Ruşen Çakır yorumladı: Yeni teknolojiler Türkiye’de bağımsız gazeteciliği ne derece mümkün kılıyor?

Medyascope kısa bir süre önce 9. yılını kutladı. Bu 9 yılda, başta teknoloji alanında olmak üzere birçok şey değişti.

Yapay zekâ hayatımızın artık her yerinde. Belki mesleklerimizi elimizden alacak, belki gazeteciliğin daha iyi yapılması için imkân sağlayacak. Sosyal medya bizlere imtiyaz sağladı ama bizi her yerden de kontrol ediyor. Algoritmamızı bile kendine göre şekillendiriyor.

Peki, bu yeni teknolojiler Türkiye’de bağımsız gazeteciliği ne derece mümkün kılıyor?

Ruşen Çakır, sizlerden gelen soru ve yorumlarla değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler. Sizlerle bir yayın yapalım istiyorum. Ne kadar ilgi olacak kestiremiyorum, ama benim söyleyeceğim çok şey var. Sizin sorularınız, yorumlarınız ve eleştirilerinizle bu yayını yapalım istiyorum. Olay şu: Yeni teknolojiler, sosyal medya, YouTube, uygulamalar vs.’de sürekli yenilikler oluyor. Ve bu da tabiî doğrudan medyayı birinci derecede ilgilendiriyor. “Yeni medya” diye bir kavram ortaya çıktı. Bu “yeni medya”dan kastedilen, esas olarak bu yeni teknolojilerle yapılan gazetecilik faaliyetleri ya da haber faaliyetleri. Sâdece haber değil, yorum faaliyetleri de var. Ortada çok sayıda video var, sürekli olarak sosyal medya platformlarında videolar dolaşıma giriyor. Bunların birçoğu gündelik hayattan, gerçek hayattan kesitler sunuyor. Bunların üzerine haberler inş ediliyor ve tabiî bütün bunlar hızlı bir şekilde oluyor. Yani bir olay yaşandığında, belki 15-20 dakika sonra bile, eğer o olayı saptayan kişi hızlı davranırsa, ânında haberdar oluyoruz. Ve bütün bunlar genel olarak iyi bir şeymiş gibi gözüküyor, insanlara mutluluk veriyor; çünkü daha hızlı haber alıyoruz ve birçok kanaldan alıyoruz. Ve artık bu iş profesyonellere âit bir iş olmaktan çıkıyor. “Yurttaş gazeteciliği” diye bir kavram ortaya çıktı, biliyorsunuz. Cep telefonu olan, internete erişimi olan herkes şu ya da bu şekilde haber üretim süreçlerine, fikir üretim süreçlerine dâhil olabiliyor, bunu görüyoruz. Bunu 10 yıldır deneyen birisiyim. Medyascope olarak Türkiye’de gerçekten yeni teknolojilerle gazetecilik yapmakta bayağı öncü bir rolümüz oldu. Şimdi daha çok yaygınlaştı bu iş. İlk bakışta burun kıvıran çok sayıda meslektaşımız da bu olaya dâhil oldu, şu ya da bu nedenle. Bir de tabiî ki gazetecilikten gelmeyen insanlar da bu alana soyundular. Meselâ sosyal medyada yaptıkları haberler en çok tâkip edilenlerin bir kısmı gazeteci değil; ama biz onları gazeteci gibi algılıyoruz. Ya da son dönemin en popüler işlerinden birisi olan sokak röportajlarını yapanların da önemli bir kısmı gazeteci değil. Gazeteci derken neyi kastediyorum? Bunun, hani bu meslekte olup da başkalarının buraya girmesini istememek gibi bir kıskançlık gibi yorumlanmasını istemem. Gazetecilik, târihi olan bir meslek, kuralları olan bir meslek, yöntemleri ve birikimleri olan bir meslek ve belli anlamlarda da eğitimi olan bir meslek. Eğitimleri üniversitede alabildiğiniz gibi, aynı zamanda –ki ben de onlardan biriyim– çalışarak, yani haber odasında çalışarak, bir kurumda çalışarak zamanla öğreniyorsunuz. Dolayısıyla gazetecilik öyle herkesin bir şekilde, “Ben de gazetecilik yaparım, ne olacak?” diyerek yapabileceği bir şey değil. Ama artık bunu aştık, herkes bu iddiada. Böyle bir yayını niçin yapmak istedim? Çünkü dün Diyarbakır’daydım. Diyarbakır’da, Dünya Barış Günü vesîlesiyleDicle Toplumsal Araştırmalar Merkezi DİTAM’ın düzenlediği bir toplantıda, bir grupla –“atölye” gibi diyelim, “çalıştay” da deniyor– barış gazeteciliği tartışıldı. Benden de yeni medyayı anlatmam istendi. Ben aslında normal olarak böyle şeyleri çok fazla kabul etmiyorum. Ama Diyarbakır olduğu için ve doğrudan çok önemsediğim bir konu olduğu için kabul ettim. Orada, çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu toplulukla yaptığımız tartışmada çok kötümser şeyler söyledim. Burada da size yine aynı şeyleri söyleyeceğim. Sizden de yorumlar gelirse, berâber yapalım.

Meselâ Kemal İslim’in uzun bir yorumu var. Özetle diyor ki: “Eskiden ulaşım kolaylaştığında, radyo televizyon yaygınlaştığında nasıl çok da dramatik bir değişiklik olmadıysa, yine olmadı, olmayacak. Teknoloji sermâyenin elinde olduğu için kimse bize altın kaşıkla daha özgür bir dünya sunmayacak” demiş. Dün de ben Diyarbakır’daki toplantıda buna benzer şeyler söyledim. Örneğin, artık dünyada bambaşka sistemlerin oluştuğunu ve yeni teknolojilerle birlikte, özellikle iletişim teknolojileriyle birlikte, yepyeni yapılanmalar ortaya çıktığını görüyoruz. Meselâ Facebook bunlardan biri, X (eski adıyla Twitter) bunlardan biri, Google böyle bir şey. YouTube zâten başlı başına bir mecrâ. İşte buna Telegram, WhatsApp da dâhil. WhatsApp hem haberleşme, yani kişiler arası haberleşme işlevi görmekle birlikte, aynı zamanda haber akıtma yeri işlevi de görüyor ve genellikle de bu tür mecrâlar, doğru haber kadar –belki de daha fazla–, yanlış, eksik ya da manipülatif haberleri yayıyorlar. Türkiye’de de bunun çok örneğini gördük, dünyada da çok örneğini görüyoruz. Burada tabiî şöyle bir husus var: Bu platformların sâhipleri olan kişiler ya da şirketler birçok şeyi belirliyorlar. Meselâ X’in yaşadıklarına bakalım: X’in en son Brezilya ile yaşadığı krizde, Brezilya X’i yasakladı. Türkiye de bâzı şeyleri yasaklıyor. Ama Elon Musk da onlara karşı çok hakaretâmiz çıkışlar yapıyor. Çok şaşırtıcı olmakla birlikte, bir şekilde çıkışlar yapıyor. Ya da Türkiye’de geçen yaşadığımız olay gibi: Haniye ile ilgili bir şeyi Instagram kabul etmiyor. Instagram kabul etmeyince, hemen bizimkiler de, yani ülkemizi yönetenler tepki vermeye kalktılar. Buradaki mesele şu tabiî ki: Haniye ile ilgili anmayı kendi birtakım kriterleriyle yapmayan, kabul etmeyen kurum, diyelim ki İsrail ile ilgili birçok şeye aynı yaklaşımı göstermiyor vs.. Yani burada işimiz onların insâfına kalmış durumda. Ve bunlarla bizim vatandaş olarak hiçbir şekilde pazarlık etme ya da başka bir imkânımız yok. Meselâ diyelim ki YouTube’da bir içerik üretiyorsunuz. YouTube bir şekilde size diyor ki: “Bu reklam alamaz”. Hattâ diyor ki: “Bu içeriği buraya koyamazsın”. Îtiraz etseniz de, bunların hepsi doğrudan olamıyor biliyorsunuz. Bir yerlere yazıyorsunuz, birtakım formlar dolduruyorsunuz falan. Tamâmen gayri insânî birtakım süreçlerle o yasakların, o algoritmaların falan esîri oluyorsunuz ve baştan zâten bunu kabul etmek zorunda kalıyorsunuz. Dolayısıyla bütün bu sosyal medya, uygulamalar vs. bize birtakım imtiyazlar verir gibi oluyor, bize birtakım imkânlar sunuyor, eyvallah; ama aynı zamanda bizi çok ciddî bir şekilde kendi kurallarıyla kontrol ediyor. Bizim kişisel verilerimizi paylaşıyor, bu ayrı bir husus. Bir de biliyoruz ki kendi algoritmalarıyla –ki bu algoritmaları yaparken kendi birtakım öncelikleri var–,bizim önümüze düşmesini istedikleri postlar, reklamlar ve diğer içerikler var. Aslında bizi yönlendiriyorlar ve bizim vatandaş olarak bütün bu süreçlere dâhil olmamız mümkün değil. Tabiî ki burada şunu demek de gerçekçi olmaz: Yani “Çıkalım edelim” falan. Keşke çıkabilsek, keşke ihtiyâcımız olmasa; ama artık bu çağda bunlara bîgâne kalma şansımız da pek yok. Var mıdır sizin çevrenizde hâlâ cep telefonu kullanmayan? Benim tek tük var; ama bir şekilde onlar da cep telefonu kullanmasa bile e-posta kullanıyor, bir şey aradığı zaman Google’dan bakıyor vs.. Meselâ biliyorsunuz, sosyal medyada kullanıcı olmayan kişiler var. Benim öyle tanıdığım çok kişi var. Ama onların hemen hemen hepsinin bir sahte hesâbı var. En azından tâkip ediyorlar, yani kendi adlarıyla tweet atmasalar, Instagram postu paylaşmasalar bile, bir isimle girip oradaki içerikleri tâkip etmek zorunda hissediyorlar kendilerini.

Utku Can Topçu demiş ki: “Yapay zekâ teknolojileri yurttaş gazeteciliğinde fact-checking için kullanılabilir belki zamanla”. Şimdi, Utku Can Bey, tam da benim dünkü konuşmamda geniş yer verdiğim bir konu bu. Bu var. Evet, yapay zekânın bir tür olumlu katkıları olacağı muhakkak. Özellikle birtakım haberlerin doğru mu yanlış mı olduğunu ölçmede kullanılabilecek bir şey olabilir. Ama şunu unutmayın: Yapay zekâ gibi uygulamalar esas olarak yalan haber ve dezenformasyon için kullanılabilir ve bunu da kötü niyetli insanlar, kurumlar, devletler yapabilir. Şimdi biliyoruz ki değişik dönemlerde Batı ülkelerindeki seçimlere Rusya, Çin, İran gibi ülkelerin sosyal medya üzerinden müdâhale ettiği yolunda çok ciddî iddialar var. Bu ülkelerdeki seçimlere Batı müdâhil olmuyor mu? Olsa bile, bu ülkelerdeki seçimler çok fazla anlam ifâde etmediği için çok önemi yok. Meselâ Çin’de ne seçimi var ki neye müdâhale olasınız? Ya da Rusya’da ne kadar müdâhil olursanız olun, Putin’in yenilmesi diye bir şey söz konusu olamaz. Şimdi bunun çok daha ciddî bir şekilde yapay zekâ kullanılarak faaliyete geçtiğini düşünün. Yani seçimlere çok az bir süre kala… Türkiye’de biliyorsunuz cumhurbaşkanlığı seçiminde göstere göstere ortaya atılan bir yalan vardı: Erdoğan, Murat Karayılan’ın videosunu birçok yerde gösterdi. İstanbul’daki mitingde gösterdi meselâ, ben de oradaydım. Ve o video aslında her şeyiyle uyduruk bir şeydi; ama seçimlerde etkili olduğu konusunda çok ciddî bir kanı var. Şimdi bunun daha rafine, daha incelikli bir şekilde yapıldığını düşünün ve birilerinin seslerinin taklit edilip birtakım şeylerin söylendiğini düşünün. Bu gerçekten biz vatandaşların baş edebileceği bir şey olamayacak. Nasıl yapacağız? Ya da şöyle söyleyelim: Birisi sahte bir şeyi kullanıma sürdü ve onu siz yalanlıyorsunuz. İstediğiniz kadar yalanlayın. Yeni atmosferde, yeni medya atmosferinde artık böyle bir şey var; bir şey çok çabuk yayılıyor ve artık ondan sonra ne doğru ne yanlış, bu çok fazla anlam ifâde etmiyor. Artık kaçıyor. İstediğiniz kadar deyin ki: “Ya kardeşim, o kişi ben değilim, gördünüz işte, bu video yalan, burada gösterdik” falan — insanlar önemsemiyorlar ya da görmüyorlar. Yani şöyle düşünün: Sizin hakkınızda yalan bir video yapılıyor ve bunu diyelim ki 10 bin kişi görüyor. Sonra siz bu videonun yalan olduğunu net bir şekilde gösteriyorsunuz. O 10 bin kişiden belki 7 bini görüyor ve görenlerin diyelim ki 6 bini bunun yalan olduğuna iknâ oluyor. Ama arada kaçan kaçıyor ve siz onunla belki de ömür boyu baş etmek zorunda kalıyorsunuz. Bu aslında yalanın çok eski bir özelliğidir. Şahsen böyle ölene kadar beni tâkip edecek bir yalan var benim hakkımda. O zaman sosyal medya ya da yapay zekâ da yoktu, ama benim hakkımda bir yalan uydurdular. O da, zamânında Recep Tayyip Erdoğan’ı, daha il başkanı ya da İstanbul belediye başkanıyken Amerikalılarla benim görüştürdüğümü yazdılar. Yani diyorum ki: “Ulan, helâl olsun bana!” falan diyorum; ama yok böyle bir şey, olmadı. Ama yıllardır bu yalan farklı farklı kesimler tarafından söyleniyor. Kaç kere yalanladıysam da hiçbir anlamı yok. Hâlâ bâzı insanlar, hele bir iki tâne insan var, bunlar sürekli olarak başları sıkıştığında bunu söylüyorlar. Ya da meselâ şöyle bir şey var yakın dönemde: Benim PKK liderlerinden Cemil Bayık’la yaptığım bir röportaj vardı; o röportajın bir karesi var: Ayakta ikimiz konuşuyoruz — onu foto muhabiri arkadaş çekmişti. Şimdi bunu bir zamanlar birileri şöyle servis ettiler: Cemil Bayık Cemil Bayık, ama ben, hani birkaç yıl önce öldürülen Kudüs Gücü komutanı İranlı Kasım Süleymanî’ymişim ve o fotoğraf Cemil Bayık’ın Kasım Süleymanî’den tâlîmat aldığı fotoğrafmış. Ama o benim, biliyorum. O fotoğrafı birileri sürekli servis eder, senede bir kere yapılıyordu. Kasım Süleymanî öldükten sonra yapmadılar, kesildi. Ve birileri de altına: “Ya kardeşim, o o değil, o aslında Ruşen Çakır” diye yazıyorlar, düzeltmeye çalışıyorlar. Ama istediğiniz kadar anlatın; “Kardeşim, o o değil, o bu bilmem ne” vs. diye, hiçbir anlamı kalmıyor.

Doğan Bey demiş ki: “Her çağın kendi zorlukları ve kolaylıkları var. Sizin gibi işini doğru, güzel, iyi yapanlar değerini bulacaklar”. İşte bu da bizim fukara tesellimiz Doğan Bey. Biz de diyoruz ki: “Yani bir şeyler yapıyoruz falan, ama hani bir yerde bir gün târih bizi haklı çıkaracak” falan. Bu abartılı tabiî. Ama belli bir yerden sonra insanın canı sıkılıyor. Onu özellikle söylemek lâzım. Şimdi, bağımsız gazetecilik ve yeni teknolojilere gelelim… Yeni teknolojiler işi çok kolaylaştırıyor. Gerçekten bu anlamda minnettârız. Meselâ Medyascope nasıl başladı? Periscope diye bir uygulama vardı ve önce ben, sonra kurum olarak Periscope’u bedâvaya indirerek yükleyip oradan yayınlar, canlı yayınlar yaptık. Ve onları ilk başta YouTube’a yüklemek çok zordu. Çünkü orada Periscope’çular yüklemesin diye bâzı şifreler ve engeller koymuşlardı. Uğraştık, çok zorlandık; ama sonra onlar da pes etti, açtılar, işi kolaylaştırdılar vs.. Şimdi, Periscope ile biz yayın yapmaya başladık. Tamam, Periscope’a ulaşıyorsunuz, YouTube’da hesap açıyorsunuz. Çok yüksek bir mâliyet olmasa da, işte bir dizayn için belki para vererek internet sayfası da yapıyorsunuz, bir yerden hosting alıyorsunuz. Bunlar çok büyük paralar değil. Ama gazetecilik bir kurum işi ve bir meslek. Yani bunlar insanların şeyleriyle olabilir, ne derler; hani bir yerde para kazanıyorsunuzdur, işiniz gücünüz vardır — ki ben ilk başta başladığımda Periscope’a, Habertürk’te parasını alan ama kendisine haber yaptırılmayan, yazı yazdırılmayan bir gazeteciydim. O zamanlar sorun değildi. Ama sonra Habertürk’ten ayrıldık, başka insanlar istihdam etmek zorunda kaldık ve burada işin içerisine para giriyor, yani finansman ihtiyâcı var. Dolayısıyla bu olayın en zor kısmı bu finansman. Siz ilk başta yeni medyanın verdiği imkânlarla başlıyorsunuz; bu size bir kredi veriyor sonuçta. Diyorsunuz ki: “Ben Periscope’ta yayın yapıyorum, şu kadar insan izliyor. Ben buradan yürürüm” diyorsunuz, yürüyorsunuz, çok güzel. Ama belli bir yerden sonra, bunu kurumsallaştırmak istediğiniz zaman paraya ihtiyâcınız oluyor ve kimse buraya yatırım yapmıyor. Yatırım yapmamasının nedeni, öncelikle Türkiye’de korkuyorlar; çünkü bağımsız gazetecilik Türkiye’de son dönemde yok, yani çok az. İnsanlar cesâret edemiyorlar. İktidar izin vermiyor, iktidar medyayı tam anlamıyla kendine bağlamaya çalışıyor. “Böyle bir ortamda yine de bağımsız olarak gazetecilik yapılabilir mi?” diye soruyorsunuz, ediyorsunuz ve birtakım arayışlara giriyorsunuz. Burada en ideal yol, yeni dönemde en ideal yol şu: Sizi önemseyen, sizin yaptığınız haberleri, yayınları, röportajları ve yorumları önemseyen insanların –ki sayıları çok da az değil– size destek olmaları. Bu desteği nasıl yaparlar? Tabiî ki maddî destek; ama Türkiye’de bu da çok zor. Neden çok zor? Çünkü insanlar çok fazla imkânlarının olmadığını söylüyorlar; bir de insanlar size yardım ettikleri takdirde, destekledikleri takdirde başlarına bir şey gelebileceğinden endişeleniyorlar — bunun özellikle altını çizmek lâzım. Meselâ biliyorsunuz, bize YouTube “Katıl” dan ya da Patreon’dan destek verebiliyor izleyicilerimiz, okuyucularımız, tâkipçilerimiz ve verenler de var, çok sağ olsunlar. Ama çok kişiden şunu duyuyoruz, duyduk: “Ben size yardım etmek istiyorum, ama bunun başka yolu yok mu?” Neden? Çünkü o aylık otomatik tâlîmâtı vermek istemiyorlar, kredi kartlarıyla böyle bir şey yapmak istemiyorlar, oradan ürküyorlar; “Acaba tâkip edilebilir miyim?” bilmem ne falan. Bunları yapıyorlar. Bu çok anlaşılır bir şey. Ama şunu özellikle vurgulamak istiyorum: Yurttaş gazeteciliği diye çok öne çıkartılan husus yerine, bizim “Yurttaş destekli gazetecilik” diye bir şeyi daha fazla öne çıkartmamız lâzım. Burada gerçekten yurttaşlara çok ihtiyaç var. Demokrasinin daha ileri olduğu ülkelerde bu işler daha kolay oluyor. Meselâ Fransa’da Mediapart diye bir şey var; Edwy Plenel’in onun başlattığı bir inisiyatif, bir platform var. Çok saygın bir gazetecidir, eleştirel bir gazetecidir. Ve yıllarca o insanların destekleriyle, abone paralarıyla varlığını sürdürebiliyor. Çok sayıda insan orada çalışabiliyor, yazı yazabiliyor, içerik üretimi yapabiliyor. Çünkü orada bağımsız mecrâya ihtiyaç duyan ve bunun da kendileri sâyesinde olabileceğini bilen çok fazla insan var. Ayrıca bunu yaparlarsa başlarına bir şey gelir mi korkusu da yok. En fazla şu vardır: “Ya, ben bunlara para veriyorum, yardım ediyorum; ama bunlar da bozulursa” diye çekinebilirler. O zaman da zâten çok kolay; iptal ediyorsunuz aboneliğinizi ya da desteğinizi. Türkiye’nin bağımsız medyada en ciddî sorunu bence bu. Biz bunu aşamadık, aşmakta zorlanıyoruz. Biz yurttaş desteğiyle bunu yapamadık ve ne yapmak zorunda kaldık? Fon bulduk, uluslararası fonlar bulduk, bulmaya da devam ediyoruz. Ama bunu da bize karşı bir silâh olarak kullandılar ve kullanmaya devam ediyorlar. Ne zaman siz bağımsız ve etkili bir şekilde gazetecilik yaparsanız, yaptığınız bir haber, röportaj veya yorum sonrasında hemen karşınıza bunu çıkarıyorlar ve diyorlar ki: “Siz bağımsız falan değilsiniz”. Halbuki bütün her şey ortada, her şey açık ve şeffaf. Her şey denetleniyor. Biz de söylüyoruz ve kesinlikle hiçbir şekilde fon veren kuruluşların Medyascope’ta –ya da başka yerler, alanlar varsa onlarda da aynıdır eminim– böyle bir şeyleri yok. Hani, “Şunu şöyle yazın, bunu yazmayın. Sığınmacıları çok öne çıkartın, LGBTİ haberleri yapın” gibi. Bazıları sanıyor ki biz LGBTİ haberi yaptığımız zaman fon aldığımız için yapıyoruz. Yok, böyle bir şey yok kardeşim. Biz zâten LGBTİ haklarını savunan insanlarız. Ben şahsen öyleyim. Yani bunun fonla monla alâkası yok — ya da Kürt meselesinin ya da başka meselelerin.

Tuncay Söylemez diyor ki: “Sosyal medya her habere ânında ulaşma imkânı sunuyor. Fakat doğru olup olmadığına sizin gibi güvenilir kanalların yorumlarıyla ulaşabiliyoruz. Ama haberi o şekilde alanlar yalanı yutuyor”. Evet, işte, zâten en önemli meselelerden biri bu. Önünüze bir haber düşüyor, hızlı bir şekilde haber düşüyor. Bakıyorsunuz, meselâ çok sayıda şey oldu, biliyorsunuz, insanları öldürdüler. Geçen gördüm: İlyas Salman’ı birisi öldürmüş; öldürmüş, ama bir de hakaret ediyor İlyas Salman’a. İlyas Salman da –ki çok severim ben kendisini, bir oyuncu olarak, bir şahıs olarak da severim, nevi şahsına münhasır birisidir– “Hanımefendi, ben sapasağlam ayaktayım” diye cevap vermiş. Şimdi siz sâdece o hanımefendinin paylaşımına bakarsanız, “İlyas Salman ölmüş” diyorsunuz. Eşinize dostunuza yazıyorsunuz, WhatsApp gruplarına yazıyorsunuz, bir bakıyorsunuz ölüyor. Ondan sonra çıkıp gelse dese ki: “Ya, ben ölmedim, yaşıyorum” dese inanmayacak insanlar var. Böyle durumlar var. Bunların bir kısmı çok açık söylemek gerekirse tıklama için, işte, “etkileşim kasma” deniyor değil mi? Etkileşim kasma. Meselâ Diyarbakır’da dün küçük kızımız Narin Güran örneğini verdik, maalesef kaybolan ve bugün biraz önce amcası tutuklandı biliyorsunuz. Amcası kasten öldürme suçundan tutuklandı, ama hâlâ bildiğim kadarıyla ortada Narin’le ilgili bir şey yok. Şimdi ne oldu? Narin kayboldu maalesef ve tüm Türkiye bunu konuşuyor. Orada yerel gazeteciler var, olayı tâkip etmeye çalışıyorlar, yetkililer açıklamalar yapıyorlar, şu oluyor, bu oluyor. Ama bir bakıyorsunuz, birileri buradan kalkıp, yani sosyal medyadan kalkıp ahkâm kesiyorlar ve bu ahkâmları kimi zaman bilgiymiş gibi anlatıyorlar. Niçin bunu yapıyorlar? İnsan niye bunu yapar? Çünkü bu olay insanların ilgisini çeken bir olay ve oradan kendilerine yol bulmaya çalışıyorlar. Böyle hassas bir konuda –ki hepimiz, eminim sizler de çok yakından ilgilendiniz ve gelişmeleri takip etmek istediniz–; ama belli bir yerden sonra açık söyleyeyim, gelen yayın yasağı oldu ya bir ara, yani “Aslında fena da olmadı” diyen iyi niyetli insanlar çıktı. Çünkü ortalık tam bir bilgi ve sözüm ona görüş kirliliğine boğulmuştu. Sosyal medyanın, yeni teknolojilerin böyle şeylere imkân verdiğini çok ciddî bir şekilde görüyoruz ve en acısı, sosyal medya, bu yeni teknolojiler genellikle kötü niyetli insanların elinde bir silâha dönüşüyor. Özellikle nerede oluyor bu? Linç kültüründe oluyor. Bakıyorsunuz, bir gün birisini, ertesi gün başka bir grubu, şahsı vs. insanlar hızlı bir şekilde linç edebiliyorlar. Bu linçler sosyal medya lincinin ötesinde gerçek hayâta da yansıyabilir. Meselâ en son, sığınmacılara yönelik olarak Kayseri’de yaşanan olayın bir sosyal medya boyutu var. Dünyada bunun çok örneği var. Meselâ bildiğim, Hindistan’da birkaç yıl önce yaşanmış bir olay var. Tâtil yapan iki genç adam bir yerden bir yere giderken arabaları çevriliyor ve bir grup tarafından dövülerek öldürülüyorlar. Hikâye şu: Onların geçtiği bir yerde bir kız çocuğu kaybolmuş ve birisi de bu arabayı târif etmiş. Ondan sonra WhatsApp üzerinden insanlar örgütleniyorlar ve o kişileri bulup öldürüyorlar. Ama sonra olayın hiç de böyle bir olay olmadığı ortaya çıkıyor. Ancak ölen öldüğüyle kalıyor. Böyle şeylere çok imkân veren, sağduyunun çok kolay kaybolduğu bir alan burası. Ve burası genellikle, tekrar söylüyorum, kötü niyetli insanların çok daha pervâsızca hareket edebildiği bir yer. Bir de kötü niyetli insanların örgütlü olduğunu düşünün. Nasıl örgütlü? Meselâ diyelim ki bir fabrikada işçiler haklarını almak için örgütleniyorlar. Bayağı bir şey yapıyorlar, direniyorlar, engeller çıkıyor vs.. Ama bir bakıyorsunuz, birdenbire sosyal medyada işçilerin ne kadar haksız, patronun da ne kadar iyi niyetli olduğu yolunda farklı farklı kişilerden şeyler çıkıyor. Kim yapıyor bunu? Tabiî ki patron yapıyor. Ama bunu işçiler anlıyor, çok yakındaki insanlar anlıyor. Ama birçok kişi, onlar önüne düştüğü zaman diyor ki: “Ya, bunlar da durduk yere bu iyi insanı kötülüyorlar”. İliç’te böyle şeyler oldu biliyorsunuz. İliç’teki fâcianın ardından çok çarpıtma hikâyeler çıktı. Bunların işverenler tarafından tezgâhlandığı ortaya çıktı. Bunu daha öteye götürelim: Devletler, demin bahsettiğim seçimlere müdâhale vs. ya da partiler ya da birtakım şahıslar, özellikle radikal gruplar. Meselâ Türkiye’de Fethullahçılar bu işin bir zamanlar pîriydi. Şimdi biraz çaptan düştüler, ama hâlâ dönem dönem etkili bir şekilde bunu yapabiliyorlar. Ama onun dışında değişik troller var ve bu troller gönüllü olmaktan ziyâde parayla tutulmuş kişiler. Yani bu bir sektör. Şimdi böyle bir sektöre karşı, önleri alabildiğine açılmış insanlara karşı, ceplerine para konulan… Meselâ Rusya’da “Troll Fabrikaları” diye bir kavram var. Allah bilir bir mekânda yüzden fazla, belki yüzlerce kişi, değişik mecrâlarda, değişik kimliklerle gündem belirliyorlar. Şimdi böyle bir şeyle sıradan bir vatandaş nasıl mücâdele etsin ya da kendi ayakları üzerinde durmakta zorlanan birtakım medya kuruluşları nasıl mücâdele etsin? Aslında durum hiç de parlak değil.

Muharrem Bey demiş ki: “Habere erişim yasağı getirilmesi kimin işine yarıyor? Her önüne gelen erişim yasağı istiyor. Maalesef yargı da bunun üzerinde düşünmeden, sormadan karar veriyor. Yayın yasağı bu kadar kolay olmamalı”. Bu çok acı bir olay gerçekten. Şöyle yapıyorlar: Meselâ bizde çıkan çok alâkasız bir haber hakkında –genellikle şirketler falan yapıyor bunu, bâzen şahıslar da yapıyor– birdenbire size bir teblîgat geliyor, diyorlar ki: “Buna erişim yasağı gelmiştir”. Hiçbir şeyden haberiniz yok. Niçin böyle olmuş falan, hiç size sormuyorlar. Yani, normalde yargı sistemi nedir? Birisi bir şeyle suçlar, der ki: “Bu haber benim kişilik haklarımı ihlâl ediyor”. Siz de gidersiniz, avukatınızla berâber dersiniz ki: “Hayır efendim, böyle bir durum yok. Bu, basın ifâde özgürlüğünün kapsamındadır. Şudur budur” diye anlatırsınız. Sonuçta mahkeme bir karar verir ve o karâra göre sizin yapmanız gereken bir şey varsa yaparsınız. Ama Türkiye’de artık böyle değil. Birisi gidiyor, bir yere başvuruyor, ânında kendi lehine karârı alıyor ve sisteme bunu sokuyor. Ondan sonra erişim yasağı geliyor. Bâzı durumlarda –yeni uygulama– kaldırma yasağı da geliyor. Erişim yasağı şöyle bir şey: Türkiye’deki insanlar, Türkiye’deki internet sağlayıcıları üzerinden ulaşamıyorlar. Ama yurtdışındaysanız ya da VPN kullanıyorsanız, o haberleri, içerikleri görebiliyorsunuz. Erişim yasağı bu. Ama bir de “tam kaldırma” geldiği zaman, o içeriği kaldırmanızı dayatıyorlar. Yani hiçbir şekilde ulaşılamaması sağlanıyor. Ve burada, dediğim gibi, size hiçbir hak tanınmıyor. Yani size hiçbir şey söylenmiyor. Sürekli önümüze böyle şeyler geliyor, tâlîmâtlar geliyor, teblîgatlar geliyor. Bâzen bakıyoruz, “Ya, bu ne alâka?” diyoruz. “Bu neyin haberi?” Hangi haber, unutmuşuz çoğunu. Yani böyle bir şey yok. Yani ne yapmışız onu da bilmiyoruz falan. Meselâ şöyle şeyler var: Bir haberin içerisinde dört kişinin adı var, bir kişi habere îtiraz ediyor ve şunu da bilmiyorsunuz: Yani sâdece onun adını çıkartmak olur mu, olmaz mı falan.

Bir izleyicimiz demiş ki: “Anahtar kelime kurumsallaşma, yolunuz açık olacaktır”. Evet, kurumsallaşma çok önemli, ama çok zor. Yani her şeyden önce kurumsallaşma için finansman gerekiyor. Siz şöyle bir şey düşünün; şu anda iktidârın havuzundaki gazete ve televizyon kanallarını, internet sitelerini gözünüzün önüne getirin: Demirören grubu, Demirören Haber Ajansı, Kanal D, CNN Türk, Hürriyet. Başka ne vardı? Vardı birkaç tâne daha… Öteki tarafta: A Haber, Sabah gazetesi, A Spor, ATV vs.. Bir diğer yanda Yeni Şafak, Kanal 7, şu bu. Böyle bir ortamdasınız ve gazeteler, Akşam, şu bu ve bir bakıyorsunuz meselâ gazeteler aynı gün aynı manşetle çıkıyor. Genellikle de Erdoğan’ın sözleriyle çıkıyorlar falan. Zâten kamu kuruluşu olan TRT’nin de tam anlamıyla iktidar yanlısı bir yayın yaptığını biliyoruz. Onun karşılığında tek tük kanal; Halk TV, Sözcü TV ve kısmen NOW, Tele1 gibi birtakım muhâlif bilinen yerler var. KRT vardı; ama KRT artık galiba muhâlif gömleğini çıkarttı, çok izlemediğim için bilmiyorum ama öyle duyuyorum. Şimdi böyle bir ortamdasınız ve bütün bunların hepsinde de, aslında bir tarafta patron devlet, bir tarafta da patronların neredeyse hiçbiri –istisnâsı bir tek galiba Tele1–, onun dışında hiçbiri gazeteci olmayan yerler var. Ve böyle bir ortamda siz gazetecilik yapmaya çalışıyorsunuz. Ve söyledim, bir kere daha söyleyeyim; meselâ biz Medyascope olarak bu hâlimizle ATV, Sabah vs.’nin dâhil olduğu Turkuvaz Grubu’ndan daha fazla vergi veriyoruz. Daha doğrusu onlar hiç vergi vermediği için biz onlardan daha fazla vergi vermiş oluyoruz. Yani böyle acâyip, eşitsiz bir yapılanma var. Esas bizim gibi kurumların en büyük sorunu, öncelikli sorunu: Varlığını sürdürmek. Onu öncelikle vurgulamak lâzım. Ayakta kalmak. Ayakta kalmaya uğraşmaktan, bunu öncelemekten kurumsallaşmaya istediğimiz kadar enerji, imkân vs. ayıramıyoruz. Maalesef böyle bir durum var. Yani bir yerde bizi bağlamışlar, öte yanda herkesin eli açık. Ve bu arada tabiî devletin imkânlarıyla, kamu bankalarıyla finanse edilen yerler ve orada çalışan gazeteciler de bize, canları sıkıldığında, en çok da bizi kıskandıklarında –“bizi” derken sâdece Medyascope’u kastetmiyorum– lâf atıyorlar; yok, “fondaş”, yok bilmem ne, vs.. Böyle şeylerle uğraşıyoruz. Böyle bir durumda bizlere, bağımsız gazetecilik yapmak isteyen insanlara sizlerin destek olması gerekiyor. Yani şöyle bir şey yok: “Ya, işte ne güzel YouTube var, YouTube’a koyuyorsunuz, 5 kuruş da para vermiyorsunuz.” Fakat meselâ bu stüdyoya para veriyoruz, bu bulunduğumuz yerin kirâsını veriyoruz. Çalışan arkadaşlarımızın maaşları, hakları vs.. Yani insanlar çok da fazla umursamıyorlar. Yani şöyle bir yaklaşım çok baskın — ki bu can sıkıcı: “Mâdem bu işe girdiniz, devam edin kardeşim” diyorlar. Kendilerine bir sorumluluk atfetmiyorlar. Böyle bir durumla karşı karşıyayız. Evet, insanların çok fazla konuşmak istemediği bir konu olduğunu biliyorum; ama benim çok konuşmak istediğim bir konu. Onun için kafanızı fazla şişirdim. Çok da fazla uzatmayayım. Bu işler hiç de öyle görüldüğü kadar kolay, basit vs. değil ve iyi hiç değil. Yani bu teknolojiler geliştikçe, şu oldukça, bu oldukça, iyi niyetli insanlar tabiî ki bundan istifâde ediyorlar; ama kötü niyetli insanlar, kurumlar, devletler –ki onların imkânları iyi niyetli insanlardan, kurumlardan çok daha fazla– onlar tarafından alabildiğine sûiistimal ediliyorlar. Dolayısıyla yeni teknolojilere baktığımda, bu 10 yıllık deneyimim bana gösteriyor ki kötüler kazanıyor maalesef. Yani başka bir lâfla bitirmek isterdim, ama sonuçta kötülük, yapanın yanına kâr kalıyor; iyi olmaya çalışanlar da bunun cezâsını her gün ve her gün ödemek zorunda kalıyorlar. Evet, söyleyeceklerimiz bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.