Kenan Çamurcu yazdı | İslamofobi edebiyatı – 2: Kamusal görünürlüğün tek yolu “Avrupa İslamı”

16 Ekim 2020’de Paris’te öğretmen Samuel Paty, Charlie Hebdo dergisinde yayınlanan Hz. Muhammed karikatürlerini sınıfta aralarında Müslümanların da olduğu öğrencilerine hoşgörü eğitimi olarak gösterdi. Paty bu girişiminden sonra başı kesilerek feci biçimde katledildi. Olayın faili 18 yaşındaki Çeçen Abdullah Anzavur polis operasyonunda vurularak öldürüldü.

Hz. Muhammed karikatürü çizen veya yayınlayan herkesi aklına estiği gibi infaz etmesinin hakkı olduğuna inanan Müslümanlık Batı’da tepkiyle karşılanıyor. Avrupalı liderler İslamofobi suçlamasına muhatap olacakları beyanatlar vermekten eskisi kadar çekinmiyor artık. Çünkü hukuki süreçlere inanmayan ve bunu gerekli görmeyen, dinine hakaret edildiği gerekçesiyle insanları öldürmeye hakkı olduğunu düşünen İslamcı fanatiklerle birlikte yaşamak istemiyorlar.

Aslında İslami açıdan da geçerli bu itiraz: Bu fanatikler ve radikaller, dine hakaret bahanesiyle insanların canını alabilme hakkını ve yetkisini nereden çıkarıyor? Peygamberin kendisine yönelik hakaretlere böyle karşılık verdiğini iddia eden rivayetlerin uydurma olduğu bariz ortadayken. Çünkü İslam’ın erken döneminde bu infazları yaptığını iddia eden kişilerin Peygamber’in vefatından yıllar sonra anlattıkları öyküler ve kendi beyanları var elde sadece. Eğer bu cinayetleri gerçekten işledilerse bu işlere Peygamber’in talimat verdiğini ya da sessiz kalarak onayladığını iddia etmekle suçlarını aklama çabasındalar demektir.

İslamofobi edebiyatının birinci yazısında vaat ettiğim gibi Müslümanlığın ilk dönemine ait suikast öykülerini ayrı bir yazıda ele alacağım ve bu işin Peygamberle hiç alakası olmadığını net biçimde göstereceğim.

Samuel Paty’nin katledilmesine tepki gösteren Fransa Cumhurbaşkanı Macron, Hz. Muhammed’e yönelik karikatürleri yayınlamaktan vazgeçmeyeceklerini söyledi. Olayı protesto etmek amacıyla aynı karikatürler Montpellier ve Toulouse şehirlerinde devlet kurumlarına ait binalara projeksiyonla dev posterler biçiminde yansıtıldı. Yani cezalandırmaktan ziyade göz korkutmayı ve toplumu yıldırmayı amaçlayan terör eylemi tepkinin büyümesine sebep oldu.

Fransa İslam Konseyi Başkanı Mohammed Moussaoui, Hz. Muhammed karikatürlerinin yayınlanması, okullarda gösterilmesi ve duvarlara yansıtılmasının doğru olmadığını ve “ifade özgürlüğü” sayılamayacağını iddia etti. Moussaoui, Paty cinayetini kınadı gerçi, ama dini değerler konu olduğunda ifade özgürlüğünün sınırlandırılabileceğini de savundu. Fakat o değerlerin ne olduğu, dini değerleri kimin belirleyeceği, eleştirinin de hakaret sayılmasının felsefi ve hukuki kıymeti, ifade özgürlüğünü sınırlandırmanın kriterlerini kimin vazedeceği gibi soruların cevabını vermedi.

Gerginlik sürerken 29 Ekim’de bu kez Nice’deki Notre-Dame Kilisesi’ne saldırı düzenlendi ve 3 kişi bıçakla öldürüldü. Polis, yaralananların da olduğu saldırıda, tekbir getirip öldürdüğü kişilerden birinin başını kesmeye çalışan 21 yaşındaki Tunuslu İbrahim el-Uveysavi’yi vurdu. Tunus, “Saldırı, Güney Tunus el-Mehdi Örgütü adlı yapı tarafından organize edildi” açıklaması yaptı.

2 Kasım akşamı ise Avusturya’nın başkenti Viyana’da bir sinagog yakınlarındaki 6 farklı noktada gerçekleştirilen silahlı saldırılarda 4 sivil hayatını kaybetti, 22 kişi de yaralandı. Eylemi en az 3 kişinin gerçekleştirdiği açıklandı ve saldırganlardan biri polis tarafından öldürüldü.

IŞİD o hafta Avrupa dışında Mozambik’te bir kiliseye ve Afganistan Kabil’de üniversiteye saldırılar gerçekleştirdi.

Avusturya İçişleri Bakanı Karl Nehammer, Viyana saldırısını “İslamcı teröristin saldırısına uğradık” şeklinde değerlendirdi. Nehammer’e göre saldırı Avusturya’nın demokratik toplumunu zayıflatma veya bölme girişimiydi.

Avusturya ve Makedonya çifte vatandaşı olan saldırgan Kujtim Fejzulai, 2019 yılı Nisan ayında IŞİD’e katılmak üzere Suriye’ye gitmeye çalıştığı gerekçesiyle 22 ay hapis cezasına çarptırılmış, ancak kısa süre sonra salıverilmiş. İçişleri Bakanı Karl Nehammer, zanlının yaşı küçük olduğu gerekçesiyle sadece 7 ay cezaevinde kaldığını ve 2019’un Aralık ayında serbest bırakıldığını açıkladı.

Avusturya Entegrasyon Bakanı Susanne Raab, saldırgan Fejzulai’nin “radikalleşmesinde etkili olduğu” bir caminin ve bir İslami derneğin kapatılacağını açıkladı. Bu camideki bir vaizin, Suriye’de Almanca konuşan bir tugaya komuta ettiği, daha sonra da bir insansız hava aracı saldırısında öldüğü belirtildi.

Avrupalıların, Suriye rejimini devirmeleri için cihatçılara göz yumduğu doğru. Bu teröristlerin çoğunluğunun Avrupa şehirlerinden Suriye’ye gittikleri de. Esad’ın devrilmesi ve Suriye’nin İran’ın nüfuz alanından çıkması uğruna katlanılan maliyetti cihatçılar. Ama o maliyeti kontrol altında tutmanın imkansız olduğunu tahmin edemediler. Cihatçılar terörü Avrupa kentlerine taşırdıklarında onlara verilen destekteki hata payının öngörülenden çok daha büyük olduğu anlaşıldı. Cihatçılar Avrupa kentlerini destabilize etmekle kalmadı, kendi halindeki Müslümanları da radikalleştirdi.

IŞİD’in Avrupa’daki saldırıları örgütün Irak ve Suriye’de yenilgiye uğradığından emin olunduğu sırada geldi. Uzmanlar örgütün Nisan 2019’da Sri Lanka’da gerçekleştirdiği ve 359 kişinin ölümüyle sonuçlanan saldırının benzeri intihar saldırıları düzenleyeceğini uyardı o günlerde. IŞİD’in elindeki son bölge de kurtarıldığında Suriye Demokratik Güçleri “Sözde halifelik yok edildi” açıklaması yaptıysa da terör araştırmacıları Michael Knights ve Alex Almeida örgütün sadece Suriye’de 2019’da 1669 ve 2020’nin ilk çeyreğinde 566 saldırı düzenlediğini tespit etti.

Nihilist terörden büyük acılar yaşamış İslam dünyası bu nedenle Avusturya saldırısında yaşanan trajediye sert tepki verdi. Avusturya saldırısı, Şubat 2020’de Almanya’nın Hanau şehrinde ırkçı terörün saldırısı sonucu 9 göçmenin hayatını kaybetmesinin acısı tazeyken geldi. Hanau saldırısında hayatını kaybedenlerin Türk, Kürt, Alman, Bosnalı, Pakistanlı ve Romanyalı olması terörün belli bir din ve etnik kimlikle adlandırılamayacağının kanıtı sayıldı.

Müslümanlıkların temsilcileri, ister IŞİD, ister ırkçılık olsun terörizmin nihilist terörün ideolojisi olduğunu hep bir ağızdan söylediler. Terörizmi İslam’la birlikte anmaya istekli politik gruplar veya siyasetçilerin başka bir ajandası bulunduğu ve terörü tüm etnik ve dinî kesimlerin elele vererek yenmesiyle ilgili olmadıkları vurgulandı.

Bu yaklaşım iyiniyetli ve yapıcı görünse de teröristlerin sadece Müslümanların arasından çıktığı gerçeğini görmezden gelmesi kuşku uyandırıyor doğal olarak. O teröristleri radikalleştiren epistemik zeminin Müslümanlığın muteber kaynaklarından beslendiğini gözardı ediyor ayrıca. Hal böyle olunca önleyici tedbirler arasında Müslümanlığın teorisini ve yapısal niteliğini tartışarak işe başlama gereğine yer verilmiyor.

Terörle mücadele mi, İslam’a kamusal hayat yasağı mı?

Yukarıda bahsi geçen saldırılarla birlikte Avrupa tekrar “İslam’ın kıtadaki yeri” tartışmasına döndü. Yükselen aşırı sağ ve ırkçı gruplar Müslüman nüfusun Avrupa’dan çıkartılmasını savunuyor. Sağ siyasetin temsilcileri ise şimdilik böyle radikal fikirler ortaya atmamakla birlikte Müslüman nüfusu kamusal hayatta görünmez yapacak tedbirler üzerinde çalışıyor.

Avusturya’da 2020’de Sebastian Kurz liderliğinde kurulan Avusturya Halk Partisi (ÖVP) ve Yeşiller koalisyon hükümetinin Uyum Bakanı Susanne Raab, “ülkedeki siyasal İslam”a karşı sıfır tolerans içinde olacaklarını söyledi. Raab, kız çocuklarında başörtüsü takma yasağının da 14 yaş sınırına yükseltileceğini açıkladı.

Raab’ın referansı, Türk kökenli Alman sosyolog ve siyaset danışmanı Kenan Güngör tarafından 2019 Aralık ayında yayınlanan araştırmanın sonuçları. Söz konusu araştırmaya göre Viyana’da yaşayan Afgan gençlerden yüzde 55’i İslam’ı Avusturya yasalarının üstünde görüyor. Yüzde 45’i de devletin zirvesinde İslami bir önder görmek istiyor. Bakan Raab, siyasal İslam’ın şeriatı getirmek ve demokratik sistemin altını oymak istediğini öne sürdü.

Koalisyon hükümetinin başbakanı Kurz’un siyasal İslam’ın yasaklanacağına ilişkin açıklamasına Avrupa Parlamentosu’ndaki muhafazakarlardan da destek geldi. Avrupa Parlamentosu’nda temsil edilen Avrupa Halk Partisi Grubu Başkanı ve Almanya Hristiyan Sosyal Birlik (CSU) üyesi Manfred Weber, “Radikal İslamcıların siyasi kolu Avrupa’daki liberal düzenlerimiz için bir tehdit oluşturuyor” dedi.

Bu yeni bir yaklaşım değil. Finlandiya Cumhurbaşkanı Martti Ahtisaari başkanlığındaki AB Bağımsız Türkiye Komisyonu 2004 tarihli Türkiye raporunda şöyle yazmıştı: “Ordunun etkisinin azalmasıyla hiçbir engelle karșılașmayacak olan siyasi İslam’ın demokratik sistemin tüm haklarından yararlanarak Türkiye’de ve dolayısıyla önemli bir AB üyesi devlette iktidara gelebileceğinden de korku duyulmaktadır.”

AB’yi temsil eden heyetin, ordunun demokratik usulleri askıya alma yeteneğinden mahrum kalmasına hayıflanıp “siyasal İslam”ın iktidarının engellenmesini özendirmesi aşırı bir laf kuşkusuz, fakat Avrupa’nın daha büyük bir tehdit ve tehlike karşısındaki çaresizlik koşulunda hoş görüleceği beklentisiyle birlikte değerlendirilmeli.

AB Komisyonu’nun özgürlük, güvenlik ve adaletten sorumlu üyesi Franco Frattini de 2007’de Türkiye’nin AB’ye tam üye olmasını desteklerken bunu “radikal İslam’la savaşta yararlı olacağı” umuduyla savunduğunu açıkça söylemişti: “Bir gün Avrupa İslamı düşüncesinin gerçekleşmesini hayal ediyorum. Dini özgürlüklere saygı duyulan bir yerde, gençlerin nefret ve şiddetle eğitilmeyeceği bir İslam’dan bahsediyorum. Birlikte çalışacağımız ortaklarımız, imamlar, dini liderler ve radikal olmayan topluluklar, terörizmin, radikalleşmenin kurbanı olan Avrupa’da yaşayan Müslümanların büyük bir çoğunluğu olacak. Avrupa’nın stratejisi bu.”

Ülkelerdeki demokratik standardı puanlayan AB, demokratik sistemden vazgeçecek kadar korkutan “siyasal İslam”dan neyi kastediyor?

Avrupa’nın yakın tehdidi siyasal İslam

Dönemin Avusturya Başbakanı Sebastian Kurz, Viyana saldırısından sonra bir dizi sert açıklama yaptı. Bunlar arasında terörle mücadele kapsamında alınacağı duyurulan tedbirler, Avusturya hükümetinin “siyasal İslam”ı Müslüman radikallerin ve teröristlerin ideolojisi olarak gördüğünü ima ediyordu. Açıklanan tedbirler şöyleydi: Ortadoğu’daki cihatçı gruplara katılan, daha sonra Avusturya’ya dönerek cezaevine konulan kişilerin cezaevi sonrasında serbest dolaşmaları sınırlandırılacak ve elektronik kelepçeyle takip edilecekler, “yabancı terörist savaşçılar” olarak sınıflandırılan ya da terör suçlamasıyla ceza almış çifte vatandaşlar Avusturya vatandaşlığından çıkarılacak, bu kişilerin devletten aldığı yardımlar kesilecek ve ehliyetleri iptal edilecek.

Viyana, “siyasal İslam’la mücadele” başlığı altında Dokümantasyon Merkezi kurdu. 1963’te nazizmle mücadele ve neonazi oluşumlara yönelik araştırmalar yürütmek üzere kurulan merkezin benzeri olan kuruluş için 500 bin Euro bütçe ayrıldı. Merkez, Müslümanların faaliyetlerini fişleyecekti. Merkezin kurulması, nazi ideolojisiyle İslam dininin aynı kefeye konulduğu yorumlarına neden oldu.

Soziales Österreich der Zukunft (Geleceğin Sosyal Avusturyası / SÖZ) Partisi Genel Başkanı Hakan Gördü, iktidarın ucu çok açık “siyasal İslam” ifadesiyle istediği kişi ya da kurumu rahatlıkla damgalayabileceğini iddia etti. Gördü, “Siyasetle ilgilenen, Müslümanların haklarını savunan bir kişi onların gözünde siyasal İslam’ın tezahürü olarak değerlendirilebiliyor.” dedi. Georgetown Üniversitesinden Siyaset Bilimci Dr. Farid Hafez de “siyasal İslam” söyleminin içinin bilinçli şekilde doldurulmadığına, böylelikle bu ifadenin Müslümanlara yönelik çok daha kullanışlı kılındığına işaret etti. Hafez’e göre burada temel hedef, Müslümanlar tarafından ortaya konan her türlü sivil muhalefetin “siyasal İslam”ı temsil ettiği gerekçesiyle suç oluşumu olarak gösterilmesi.

Avrupa Birliği İçişleri Komiseri Ylva Johansson’un Avusturya hükümetinden gelen açıklamalara verdiği tepki, Avusturyalı yetkililerin “siyasal İslam” şeklinde kodladıkları tehdit değerlendirmesiyle gerçekte neyi kastettiğine ipucu olabilir: “İslam bir tehdit değil. Teröristler tehdittir. İslamcı görünen aşırılar ve aşırı sağcılarla mücadele edilmesi gerekir. Göç de Avrupa için bir tehdit değildir.”

Müslümanlığa kamusal alan yasağı

Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac döneminde devlet okullarında ve kamu kurumlarında “görünür dini objeler” takılması yasaklanmıştı. “Dini objeler” diye genelleme yapılsa da kastedilenin başörtüsü olduğu biliniyordu. Bir sonraki Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy döneminde çıkarılan ve “tüm vücudu kapatan çarşaf giyilmesinin kamusal alanda yasaklanması”nı içeren yasayla süreç devam etti. Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ise seçim kampanyası boyunca sözünü verdiği “Fransa İslamı”nı hayata geçirip bunun dışındaki İslam’ları yasaklamanın peşinde. Macron Müslüman kuruluşların yeniden örgütlenmesi üzerinde çalışıyorken aşırı sağdan gelen eleştiriler üzerine “Siyasal İslamcı ayrılıkçılıkla mücadele” yasası hazırladı.

Macron, bir konuşmasında Vahabizm, radikal İslam ve Selefilik atfıyla belli bir ideolojik tutumu eleştiriyorken bir anda İslam’ı doğrudan hedef aldı ve “İslam, bütün dünyada kriz yaşayan bir din” dedi. “Siyasal İslam” karşıtlığına ilişkin “Siyasal İslam’a inanmıyoruz, dünya istikrarı ve barışı ile uyumlu olduğuna inanmıyoruz” çıkışını bu cümlesinin sonrasına bırakması meseleye daha yapısal baktığını gösteriyordu. İçişleri Bakanı Gerald Darmanin, ülkedeki marketlerde “helal gıda” ürünlerine özel reyonların bulunmasından rahatsız olduğunu söyleyerek, “siyasal İslam”ın çerçevesini biraz daha genişletti.

İş bununla da kalmayacak gibi görünüyor. Terör saldırılarından tüm Müslümanların sorumlu tutulduğunu kanıtlayan örnekler ortaya çıkmaya başladı. Müslümanların Hz. Muhammed karikatürlerini kabul etmemesi de “siyasal İslam”, dolayısıyla terörizm kapsamına alınmaya başladı.

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

Fransa’nın Albertville şehrinde Hz. Muhammed karikatürleri hakkında öğretmene verdikleri cevap nedeniyle 4 çocuk terörist muamelesi gördü. Sabah erken saatlerde Fransız polisi tarafından basılan evlerden çocuklar alınıp karakolda sorguya götürüldüler. 10 yaşındaki çocukların 3’ü Türk, 1’i Mağrip kökenliydi.

Olay, Louis Pasteur İlköğretim Okulu’nda bazı çocukların bir soruya “Hazret-i Muhammed’le ilgili karikatürleri sevmedikleri ve kötü oldukları” cevabını vermesi üzerine öğretmenleri tarafından polise ihbar edilmeleri üzerine yaşandı. Çocuklar, polis baskınıyla tek başlarına karakola götürülerek 11 saat sorgulandı. Çocuklardan birinin, öğretmenin, öldürülen öğretmen Paty hakkında ne düşündüğünü sorduğu, çocuğun da “Öldüğü için üzüldüm ama o karikatürü göstermese hiçbir şey olmazdı” dediği iddia edildi. Aileler bu ifadeyi reddedip polisten ifade tutanağı istediklerini ama kendilerine hiçbir belge verilmediğini açıkladı.

Kültür Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Hasan Köni, Avrupa’nın adım adım içine sürüklendiği türbülansı şöyle açıklıyor: “Fransa’da 6 milyona yakın göçmen var. Bu ekonomik durumda onları zapt etmenin mümkün olmadığını düşünüyorlar. Kendi kültürlerine uyum sağlamazlar ise radikalize olmalarından korkuyorlar ve Fransızlaştırma politikası uyguluyorlar. Daha da sertleşecekler. Kendi içlerinde de büyük sıkıntılar var, sarı yeleklileri hatırlayın. Ekonomi kötüye gittikçe ırkçılık yükselir. Bu sayede hem Amerika hem Avrupa’nın insan hakları konusunda palavra olduğu da ortaya çıkmıştır.”

Demokrasiyi yozlaştıran popülizm

Alman Sosyolog Ralf Dahrendorf’a ait “Popülizm basit, demokrasi ise karmaşıktır” sözünün Avrupa’da yükselen popülizmi açıkladığı düşünülüyor. Avrupa’daki ekonomik kriz, küreselleşmenin eşitsiz gelir dağılımına yol açması, artan işsizlik oranları, terör olaylarındaki artış gibi nedenler popülizmin yükselişinde etkili görülüyor. Popülistler seçkinlere ve çoğulculuğa karşı. Her ikisinin de ülkeyi zaafa uğrattığına ilişkin kaygı var. Bu, Hitler’in nazizmini iktidara getiren kitlesel kaygı, korku ve histerinin aynısı. Güvenlik ve kimlik endişesinin artması Orta Avrupa’da popülist sağın iktidar olacak rağbeti görmesini sağlıyor. Avrupa kentlerinde şeriat gösterileri arttıkça merkez sağ diye bir şey kalmayacağı ve aşırı sağın otoriter rejimler kurmaya başlayacağı net görülebiliyor. Yoksa gizli bir el, bu politik sonucun çabuklaşması için şeriat gösterilerini teşvik mi ediyor? Fazla mı komplo teorisi oldu?

Artık Avrupa’da aşırı sağ rüzgarı güçlendiğinden 2024 genel seçimlerinde Avusturya Özgürlük Partisi %28.8 ile birinci parti olmayı başardı. Bu öyle güçlü bir rüzgar ki, solcu Yeşiller, iktidar olabilmek için aşırı sağcı Avusturya Özgürlük Partisi’yle hükümete girmeye mecbur kaldı. Bu, son zamanlarda sol içinde gelişen “iktidar olabilmek için sağ popülizme sol popülizmle cevap verme” kararıyla ilgili. Ama bunun çıkmaz yol olduğunu ikaz edenler, çaresizliğe cevap gibi görünen sağ popülizmi kopyalama arayışlarını kaygı verici buluyor.

Alman siyaset felsefecisi Jan-Werner Müller kaygısını şöyle aktarıyor: “Stratejik olarak solcuların bazı açılardan Trump ya da Le Pen’e benzemeye çalışması çok mantıklı değil. Eğer siyaset yaparken duygulara daha çok dokunmaktan bahsediyorlarsa, olabilir ama bu çok da önemli değil. Ama sol popülizm dendiğinde Arjantinli siyaset bilimci Ernesto Laclau gibi gerçek teorisyenlerin söylediklerine uyumlu olarak bunun çok daha ötesinde bir şey kastediliyorsa, o zaman bence bu kaygı verici bir durum.”

Fransa’da Sciences Po Enstitüsü’nde “emeritus profesör” unvanlı deneyimli siyaset bilimci Bertrand Badie, Macron ile Erdoğan’ın kullandıkları dil ve sergiledikleri tavrın anlaşılabilmesi için iki parametrenin göz önünde bulundurulması gerektiğini söylüyor ve ülke içi kamuoyu oluşturmanın ülke dışı diplomatik ilişkilerde aracı olarak kullanıldığı yorumunu yapıyor: “Macron’da da, Erdoğan gibi, kamuoyunu tanık olarak gösterip hükümetler arası bir sorunu fikir ayrılığı sorununa dönüştürme arzusu var. Ülkelerde kanaatler, siyasi söylemlerden ve hükümetin yaptığı tercihlerden daha hızlı yayılıyor.”

Fransa İslamofobiye Karşı Kolektif (CCIF) Başkanı Jawad Bachare, Emmanuel Macron’un ülke içindeki öncelikli sorunlarla mücadele etmek yerine Müslümanlarla ilgili konuları ön plana çıkarmasını eleştiriyor: “Ciddi ekonomik, toplumsal ve Covid-19 ile birlikte sağlık sorunları varken şimdi karşımıza Müslüman sorununu çıkardılar. Çünkü Müslümanları hedef almak, asıl sorunları çözmekten daha kolay.” Fakat yine Müslümanların sorun çıkarmada kapasite fazlasını yok sayan bir yaklaşım bu. Sanki Müslümanlar Avrupalılara parmak ısırtacak uygar davranışlar içinde, kurallara ve teamüllere uyumda liste başı, vasıflı ve nitelikli insan kaynağıyla dolup taşıyor, ülkenin iktisadi, sosyal, entelektüel ve siyasi mükemmelleşmesine yüksek katkı sunuyor da hükümetler durduk yere Müslümanları hedefe koyuyormuş gibi.

Avrupa İslamı

Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un “siyasal İslam’la mücadele” için “Fransız İslamı”nı gündeme getirmesiyle “Avrupa İslamı” konusu yeniden tartışılmaya başlandı.

Macron’un reform paketinde, Fransız Müslümanlarının üzerindeki yabancı finansal ve politik etkilerin kesilmesi var. Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye bu tartışmalar çerçevesinde eleştirildi.

Macron tarafından açıklanan yeni yasada, yabancı imam ve dil öğretmeni getirilmesi uygulaması kaldırılıyor. Derneklere yapılan yabancı ülke yardımları yasaklanıyor. Laiklik şartını imzalamayan derneklere devlet yardımı kesiliyor. Sosyal yaşamda, bekaret testi gibi dini talepler cezalandırılıyor, Müslüman örgütlenmeleri ve cami derneklerinin sıkı finansal denetim altına alınması öngörülüyor. “Fransa İslamı” oluşturulabilmesi için din adamları Fransa’da laik kültürle eğitilecek, İslam Teoloji Üniversitesi kurulacak, üniversite kürsülerinde İslam çalışmaları artırılacak, devlet okullarında talep olması durumunda Arapça öğretilecek. Okul kantinlerinde “helal et”, hastanelerde “kadın doktor”, havuzlarda “kadınlar seansı” gibi talepler sona erecek. Milli eğitim, 3 yaşından 16 yaşına kadar; ana okulundan liseye kadar zorunlu hale getirilecek. Okulda, camide, sokakta ve dernekte her Müslüman cumhuriyet kurallarına ve laiklik ilkesine bağlı bireyler olarak yetiştirilecek.

Bu girişimin muadili Almanya’da da var. Yeşiller Partisi’nin eski Eş Başkanı Cem Özdemir, sosyolog Necla Kelek, kadın imam Seyran Ateş, psikolog Ahmad Mansur ve sosyal demokrat SPD’nin Federal Meclis eski milletvekili Lale Akgün’ün de aralarında bulunduğu bir grup, “Seküler İslam Girişimi” adlı oluşumun çatısı altında bir araya geldi. Girişimciler, “insan haklarına uyumlu bir İslam’ın gelişmesini” amaçladıklarını ve Müslüman göçmenlerin geldikleri ülkelerin kurumlarından ve dini temsilciliklerinden bağımsız örgütlenmesini önerirken, dinin günlük hayatta oynadığı belirleyici rolün azaltılmasıyla İslam’ın sekülerleştirilmesini de hedefler arasında saydı.

Fakat Almanya’da kurumsal durum girişimcilerin temennisinden farklı. Anayasanın 136. maddesine göre devletin kilisesi yok ve herkes bağımsız bir dinî kurum oluşturabilir. Nerdeyse bütün İslami kurumlar bu statüyü almış durumdalar. Dinî kurumların elde edebilecekleri en üst seviye ise Körperschaft des Öffentlichen Rechts (Kamu Hukuku Kurumu) statüsü. Alman Protestan ve Katolik Kilisesi bu hakka sahip. Bu statüdeki dinî kurumlara birtakım kolaylıklar sağlanıyor. Devlet vergisinden muaf tutuluyor, kendi üyelerinden vergi toplayabiliyor, kilise adına kreş, okul vb. açıp devletten destek alabiliyor, kamu okullarında verilen Protestan ve Katolik din derslerinin içeriğini belirleyebiliyor, üniversitelerin Protestan ve Katolik Teoloji fakültelerinin kadro atamalarında veto hakkına sahip oluyorlar. Fakat Hessen eyaletindeki Ahmadiyya Müslüman Cemaati dışında halen Katolik ve Protestan Kilisesi’ne muadil Kamu Hukuku Kurumu olarak İslami bir müessese tanınmadı.

“Avrupa İslamı” tartışması kuşkusuz Macron ve emsali popülist liderlerin sunduğu çerçeveden çok farklı. Almanya’da yaşayan Suriye asıllı siyaset bilimcisi Bassam Tibi 1990’lı yıllarda “Euroİslam” ifadesini kullanmaya başladı. 1999 yılında Tarık Ramazan da Müslümanların Avrupa ülkelerine entegrasyonu için “Avrupa İslam’ı” adı altında teorik ve pratik bir sistem geliştirmeye çalıştı.

Bassam Tibi, 1980’li yıllarda Afrika’ya yaptığı bir gezi sırasında “Afro-İslam” diye bir olgu ile karşılaştığını anlatıyor: “Senegal’de gördüğüm İslam, Şam’da tanıdığım İslam’dan oldukça farklıydı. O halde bir Avrupa İslamı da söz konusu olabilirdi.”

Avrupalı İslam’ın en önemli temsilcisi Aliya İzzetbegoviç’e, bir derginin yaptığı mülakatta Vahhabî mezhebinden olan veya Taliban’a sempati duyanlar hakkındaki görüşü soruldu. İzzetbegoviç, İslam anlayışının bu iki gruptan çok farklı olduğunu söyledi. Boşnak halkının dinde aşırılığa gidilmesinden hoşlanmadığını, çok-kültürlü, çokuluslu ve çok-dinli olması sebebiyle de Bosna-Hersek’in bir din devleti olarak kurulamayacağını açık bir dille belirtti. İzzetbegoviç, İslâm demokrasisi tasavvurunu Avrupalı İslâm kavramıyla açıklıyordu. İzzetbegoviç, yerli Avrupalı Müslüman halkların Avrupa’yı bir düşman olarak algılamadıklarına dikkat çekti.

Tarık Ramazan’a göre Avrupa’da yaşayan Müslümanlar, dinî sorunlarının çözümünü geldikleri ülkelerde yaşayan âlimlerin cevaplarında aradıkları için Avrupa’ya yabancılaşıyor. (Ramazan, Avrupalı Müslüman Olmak, 2005: 150-151).

Avrupa’nın İslam’a yabancılaşması kuşkusuz tarihsel nedenlerden kaynaklanan önyargılara dayalı. Fakat bu durumun “İslam korkusu ve nefreti”ne dönüşmesi 11 Eylül 2001’de ABD’de gerçekleştirilen terör saldırılarından sonra ortaya çıktı. 9/11 terör saldırısının ardından bütün Avrupa’da İslamofobi gündelik hayatta bile çok hızlı şekilde yaygınlık kazanan kavram hâlini aldı. Kavramın içi yabancı düşmanlığından göçmen karşıtlığına, kültürel farklılıkların reddinden terörizm karşıtlığına kadar çok farklı sebeplerle doldurulabiliyor.

Avrupalılar, entegre olmaya direnen Müslümanları yapısal yoksulluk ve yoksunlukla cezalandırıyor. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı çerçevesinde her yıl yayınlanan İnsanî Gelişme Endeksi’ne paralel olarak hazırlanan Müslüman Gelişme Endeksi, Avrupa’da yaşayan Müslümanların sosyo-ekonomik puanlarının ülke puanlarından çok geride olduğunu gösteriyor. Bir yoruma göre müreffeh ülkelerde asıl sorun, zenginliği göçmenler ve yabancılarla paylaşmak istemeyen refah şovenizmi.

Avrupa’da yaşayan Müslümanların entegrasyon sorunlarından bahseden bütün açıklamalar ikiyüzlü olmakla suçlanıyor. Çünkü onlara göre gerçek tam tersi: Müslümanların entegre olmasını kararlılıkla engelleyen kurumsal sosyal ve siyasal barikatlar var.

Bu önerme biraz çelişkili tabii ki. Avrupalılar hem tam entegrasyon isteyip hem de bunu neden engellesin? Üstelik uzun yıllardır Avrupa ülkelerinde yerleşik olan göçmenleri geri gönderme planları yapmıyorken. Ama Müslümanlıklar entegre olmaktan kendi kültürlerini Avrupa’ya yamamayı anlıyorsa eleştirel düşüncenin beşiği Avrupa’da kabul görmeyecek bir talep bu. Burka, Hımar vs. evreni Avrupa aydınlanması ile nasıl uyuşsun?

Netice

Irkçılığın izole politik bir tutum olmadığını gösteren epeyce delil var. Avrupa Konseyi Irkçılık ve Hoşgörüsüzlükle Mücadele Komisyonu’nun (ECRI) Ocak-Aralık 2009 tarihinde yayınladığı “Avrupa’da ırkçılık, ırk ayrımcılık, yabancı düşmanlığı, anti-semitizm ve hoşgörüsüzlük”e ilişkin raporunda Müslümanların iş ve ev bulma, eğitim, adalet gibi alanlarda ayrımcılığa maruz kaldıkları ortaya konmuştu. Hak mahrumiyetini Yahudilere yaşatmak için yılmaz çaba içindeki Müslümanlar için kaderin cilvesi diyelim.

Chatam House’un araştırmasında da Avusturya, Belçika, Fransa, Almanya, Yunanistan, Macaristan, İtalya, Polonya, İspanya ve Birleşik Krallık’ta katılımcılara “Müslüman ülkeler başta olmak üzere tüm göçün durdurulması gerekir” önermesini kabul edip etmedikleri soruldu. Katılımcıların %55’i önermeyi kabul etti. %25 kararsız kalırken, sadece %22’si reddetti.

Derinleşen ekonomik sorunlar ve güvenlik kaygısı ortamında tepkileri “farklı olana” yönlendirme siyaseti aşırı sağın oyunu artırsa da AB ülkelerinin toplumsal ve ekonomik problemlerini çözmüyor. Aşırı sağ fikirlerin yaygınlaşması merkez partileri de marja doğru sürüklüyor. Bu da AB’nin iddia ettiği çok kültürlülük, hoşgörü, din-dil-cinsiyet ve milliyet ayrımı yapmama gibi değerlere inancı sarsıyor. Bu belirsizliğin, İslamofobi edebiyatına elverişli kaynak oluşturduğu açık.

Mevzunun genel olarak terörizm ve sosyal hayatın güvenliğiyle mi, yoksa bizatihi İslam ve Müslümanlarla mı ilgili olduğu tartışılıyor. 1977-1981 yılları arasında Jimmy Carter’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı olan Zbigniew Brzezinski, soruna yaklaşımda hassasiyet önerirken seviyeyi o kadar yükseltti ki mesela Obama’yı “cihatçı” terimini kullanmama konusunda uyardı. Çünkü cihat İslam’da kutsal bir eylemi ifade etmekteydi ve teröristler cihatçı olarak tanımlandığında Müslümanların gözünde olumlanmış olabilirdi.

TEPAV raporuna göre terörizmi seçmiş radikal Selefileri büyüleyen, derin entelektüel tartışmalar ve ilahiyatın metafizik tasavvurları veya tasavvufun insan-ı kâmil felsefesi değil, eylem ve şiddet. Bu insanları uzun tefekkür ve tezekkür sürecinden geçen bir eğitim ya da nefsani arınma ve çile yaşamı değil militarist bir yaşam ve şiddete yönelik eylem cezbediyor.

AİHM, 13 Eylül 2005 tarihli gerekçeli kararında radikalizmin hangi bahaneden beslendiğini tespit etmiş görünüyor: “Fikir özgürlüğü İslam dinine hakaret etmeyi içermez. Böyle bir hakaret, Müslümanların din ve vicdan özgürlüğünü zedeler.” AİHM, 2018 kararında da Hz. Muhammed’e hakaretin ifade özgürlüğü kapsamına girmediğine hükmetti.

Ortaçağda değiliz. Toplumların güvenliği kaleler, duvarlar ve surlarla güvence altına alınamaz. Güvenlik olmadan da refah sürdürülebilir değil. En müreffeh ülkeler bile terörizm sabote ettiği anda yüksek standartlı sosyal hayattan aniden vazgeçmek zorunda kalıyor. Müslümanların bu yalın gerçekle yüzleşip güçlü bir özeleştiri başlatmaktan kaçındığının kanıtı İslamofobi edebiyatı. Çok sıklıkla bu koza başvurarak yol açmaya çalışması Avrupa’da bıkkınlık yaratıyor.