece az. Nüfûsa oranla, köpek nüfusuna oranla son derece kısıtlı.Ve şu çok önemli: Biz tek tek, Türkiye’de “Dört Ayaklı Şehir” olarak da, ben kendi araştırmamda da saldırganlık vakalarını inceliyoruz. Saldırgan davranışta bulunduğu iddia edilen hayvanlara bakıyoruz; süreçleri, bölgeleri inceliyoruz. Şöyle bir veri yok, bu çok önemli: Saldırganlık vakasına karışmış, saldırgan davranış göstermiş, ama kısırlaştırılmış, aşılanmış, yaşam alanı ellenmemiş, bozulmamış herhangi bir hayvan yok. Şunu demek istiyorum: Saldırgan davranışta bulunan hayvanların tamâmı belediyeler eliyle alınıp yaşam alanlarından kent çeperlerine atılmış hayvanlar. Yemek eksikliği, barınak eksikliği, bir şekilde barınma ihtiyâcı giderilmemiş ve köpekten bahsediyoruz; insan türüyle birlikte evrimleşmiş, evcilleştirilmiş bir hayvan. İhtiyacını karşılamak için sürü oluşturma davranışı kapasitesi gelişkin bir hayvan. Bu hayvanların tamâmı belediyeler, yerel yönetimler ile yaşamları travmatize edilmiş hayvanlar. Tamâmı istisnâsız böyle. İstanbul özelinde kent çeperleri, parçalanan Kuzey Ormanları havzasından Kurtköy havzasına, Gebze’ye kadar uzanan; Ankara’da Gölbaşı. Sayısız illerden örnek verebiliriz. Mahallelerin içindeki hayvanlar bir yerden alınıp başka yerlere taşınıyor. Zâten derdest edilerek alınıyorlar. Bütün travma, hayvanlar toplanırken başlıyor zâten. Barınağa kapatılıyor, yaşam alanları değişiyor. Hayvanlar o travmatize hâl içerisinde saldırganlık gösterebiliyorlar. Ama tekrar ediyorum: Geçtiğimiz yıl içerisinde 14 vaka, bütün bu yasaya 14 vakanın imzâ attığı durumu söz konusu. Herhangi birimiz, herhangi bir hayvansever ya da entelektüel sosyal medyasını açtığında eminim hepimiz parçalanmış çocuk videolarıyla bir trol saldırısıyla karşılaşıyoruz. Bütün bu vakalar 14 vaka, toplamda 30 yaralama, köpek yaralaması. Kuduz ise bambaşka bir mesele. Türkiye’de kuduz vakası yok. İstanbul’da İBB verilerine göre 150 bine yakın sokak köpeğinin yaşadığı, en son 2021’de 138 bin sokak köpeğinin yaşadığı şehirde kuduz vakası sıfır. Kuduz diye bir problemimiz yok bizim. Yasa teklifine konu edilen ve medyada çarpıtılan mesele, kuduz riskli temas sayısı. Bu şu anlama geliyor: Sokak köpeğini, kedisini sevdiniz, kedi size bir tırmık attı, deriniz açıldı. Hastâneye gittiğinizde başvurduğunuzda yasa gereği, Sağlık Bakanlığı yönetmeliği gereği hekim sizi “kuduz riskli temas” olarak kaydediyor. Sayıların artması, kuduz riskli temas, işte 130 bine yakın, sanırım 138 bin başvuru yapılmış; bu, hastâneye başvuru sayısının arttığını gösteriyor. Kuduz noktasında ise Türkiye inanılmaz iyi bir noktada. İnanılmaz iyi bir noktada. Yani sokak hayvanı varlığı kuduzun artmasını, kuduz riskinin artmasını değil; azalmasını sağlayan bir faktör.Dünyada en ileri bilimsel, teorik, düşünsel nokta bu zâten. Çünkü sokak hayvanları; kuduz gibi temeli yabanda olan, yaban hayvanında olan, zoonotik patojen geçişini engelleyen bir bariyer, tampon türler olarak anılırlar. Siz aradaki tampon türü ortadan kaldırdığınızda, insanla yabanın temasını artırmış olursunuz zâten. Yani hayvan varlığı kuduzun riskini artırmaz, aksine azaltır. Bu dünyada kabul edilen bir gerçek.
Ben ilk defa duyuyorum ve çok etkileyici. Peki, Cem Bey, rakam yüksek ama, değil mi? Yani şöyle söyleyeyim; hep sokak hayvanı vardı Türkiye’de. Osmanlı’da da varmış, daha önce de varmış. Ben kendimi bildim bileli var. Ama şimdi olayın bir de endüstri boyutu var sanki. Yani olay sâdece küçük çaplı bir durum değil. Eskiden hem evlerinde köpek besleyenlerin sayısı azdı, hem de sokaklardaki köpeklerin sayısı azdı. Vardı, ama azdı. Şimdi bir üretim var galiba değil mi işin içinde?
Cem Çakmaklı: Evet. Şimdi zâten bu yasayla ilgili en önemli çarpıklıklardan birisi de bu. Yasa, yani öldürme üzerine oldukça hükümler içeren bir yasa; ama üretimi engellemekle ilgili en ufak bir hükmü olmayan bir yasa. Çünkü belli kaynakları var aslında sokak hayvanlarının ortaya çıkmasının. İşte, birincisi üretim. Bu üretim de iki türlü: merdiven altı ve resmî üretim.İkisinde de çok büyük muğlaklık var. Çünkü zâten Türkiye’de böyle yasaların olması bir sorun; ama olan yasaların uygulanması başka bir sorun. Dolayısıyla o üretimde resmî de olsa bir sorun var. İkincisi ise merdiven altı. İşte, biliyorsunuz, hattâ o dernekle ilgili, hani Güvenli Sokaklar Derneği’yle ilgili bir programda, “Ücretle sahiplendiriyoruz” diye bir söylem ortaya çıktı.
Fatih Altaylı’nın programında.
Cem Çakmaklı: Kesinlikle. Yani bu nedir? Siz o hayvanı alıyorsunuz, gasp ediyorsunuz, devamlı doğurtuyorsunuz, ondan sonra sosyal medyayı kullanarak satıyorsunuz ve genelde çok çok korkunç şartlarda hem yavrusunu hem de hayvanın kendisini yaşatıyorsunuz. Şimdi bu bir kere bir sorun. Çünkü burada bir sayı sınırı yok. Çünkü buna bir lisans verilmesi lâzım, lisansın denetlenmesi lâzım — ki siz oradaki sayıyı kontrol altına alabilesiniz. Bunu COVID gibi düşünürseniz; bir yandan ürüyor, bir yandan ölüyor. Yani sizin kontrol altına almanız gerekiyor, öyle değil mi? O üreme kısmını baştan kontrol altına almanız gerekiyor ki o sayıyı kontrol edebilesiniz.İkincisi, tabiî ki insanlar sâhipleniyor ve ondan sonra bırakıyorlar. Bu da çok büyük bir sorun. Özellikle kısırlaştırmadan bırakıyorlar. Kısırlaştırmaya yönelik Türkiye’de çok büyük bir kampanya olması lâzım aslına bakarsanız. Çünkü eğer kısırlaştırma gerçekleşmezse bu sayı eksponansiyel bir şekilde artıyor, yani üstel bir şekilde artıyor. Şimdi buna yönelik bir cezâ kondu yasaya gerçekten, parasal bir cezâ artırımı oldu; ama hapisle ilgili bir şey yok. Meselâ yurtdışındaki örneklerde parasal cezâ çok yüksek, hapisle ilgili şey çok yüksek; ama yurtdışındaki, Avrupa’daki örneklere baktığımızda, üretimle ilgili çok büyük kısıtlamalar var, çok büyük lisanslamalar var serbestse eğer. Bâzı yerlerde serbest değil; ama eğer lisansla serbestse, herkesin lisans alamaması gibi bir durum var. Belli şartları, belli koşulları yerine getirmeniz gerekiyor ve o sayı hep kontrol altında, hep kayıt altında. Kayıt çok önemli zâten. Yani her şeyde olduğu gibi burada da kayıt çok önemli. Kayıt altına alabilme, kaç tâne olduğunu, ne olduğunu, nerede neyin ortaya çıktığını bilmek çok önemli.Burada tabiî ki Tarım ve Orman Bakanlığı’na, yerel yönetimlere çok büyük iş düşüyor. Şimdi bu yasada onunla ilgili de bir şey var. Üçüncüsü de Anadolu’da çoban köpekleri, yani aslında yine sâhipli hayvanların bırakılması ve kısırlaştırmadan bırakıldığından dolayı sayıların artması. Ama az önce Mine hocamın da dediği gibi, aslında buradaki sayı artması bir sorun; ama bir de bu gruplaşmalar başka bir sorun. Onun da en önemli nedeni zâten, az önce söylediğimiz gibi belediyeler. Çünkü işte o çeperler… Ben Sarıyer tarafında oturuyorum. Yani orada arkadaşlarım var, kendi örneklemim, kendi etrâfım. Şimdi orada vakalar niye var? Çünkü orman var ve ormanın oraya diğer bütün ilçelerden hayvanların bırakılması var. Zâten siz sorunu kendiniz yaratıyorsunuz aslında. Yani bunu yapmak yerine aslında kısırlaştırıp yerinde bıraksanız, böyle bir sorun olmayacak. Az olan o 14 tâne, 20 tâne vaka, belki o zaman sıfıra inecek.
Peki, şunu sorabilir miyim Mine Hanım? Şimdi hayvan haklarını savunan birisi olarak, savunmaya çalışan birisi olarak en çok mâruz kaldığım saldırılardan birisi –biz zâten Medyascope olarak, mâlûm, fon aldığımız için ve bize sürekli sataştıkları için artık alıştık ama– “mama lobisi” söylemi var. Ama hakîkaten, yani gerçekten şunu anlamadım: Şimdi sokak hayvanlarına gerçekten pozitif bir yaklaşım göstermek isteyen birisine “mama lobisi” demek niye? Yani sokak hayvanlarına mama lobisi mama mı satıyor? Şeyi anlamadım, oradaki perspektif nedir?
Mine Yıldırım: Oradaki perspektif, bizim de sıklıkla mâruz kaldığımız, sanırım hayvanların öldürülmesine karşı çıkan herkesin şu günlerde uğraştığı söylem. Şimdi sokak hayvanının varlığını sürdürmesini istiyorsanız, bunun bir ekonomisi var. İşte, bu hayvanların beslenmesi var, bu hayvanlara verilen bir bakım emeği var ve ülkemizde hem târihten gelen geleneksel kültürel olarak bu gönüllü emeği, hem de belediyelerin işini yapmamasından dolayı gönüllülerin insanüstü çabasına dayanıyor. İşte bu hayvanların bakımı için insanlar destek arıyorlar. İnsanların mama almaları gerekiyor bu hayvanları beslemek için. Bu da bir ticâretin devâmı anlamına geliyor. Bu mama lobisi ifâdesiyle hayvanlara bakan bu insanlar tabiî meczuplaştırılıyor, yani meczuplaştırıcı bir ifâde bu. Sanki bir mama lobisine hizmet ediyor ya da o biraz daha ilerledi; mama lobisi, işte “it taparlık” oldu. Bir tür sanki tarîkat üyeliğiymiş gibi; bir tür böyle bir klik varmış, arkasında gizli kirli ilişkiler varmış gibi.
Rothschild filan mı?
Mine Yıldırım: Evet evet. Bir kısım ticârî ilişkiler varmış gibi, Türkiye’deki pek çok ticârî gizli ilişkiler ortaya çıkarılırken sanki bu da ortaya çıkarılıyormuş gibi. Sokaktaki hayvanın varlığını korumak isteyen insanlara böyle bir suç isnat edildi. İlk başta biz de çok gülüyorduk ve ciddîye alınabilir bir tarafı yoktu; ama o söylem bir bütünlüğe kavuşuyor artık. Giderek birbirine eklemlenerek büyüyor aslında mama lobiciliği. Ülkemizde bir tür sürekli bu propagandayı yapan bir yandaş medya var. Herhangi bir ana akım haber bültenini izlediğinizde, sürekli bu ifâdeler dönüyor aslında ve medyanın böyle bir anlam çerçevesi üretme kapasitesi var. Sokak hayvanına bakmanın bir çıkar ilişkisine dayandığı düşünülüyor.
Açıkçası keşke sokak hayvanlarına mama şirketlerinin ürettiği mamalar verilebilse. Benim bildiğim sokak hayvanları büyük ölçüde, sokak köpekleri özellikle, hani kedilere daha bir şey yapılıyor da, köpeklere genellikle insanlar su veriyor. Ama onun dışında kendi ekmeklerini kendileri çıkartıyorlar yani benim bildiğim kadarıyla. Artıkları çöpten topluyorlar vs.. Yani böyle sokaklardaki köpeklere koli koli mama alımı olmuyor.
Mine Yıldırım: Kesinlikle. Bu coğrafyanın kültüründe papara diye bir pratik vardır. Yani çorbanın, et suyunun, kemik suyunun kalanına biraz ekmek kıyılıp hayvana o verilir. Mama endüstrisi, pet endüstrisi, evcil hayvan endüstrisi son birkaç 10 yılda büyüyen bir endüstri. Bunun da arkasında çok ciddî bir politik ekonomisi var; ama bu işin siyâsî kısmı buna hedef olan bir noktada değil zâten.
Peki, yavaş yavaş toparlayalım.
Cem Çakmaklı: Bir ekleme yapabilir miyim izin verirseniz?
Tabiî.
Cem Çakmaklı: Burada bu “lobi” lâfı Türkiye’de çok sevilen bir kelimedir, biliyorsunuz. Yani aslında bütün bu propagandanın nasıl yayıldığı farklı sektörlerde de az çok belli. Yani biliyorsunuz 2020’lerin başında da fâiz lobisi vardı. O faiz lobisi, ekonomist olarak bunu söyleyeyim, o fâiz lobisi bertaraf edildi, gördük son 3-4 sene önce. Ondan sonra şu anda ekonominin hâlini, enflasyonu hepimiz biliyoruz nasıl olduğunu. Yani bu lobi kelimesi aslında ekonomide, işte bu sokak hayvanlarıyla ilgili konuda yavaş yavaş böyle insanlara empoze edilen bir kelimedir. Mama lobisi de aynı bu fâiz lobisi gibi. Nerede siz karşı bir fikir geliştirmeye başlıyorsunuz bir propaganda olarak, yavaş yavaş bir lobi kelimesi devreye giriyor. Peki lobicilik ne? Lobicilik aslında karar vericilere yaklaşmak değil mi? Ona baskı yapmak. Gördük şimdi kanun geçerken; kim vardı o salonun içinde? Eğer bir lobiden bahsediyorsak, nasıl bir lobiden bahsetmeliyiz o zaman? Aslında o zaman bir lobi varsa, bu üretim lobisi; mama lobisi değil. Çünkü lobicilik dediğimiz şey, yani bizim ekonomi alanında da çalışılan bir konu, grupların karar vericileri etkileme süreci. Şimdi eğer mama lobisi varsa, komisyonda bu kanun geçirilirken kimler vardı içeride? Yani o mama şirketlerinden insanlar var mıydı? Yoktu. Ama üreticilerden insanlar vardı. Dolayısıyla eğer bir lobiden konuşuyorsak, gerçekten bir lobi varsa bu mama lobisi veya işte hayvansever, hayvan hakları savunucusu lobisi kesinlikle değil. Varsa kelime anlamı, bu üretici lobisi.
Şimdi zâten yeni yasayla berâber işin çok ciddî bir ekonomik boyutu olacak. Bunu göreceğiz; yeni şeylerin açılması, hayvanların öldürülme süreçlerinde kullanılacak kimyasallar falan. Bunların hepsinin COVID döneminde yaşadığımıza benzer bir sektör olacağı muhakkak. Şimdi toparlarken şöyle söyleyelim: Ortada bir yasa var, yasaya karşı bir direniş var, îtiraz var. En son CHP Anayasa Mahkemesi’ne başvuruyor.
Mine Yıldırım: 15 Ağustos’ta.
Ama büyük ihtimalle bu yasa bir şekilde yola devam edecek. Bu yasayla birlikte hayvan hakları savunucuları ne yapabilirler? Şu andaki talebin, yasanın geri çekilmesi olduğunu biliyoruz; ama iktidar birçok konuda olduğu gibi burada da geri adım atmayı siyâseten istemeyecektir. Belki birtakım şeyleri gevşek bırakır; ama “Ben yasadan vazgeçtim” diyeceğini açıkçası bir siyâsî analiz olarak yapmakta zorlanırım. Şu hâliyle nasıl bir şey söz konusu olabilir? Yani hayvan hakları savunucuları bu mevcut yasa içerisinde sokak hayvanları için en ideali nasıl yaratabilirler? Bu konuda birtakım çalışmalar var mı?
Mine Yıldırım: Bu konuda çok fazla çalışma var. Şimdi ortada bir kanun var; bu yasal değil, meşrû zâten değil. Çünkü bütün toplumu bağlayan bir çerçeve olarak şiddete teşvik var. Dolayısıyla Anayasa Mahkemesi süreci ne olursa olsun, bu yasa geri çekilsin ya da çekilmesin, uygulanabilirliği olmayan, hem de şiddete teşvik eden bir kanun var. Dolayısıyla vatandaşlar, kendini hayvansever olarak tanımlasın tanımlamasın, hayvan hakları savunucusu olarak hiç tanımlamasına gerek yok; hayvanların öldürülmesine gönlü râzı olmayan herkesin bu hayvanları yaşatmakla ilgili ciddî bir derdi ve arayışı var. Bizim “Dört Ayaklı Şehir”de örneğin çalışmalardan bir tânesi bu ve ülke çapında olduğu için bunu yaygın bir gönüllü ağıyla başlattık; “Can Yoldaşını Yaşat” kampanyası var. İnsanlar hakîkaten evinde, yaşam alanında bir hayvanı adapte edebiliyorsa, birlikte yaşayabiliyorsa… Hızlı bir yuvalandırma seferberliği bu. Evet, biz bununla ilgili hukuken, yani yasanın geri çekilmesi odaklı çok ciddî mücâdele verdik. Ancak kanunkoyucular, bütün bu muhâlefeti göz ardı ederek kanunu geçirdi. O zaman hakîkaten sorumluluk hepimizde. Sokak hayvanları insanlara emânet. Bu ülkenin târihinde hep böyle oldu. Dolayısıyla insanlara sorumluluk düşüyor. Burada artık sivil sorumluluk ve sivil inisiyatifin önü açık ve tamâmen meşrû. İnsanlar bu hayvanları kısırlaştırıp, aşılatıp, bir kısmı evlerinde yaşatıyorlar. Ayrıca esnaf çalışmaları var. Kent içerisinde, evinde olmasa da rızkını kazandığı dükkânında hayvanlara yer açan, alan açan insanlar var, esnaflar var. Ve giderek sayısı artıyor, bu çok önemli. Herkesin bir hayvanın sorumluluğunu üzerine alması gerekiyor. Burada da işte dernekler olarak, sivil toplum olarak bize bunları desteklemek düşüyor. Ve toplamanın yapıldığı yerlerde –biz bugün artık bunların yönergelerini konuşuyoruz, adım adım ne yapabileceğimizi paylaşıyoruz insanlarla– toplamaya izin vermemek gerekiyor. Ve izin verilmeden belediye ekipleri hayvanları topluyorsa mutlaka tâkip ederek… Burada kamunun denetimi çok önemli. Kamu bileşeni olarak bu hayvanların öldürülmesine karşı bir tür seferberlik gerekiyor. İş artık çok çok ciddî bir durumda. Yani II. Dünya Savaşı ve Holokost filmlerinde o gördüğümüz, izlediğimiz ya da romanlarda ve târihsel anlatılarda okuduğumuz gibi tek tek hayvanları kurtararak yaşatacağımız, maalesef çok acılı bir süreç var Türkiye’nin önünde. Buna toplum olarak da tanık olacağız, olmaktayız zâten. Çocuklar buna tanık olacak. Devlet eliyle işlenen şiddeti görerek ve toplumun en mâsum, en kırılgan bileşenine karşı işlenen bir şiddeti görerek büyüyecek çocuklar var. Çok fazla insandan herhangi bir e-mail ya da sosyal medya aracılığıyla binlerce mesaj alıyoruz. Bugüne kadar hiçbir hayvanı sevmese bile, öldürülmesine râzı olmayan insanların çözüm arayışlarına biz de sivil toplum olarak destek vermeye çalışıyoruz.
Peki, belediyelerin, özellikle muhâlif belediyelerin yasayı uygulamayacakları açıklaması etkili olur mu? Gerçekten yapabilirler mi bunu?
Cem Çakmaklı: Yasa çok muğlak bu arada. Çünkü toplama kısmında bile, barınak olmazsa… Yani 2028’e kadar barınak yapma süresi veriyor; ama toplamayı hemen yapın diyor. Dolayısıyla yasada zâten “Barınak varsa toplayın” îmâsı var ve “Belli koşullara uymak zorunda o barınak. Ancak o zaman toplayabilirsiniz” îmâsı var. Yani bu şekilde yasada muğlaklıklar var. Fakat burada asıl şey şu: Bence artık bu yasayla berâber özellikle devlet ve belediye tarafının gönüllülerle işbirliği çerçevesini açması lâzım. Şu âna kadar aslında bu çok az olan bir şey, yani gönüllülerle devlet tarafının işbirliği. Çünkü bu konu aslında Avrupa’da da bu şekilde; yani gönüllülerin inisiyatifinde, gönüllülerin yönetiminde aslında olan bir şey. Diyelim ki rehabilitasyona muhtaç hayvanlar var, gerçekten saldırgan. Nasıl insanlarda böyle çok saldırgan insanlar varsa hayvanlar arasında da belki var, travmatik, farklı şeyler yaşamış. Artık bunlarda gönüllülerle işbirliğinin yolu, sistemi, organizasyonunun açılması gerekiyor. Bence aslında burada özellikle muhâlefet partilerinin önünde çok büyük bir politik rant da var. Şöyle ki: Eğer bir şekilde bunu gönüllülerle işbirliğiyle başarabilirlerse… Çünkü gerçekten toplumda hayvanların öldürülmesini istemeyen insanlar çoğunlukta. Ben buna kesinlikle inanıyorum. Ha, sokakta çok fazla var, şu var, bu var. Onu düşünen insanlar var; ama en nihâyetinde öldürülmesini istemeyen insanlar çoğunlukta, çünkü bu vicdânî bir şey.Yani bu insanları da iknâ ederek gönüllülerle işbirliğinin yolunu, organizasyonunu açabilirlerse belediyeler… Çünkü bakın, insan kaynağı, yani fikir geliştirme ve hattâ maddî destek; gönüllülerin elinde bu var gerçekten. Belediyelerin bu organizasyonu yapabilecek alanı açması gerekiyor. Ve gönüllüleri kapsayacak şekilde bunu yapması gerekiyor.
Hep şöyle bir şey var, tabiî çok fazla hâkim olmadığım bir şey; yani büyük şehirlerde bu nispeten olur da Anadolu’da bu gönüllülük meselesi aynı mekanizmalarla işleyebilir mi?
Cem Çakmaklı: İşleyebilir. Her şey bir insana bakıyor. Bu, Eskişehir’de gördüğümüz şeyler, Anadolu’’da da örnekleri var. Her şey bir insana bakıyor aslına bakarsanız. Burada yeter ki bir iyi niyet olsun. İkincisi de gerçekten bu konuda bilgili insanları orada görevlendirmek. Gönüllüler zâten öyle; özellikle bu konuda fikir geliştiren insanlar bu hizmeti yapmaya dünden râzılar. Çünkü hepimizin ortak amacı, insanla hayvanların refâhının maksimize edilmesi. Dolayısıyla bu konuda fikir sâhibi olanlar, işte Mine hocam gibi, hem akademik olarak hem de sâhada yer alan insanlar zâten buna dünden râzı ve herhangi bir maddî karşılık beklemeden. Belediyeler aslında buradaki bu fırsatı, yasanın getirdiği zorlamayla ortaya çıkan bu… yani maalesef ve maalesef bir de fırsat… çünkü artık zorla bu hayvanları kurtarabilmek için bir araya gelmek gerekiyor. Çünkü şu âna kadar târihsel süreçte hepkarşılıklı bir engelleme ve güvensizlik var. Artık bütün önyargıları bırakıp hem belediye kısmı gönüllülere güvenmeli hem gönüllüler de artık gördükleri pozitif uygulamalarla belediyelere güvenerek bir ortak güç yaratmalı. Bunun zamânı tam da budur. Çünkü bundan sonrası git gide daha tehlikeli bir sürece giriyor. Bundan öncesinde herkes kendi çabasıyla yaşamaya çalışıyordu ve yaşatmaya çalışıyordu. Ama bu nokta tam da aslında buradan hem politik olarak hem de hayvan refâhını maksimize edecek şekilde fayda sağlama zamânı. Tam da o zamandayız şu anda.
Mine Hanım, nasıl kapatalım programı?
Mine Yıldırım: Yalnızca “Biz öldürmeyeceğiz” ya da “Bu suça ortak olmayacağız” –ki biz de bunu çok söylüyoruz– demek yetmiyor maalesef bu süreçte. Aktif olarak koruma ve yaşatma çabası gerekiyor. Ben bu momentin maalesef çok acıklı, çok talihsiz, çok acı ve şiddetli olduğunu düşünüyorum; ama bir fırsat olduğuna ben de inanıyorum. Ana muhâlefet partisi başta olmak üzere Türkiye’de bütün muhâlefetin, sol muhâlefetin de ana muhâlefetin de, taşrasından her köyüne ve her ilçesine bir parti binâsı ve bir örgütü var. Türkiye’de kurumların, devlet kurumlarının bir yeri var. Bu yer içerisinde hem mekânsal ve gerçek gündelik anlamda hem sembolik olarak hayvanlara yer açmanın, siyâsette ve dilde tam zamânı. Bunu yaparsak koruyabileceğimizi düşünüyorum. Karşı karşıya olduğumuz yasa eliyle topluma dayatılan bu şiddeti ancak böyle bir seferberlikle durdurabiliriz. Yalnızca gönüllülerin bunun altından kalkması mümkün değil. Belediyeler, yerel yönetimler ve makro siyâset bu işe bu yaşatma perspektifinden eğilirse Türkiye’de bunu yapabilecek entelektüel kapasite var, bir târih var, geçmiş var. Yeni bir ilişki formu ve biçimi üretmemize gerek yok aslında. Bunun temeli var. Yeter ki hem kamu kaynaklarını hem de kamunun vicdânını yaşatmaya yönelik mobilize edebilelim.
Evet, çok sağ olun, çok teşekkürler.
Mine Yıldırım: Biz teşekkür ederiz.
Sokak hayvanları sorununu Kadir Has Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. Mine Yıldırım ve Koç Üniversitesi’nden Doç. Cem Çakmaklı ile konuştuk. Kendilerine çok teşekkür ediyoruz. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.