Medyascope müzik yazarı Yiğit Sarıgül, Türkiye’nin müzik tarihine damga vuran albümleri inceliyor. Yeni serimizin ilk albümü Nur Yoldaş’a ait: Sultan-ı Yegâh.
1980’li yılların başında Türkiye, hem toplumsal hem kültürel olarak önemli bir kırılma dönemine girmişti. Siyasi kutuplaşmanın, darbenin ve ekonomik dönüşümlerin hemen ardından, müzik dünyasında da yeni bir yön arayışı başlamıştı. 1970’li yıllarda etkisini artıran Anadolu Pop anlayışı; halk ezgilerini batı müziği formlarıyla birleştirerek güçlü bir çıkış yakalamıştı. Ancak bu hareket zamanla kendi iç sınırlarına ulaşmış, müzikal türler arasında daha rafine, daha derinlikli sentezler aramaya başlamıştı.
Sultan-ı Yegâh neden önemli bir albüm?
Tam da bu arayış döneminde yayımlanan Sultan-ı Yegâh albümü, yalnızca dönemsel bir üretim değil, müzikal janrlar arasında geçiş kuran estetik bir müdahale olarak ortaya çıktı. Albüm, dönemin pop müzik anlayışından farklı olarak geleneksel şiirleri ve klasik tınıları çağdaş bir biçimde işleyerek yeni bir yön öneriyordu. Sadece sesin değil, sözün, düzenlemenin ve icranın bir bütün olarak düşündüğü bu yapıt; Türk pop müziği tarihinde özel bir yere sahip olacaktı.
Nur Yoldaş’ın 1981 yılında yayımlanan bu albümü, Türk pop müziği tarihinde alışılmışın dışında bir noktaya yerleşti. Bu albüm, sadece bir sanatçının değil, aynı zamanda bir düşünce biçiminin ve müzik tasavvurunun ürünüdür. Onu farklı kılan yalnızca kullanılan şiirler ya da armonik yapılar değildir; söz, müzik ve düzenlemenin aynı estetik arayışta buluşmasıdır. Albümde yer alan parçaların tamamı divan edebiyatının önemli isimlerinden alınan şiirlerden oluşur. Fuzûlî, Nef’î, Nailî gibi şairlerin dizeleri, popüler müzik sahnesinde bugüne dek belki hiç olmadığı kadar özgün bir şekilde bestelenmiş ve seslendirilmiştir. Bu tercih, hem entelektüel bir yöneliğin hem de müzikal cesaretin göstergesidir.
Türler arası geçiş albümü
Albümün yaratıcı ismi Ergüder Yoldaş’tır. Besteci, prodüktör ve düzenlemeci kimliklerini bir arada taşıyan Yoldaş, bu projede geleneksel Türk müziği makamlarını Batı armonisiyle harmanlarken, senfonik yapıların içine elektronik tınıları da yerleştirmiştir. Onun bu kompozisyon anlayışı, ne klasik Türk müziğine hapsolur ne de dönemin popüler kalıplarına teslim olur. Tam tersine, her iki dünyadan da beslenen ama ikisine de ait olmayan bir ses evreni kurar. Bu yönüyle eser, bir türler arası geçiş albümüdür. Ne tam anlamıyla sanat müziğidir, ne de tipik bir pop albümüdür. Kendi başına bir istisna, hatta belki bir parantez olarak durur.
Nur Yoldaş’ın yorumu ise bu müzikal yapının merkezinde yer alır. Ne dramatik bir yükseliş ne de abartılı bir performans çabası vardır. Sesindeki sadelik, sözü öne çıkarır; yorumundaki denge, tüm bu katmanlı yapının içine sızmasını sağlar. Bu da gösteriyor ki albüm sadece bestecilik ya da düzenleme başarısıyla değil, vokalin taşıdığı ağırlıkla da kalıcı olabilmiştir.
Kayıt sürecinde ise dönemin en yetkin müzisyenleri bir araya gelmiştir. Klavyede Garo Mafyan, gitarda Selçuk Başar, flütte Süheyl Denizci, klarnette Turgay Özüfler, yaylı tamburda Sadun Aksüt, kemençede Cüneyt Orhon, vurmalılarda Cengiz Teoman gibi isimler albüme katkı sunmuş, yaylı partiler İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası üyeleri tarafından seslendirilmiştir. Bu kadro, albümün yalnızca bir stüdyo kaydı değil, neredeyse orkestra mantığıyla inşa edilmiş bir müzik projesi olarak görülmesini sağlamıştır.
Söz ile müzik arasındaki denge
Her parçanın içinde bir düşünce yapısı vardır. Sadece makam geçkileriyle değil, dize yapılarındaki tekrarlarla, şiirin ritmik içeriğine göre tasarlanmış pasajlarla bütünleşen bir anlatı kurulur. Bu yönüyle albüm, müzikal kompozisyon kadar edebi kompozisyon da barındırır. Söz ile müzik arasında bir anlam dengesi kurulur; hiçbir unsur diğerini bastırmaz. Parçalar sadece dinlenmez, bir atmosfere davet eder.
Yayımlandığı dönemde büyük kitlelerce tüketilmese de, Sultan-ı Yegâh zamanla müzik araştırmacıları, koleksiyonerler ve müzisyenler arasında saygın bir yer edindi. Bugün hâlâ hem nostaljik hem avangart bir eser olarak görülmektedir. Albüm, popüler müziğin sadece gündelik zevkleri değil, düşünsel alanları da kapsayabileceğini hatırlatan bir yapıdadır. Her ne kadar müzik piyasasının kalıplarına sığmamış olsa da, estetik hafızada kendine yer açmayı başarmıştır.
Ve belki de bu yüzden, bir dolmuşta çalan radyoda denk geldiğimizde, bizi doğrudan 1981’e değil, zamansız bir iç yolculuğa çıkarır.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.