Ruşen Çakır konuğu Fehim Taştekin ile Suriye’deki azınlıkların durumunu, geçici yönetimin geleceğini ve Türkiye İsrail rekabetini videoda değerlendirdi.
Suriye’nin siyasi yapısına ilişkin peş peşe açıklamalar geldi. Özellikle Süveyda’da Arap aşiretler ile Dürziler arasında başlayan çatışmaların ardından azınlıkların adem-i merkeziyetçilik talebi daha yüksek sesle dillendirilmeye başladı. Son olarak SDG de Şam yönetimine entegrasyona karşı çıkmadıklarını ancak çoğunlukla Kürtlerin yaşadığı bölgelerde kendi kararlarını almalarını mümkün kılacak, gücün merkezde temerküz etmediği adem-i merkeziyetçi bir model önerdiğini açıkladı.
Süveyda’daki çatışmalardan önce Tom Barrack’ın açıklamaları da gündem olmuştu. Suriye’de güçlü ve merkezi bir ulus devlet olması gerektiğini söylemişti. Ancak HTŞ öncülüğünde kurulan geçici Şam yönetiminin şu ana kadarki pratikleri azınlıklara yönelik çoğulcu ve demokratik bir politika üretmeyeceğinin göstergesi.
Taştekin, videoda İsrail’in Ortadoğu’daki azınlıklarla ilişki kurma stratejisinin tarihsel boyutuna dikkat çekti: “İsrail’in Dürzileri koruma politikasının kendi çıkarları, güvenlik çıkarlarıyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Aslında İsrail’in Orta Doğu’da azınlıklarla ilişki geliştirme politikası 1960’lara dayanıyor. Ancak bu politika tamamen İsrail’in çıkarlarına uygunsa devreye giriyor.”
Taştekin, “Adil bir tablo çizmek gerekirse İsrail’de Dürziler, en azından Golan’da olmayan diğer bölgelerdeki Dürziler İsrail’de barışık yaşıyor. İsrail ordusunda da yer alıyorlar. Bedeviler gibi… Bedevilerden de var. Oradaki Dürzi topluluğu da ruhani liderliği de Netanyahu’ya defalarca çağrı yaptı ve Dürzilerin korunmasını istedi. İsrail’in iç politikası açısından yanıt verilmesi gereken bir şeydi ve bu yanıtı verdiler” dedi.
Ancak Taştekin’e göre, bu desteğin sınırları var: “En nihayetinde mesela yani HTŞ’nin gelip devlet kurumlarını inşa etmesi konusunda İsrail tarafından yakılmış olan yeşil ışık, Dürzilerin kafalarındaki o adem-i merkeziyetçi model açısından herhangi bir vaat içermiyor. Yani burada İsrail eğer bugün ve yarın HTŞ ile anlaşabilirse, anlaşırsa ve istediği tavizleri alabilirse, Dürziler, Kürtler vs. çok daha İsrail’in öncelikleri olmayacaktır.” Taştekin, bu durumu şöyle özetledi: “İsrail burada kendine bakıyor.”
Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal
Merhaba iyi günler. Gazeteci Fehim Taştekin’le Suriye’yi konuşuyoruz. Suriye ile ilgili konuşacak çok konu var. Türkiye’yi en çok ilgilendiren, Kürtlerle ilgili kısmı olarak görülüyor, ama onun dışında da çok sorun var. Fehim merhaba.
Fehim Taştekin: Merhaba, teşekkür ederim.
Suriye’de çok sorun var. En önemli sorun Kürtlerin durumu tabii ki. Ama önce şu Dürzi meselesini, Süveyda’da yaşanan olayları bir konuşalım. Bu olaya, en son Paris’te yapılan görüşmede sanki çözüm bulunmuş gibi yansıtıldı. Böyle mi gerçekten? Dürzilerle Şam yönetimi arasında bir mutabakat oluştu mu?
Taştekin: Şu anda çatışmaları durduran bir ateşkes söz konusu. İnsani yardımlar gitmeye devam ediyor. Bununla ilgili insani kriz de var. Paris’teki mutabakatla ilgili, aslında bir sessizlik oluştu ve ortaya atılan iddialar teyit edilmedi, inkâr da edilmedi. Suriye İnsan Hakları Gözlemevi’nin koşullara dair bir açıklaması oldu. Buraya baktığımız zaman İsrail istediğini almış gözüküyor. İsrail’in Güney Suriye’yi asker ve silahlardan arındırma hedefi var ve bu koşullarda da merkezi güçlerin Süveyda’da konuşlanması söz konusu değil. Tabii bunu tam olarak birileri teyit etmediği için nihai bir durumdan söz etmek zor. Bugün yine Bakü’de bir toplantı olacak. Suriye Dışişleri Bakanı Esad Hasan Şeybânî ile Netanyahu’nun danışmanı, Ulusal İşlerden Sorumlu Bakan, Bakü’de yeniden masaya oturacaklar ve güneydeki durumu konuşacaklar. Tabii mesele sadece Süveyda ile sınırlı değil. Ama benim anladığım kadarıyla, şu anda Amerika’nın da biraz bastırmasıyla, merkezi güçler Süveyda’ya böyle dalmayacaklar. Orada şu anda yerel güvenlik Dürzilerin kontrolünde olmaya devam edecek. Ama bu ne kadar devam edecek belli değil. Kurumların aktif hale getirilmesi konusu var. Yerelde sivil idareyi almak üzere komitelerin oluşturulmasından söz edildi. Ama bütün bunlar sadece bir insan hakları gözlemevinin aktardığı bilgilerdi. Bunun dışında, henüz her şeyin müzakere aşamasında olduğuna dair de HTŞ kanallarından gelen bilgiler var. Onlara göre, müzakereler devam ediyor, devam edecek. Dediğim gibi bugün de Bakü’de bu toplantı yapılacak.
Tabii İsrail ile Suriye arasındaki konuşmalar yeni değil. Hatta orayı kontrol altına alma hamlesi de -belki ele geçirme demek lazım-, İsrail’le aralarında bir zımni mutabakat olduğuna dair yorumdan kaynaklandı. 12 Temmuz’da Bakü’deki toplantıda İsrail’e soruyorlar. Operasyon da 13 Temmuz’da başlamıştı. “Burada devlet kurumlarının yeniden aktif hale getirmesi konusunda bir girişimde bulunacağız. Bu size yönelik değil” diyorlar, İsrailliler de “Tamam” diyor. Daha sonra ağır bir operasyon başladı. İsrail devreye girdi ve bunu durdurdu. Burada kırılgan bir yapı var. Henüz ortada bir çözüm yok. Henüz, Dürzilerin istediği garantiler, güvenceler bir yere bağlanmış değil, bir anlaşmaya oturtulmuş değil, anayasal bir çerçeve konuşulmuş ve üzerinde uzlaşılmış değil. Sadece katliamları durduran bir geçici sükûnet halinden söz edebiliriz.
Çok hipotetik bir soru olacak ama bence önemli bir soru. İsrail olmasa Suriye’de Dürzilerin durumu ne olurdu?
Taştekin: HTŞ ve ona bağlı yapılar, gruplar, bir kere Dürzileri mürtet olarak görüyor. Bunlara karşı daha önce de cihat çağrıları yaptılar. Daha iktidarı ele geçirmeden çok önce pek çok yerde katliam da yaptılar. O yüzden, Aleviler, Dürziler, Şiiler burada kılıç altında duran halklar ve durumları hiç iyi değil. Tabii İsrail’in burada devreye girmesi çift yönlü bir etki yaptı; şiddeti artırdı ve karşı seferberliği güçlendirdi. Aşiretler dahil diğer kesimler, orada Dürzilerin meşru taleplerini bir şekilde Suriye’yi bölme, işgal etme planı olarak gördüler. İsrail’in devreye girmesi, içeride Dürzileri müthiş derecede düşmanlaştırdı, ötekileştirdi. Bu çift taraflı bir mesele. İsrail öteden beri, Dürzilerin bir kanalıyla kendi planları çerçevesinde ilişkiler geliştirdi, onları cesaretlendirdi. İşin böyle bir tarafı var.
Dürzi dosyası yekpare bir dosya değil. Tabii öncesi de var ama aralık ayından beri Şeyh’ül Akl üçlüsünden ikisi, Şam’la daha yumuşak bir geçiş anlayışına sahip müzakere istediler, yakınlaşma oldu. Bazı askeri kanattan milis güçleri de Şam’la temasa geçtiler. An az iki tane grup HTŞ ile ta başından itibaren yakınlaşma içerisinde oldu. Fakat özellikle Hikmet Hicri’nin desteklediği kanat, İsrail’in de şu anda bir şekilde kalkanı olmaya çalıştığı grup, buna yanaşmadı. Böylesi bir müdahale, içeride sağlıklı tartışma yürütme ve Dürzileri güvenceye alma konusundaki bütün perspektifleri, zehirleri yok etti. Bundan sonra ne olacak? Ben İsrail’in Dürzileri koruma konusundaki politikasının kendi güvenlik çıkarları ile ilgili olduğunu düşünüyorum. Çünkü başka azınlıklar da var. Aslında İsrail’in Ortadoğu’da azınlıklarla ilişki geliştirme politikası 1960’lara dayanıyor. O zaman biz bir Arap vadisinde, denizinde boğuluyoruz, en azından azınlıklarla ilişkileri geliştirelim diye bir politika benimsendi. Fakat baktığımız zaman bu politika, tamamen İsrail’in çıkarlarına uygunsa kendini gösteriyor, yoksa göstermiyor.İsrail’in başından beri söylediği şey, Süveyda, Kuneytra ve Dera’dan oluşan Güney Suriye’nin bir anlamda tampon bölgeye dönüştürülmesi hedefini vurguluyor ve Dürziler de elbette burada araçsallaştırıldı. Onların zor durumu, sıkıntıları, bıçak altı durumları, İsrail tarafından araçsallaştırıldı.
Tabii burada başka faktörler de var. Adil bir tablo çizmek gerekirse, Golan’da olmayan diğer bölgelerdeki Dürziler İsrail ile barışık yaşıyor, İsrail Ordusu’nda da yer alıyorlar. Bedeviler gibi. Oradaki Dürzi topluluğu da, ruhani liderliği de Netanyahu’ya defalarca çağrı yaptı ve Dürzilerin korunmasını istedi. Bu da içeride İsrail iç politikası açısından yanıt verilmesi gereken bir şeydi ve bu yanıtı verdiler. Ama en nihayetinde mesela HTŞ’nin gelip devlet kurumlarını inşa etmesi konusunda İsrail tarafından yakılmış olan yeşil ışık, Dürziler’in kafalarındaki o ademi merkeziyetçi model açısından herhangi bir vaat içermiyor. Burada İsrail eğer bugün ve yarın HTŞ ile anlaşabilirse, anlaşırsa ve istediği tavizleri koparırsa, Dürziler, Kürtler çok da İsrail’in öncelikleri olmayacaktır. İsrail burada kendi işine bakıyor.
Burada hâlâ Türkiye kamuoyu için esrarengiz bir husus var. HTŞ cihatçı bir grup ve cihatçı deyince İsrail düşmanıdır, değil mi? Usame Bin Ladin’in ilk cihat açıklaması, ABD ve İsrail’e karşı yapılmış bir cihat çağrısıydı. Burada İsrail’in HTŞ yönetimiyle, gerekirse azınlıkları gözden çıkarabilecek kadar, kendisi için iyi bir anlaşma yapabilmesi nasıl mümkün olabiliyor?
Taştekin: Ben başından itibaren şunu söyledim, Suriye’deki cihatçı gruplar İsrail’in Suriye’de arzuladığı sonuçları verdi. Yani ne oldu? Bir kere, Nusra cephesi IŞİD’in koluyken 2013’te İsrail tarafından Kuneytra cephesinde destek gördü ve bu, İsrail Genelkurmay Başkanı tarafından birkaç yıl sonra, yanılmıyorsam 2018’deydi, çok net bir şekilde dile getirildi; bunu gururla anlattılar. Bu cihatçı yapılar işin özünde El-Kaide ile kıyaslanamayacak bir dönüşüm geçirdiler. Evet doğru, El-Kaide, Amerika’yı ve İsrail’i küresel çapta düşman ilan etti. Ancak daha sonra, El-Kaide içerisinde neşet eden, Irak’ta gördüğümüz dönüşüm sürecinde -ki önce Irak İslam Devleti, sonra IŞİD, Nusra cephesi de onun içerisinden geldi- doktriner olarak düşman tanımını değiştirdiler. “Bizim önceliğimiz kendi coğrafyamızda Şiilerdir, Alevilerdir” diyerek, bunu net olarak ortaya koydular. Bu, Selefi cihadi ulema içerisinde de çok fazla tartışıldı. El-Kaide’nin bu anlamda doktriner yapısı şu anda Suriye’de tam olarak temsil edilmiyor. Bu dönüşüm geçirmiş, hibrit bir yapılanma olan IŞİD’in sulandırılmış bir versiyonu iktidarda ve bunlarda travmatizm var. Buradan hareketle İsrail’e “İkimizin de ortak düşmanlarımız var ve ortak düşmanlara karşı işbirliği bizim ilişkimizi geliştirmenin zemini olabilir” mesajını net olarak verdiler. Burada İsrail’e kazanım olarak sunulan şey, İran’ın Suriye’den gönderilmesi ve kollarının kesilmesi. İkincisi, Hizbullah’ın Lübnan-Suriye hatlarındaki bütün ikmal yollarının kapatılması. HTŞ “İsrail’e bunu yaptım ve üstüne bazı jestlerde de bulundum. Bunun üzerinden İsrail’in Suriye ile olan düşmanlık ilişkisini buradan değiştirebiliriz” diyor.
Kanaatimce, daha ilk günden itibaren Türkiye, Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan, özellikle İsrail konusunda bazı yönlendirmelerde bulundular. Bu yönlendirme şunu içeriyor: ‘’Burada İsrail’in düşmanlığını üzerinize çekmeyin.’’ Bunun için mesela Eli Cohen’in Şam’da bulunan yaklaşık 3000 parçadan oluşan arşivi alındı ve bunlar İsrail’e teslim edildi. İsrail açısından çok değerli bir jest bu. Ama Netanyahu nankörlük ediyor, çünkü varmak istediği şey, HTŞ’nin de vermek istediğinin çok ötesine geçiyor. Bu pazarlıklar Emirlikler aracılığıyla başladı. Sonra Amerikalılar da işin içerisine girdiler. HTŞ ile, Trump’la Colani el sıkıştıktan sonra bu süreç Türkiye’nin de teşvikleriyle, dolaylı ya da doğrudan müzakere masasına evrildi. Şu anda İsrail ne istiyor? İsrail’den önce HTŞ ne istiyor, onu söyleyelim. HTŞ “Biz 74’teki mütarekeye geri dönelim, o zemin üzerinden ilişkilerimizi geliştirelim” diyor. Yani bu normalleşmeyi de içeriyor. 74’te ne oldu? 73 Savaşı’ndan sonra Golan Tepeleri’nde Mavi Hat oluşturdu. İsrail’in işgal ettiği Golan’ın hemen bitişiğinde Kuneytra kenti insansızlaştırıldı ve burası askersiz bir bölgeye dönüştürüldü. HTŞ “Biz buna geri dönelim, bunun üzerinden konuşalım. Güvenlik konularında karşılıklı tahriklerimizi ortaya koyalım ve bir normalleşme sürecine girelim” diyor. Bu, Trump’a verdiği söz gereği İbrahim Anlaşmalarına girmeyi de kapsıyor. Bunu nereden biliyoruz? Çünkü İsrail basınında bunlar geniş şekilde yer aldı.
İsrail de “73-74 koşulları artık sona ermiştir” diyor. Çünkü İsrail 8 Aralık 2024’ten itibaren, yani Esad’ın devrildiği günden itibaren işgali genişletti, Cebel Şeyh’i ele geçirdi. Ondan sonra Golan Tepeleri’nin devamı sayılan stratejik bölgeyi ele geçirdi, Kuneytra’ya geldi. Artık İsrail askeri varlığı, Güney Suriye’de Şam’a 15 kilometre yaklaşacak kadar genişledi. “Bunu kabul edeceksiniz. Daha önce işgal edilmiş bölgeleri de artık unutacaksınız’’ diyor. Golan’ın pazarlığı söz konusu olmadığı gibi, yeniden işgal edilmiş, genişletilmiş o bölgelerdeki askeri varlığı da kabul edeceksiniz. Üçüncüsü de kesinlikle bu üç vilayette Suriye Ordusu olmayacak” diyor.
Burada açıkça konuşulmayan, ama bir hedef olarak benim yorum olarak söyleyebileceğim bir şey şu. Çünkü İsrailli yetkililer bunu açık bir şekilde ortaya koydular. Bu, pazarlıkta konuşuluyor mu konuşulmuyor mu bilmiyorum, ama pazarlık masasında konuşulan iki önemli mesele var. Birincisi, Suriye hava sahasının her zaman İsrail’e açık olması, İsrail jetlerinin özgürce uçabilmesi. Tabii bunun devamında İran’a operasyonlar var. İsrail ‘’Ben İran’a karşı Suriye hava sahasını engelsiz bir şekilde kullanırım, gerekirse Irak’taki operasyonlar için de kullanırım. Suriye hiçbir şekilde, hiçbir koşulda kendi hava sahasını tahkim edecek, güçlendirecek bir yapılanmaya, askeri kapasite artırımına giremez’’ diyor. Buradan da Türkiye ile sorunlar başlıyor. Türkiye’nin üs edilmesi ve Suriye’ye askeri kapasitenin güçlendirmesi, İsrail’in kırmızı çizgilerine giriyor.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
![]()
Şam yönetimi tarafından Türkiye’den askeri destek çağrısı yapıldı ve orada birtakım gelişmeler olacağı da söylendi tam da bugünlerde. Bu söylediğin olayla orada bir sorun çıkacak olması lazım. Şam yönetiminin hamisi Türkiye gözüküyor. Türkiye’nin İsrail politikası belli. Aynı zamanda bu yönetim İsrail’e neredeyse sıfır sorun arayışına giriyor. Ortaya yine bir çelişki çıkıyor.
Taştekin: Şimdi buradaki çelişkinin başladığı yer, bu asker yardımın kapasitesinin ya da ölçeğinin ne olacağıyla ilgili. Şu anda Şam’ın istediği yardım, Türkiye’nin de taahhüt ettiği kapasite artırma meselesi, aslında İsrail’in kırmızı çizgilerine giren bir çerçevede değil. Çünkü İsrail’in kırmızı çizgisi, ölçek itibariyle başka bir şey. Burada Amerika’nın öngördüğü, daha doğrusu çıkarlarının izin verdiği bir şey var. HTŞ’yle çalışmaya karar verdiler. Fakat HTŞ yapı olarak hâlâ bir örgüt. Evet, Savunma Bakanlığı içine aldılar, ama bunların hepsi bildiğimiz suç sicili son derece kabarık, adaletten anladığı tek şey infaz etmek olan bir yapı. Amerika bunlarla sonsuza kadar ortaklığı sürdüremeyeceğini biliyor. O yüzden bunlara her istediğini yaptırabilir, bunların kamburu çok büyük. Bunlar eğer meşruiyet kazanmak istiyorlarsa, uluslararası destek almak istiyorlarsa, Amerika’nın her istediğini yapmak zorundalar. İsrail ile ilişkiler de böyle başlıyor zaten. Fakat bunun adam edilmesi, disipline edilmesi lazım. Eğer Amerika bütün yumurtaları getirip bunların sepetine koyduysa, burada disiplinli, muhatap alınabilir ve eli ağrı olmayan, güvenlik operasyonu diye gidip etnik, mezhebi katliamlar yapmayan bir yapının olması lazım. Türkiye için de geçerli. Bunu kim sağlayacak? En ideal yardımcı Türkiye. Türkiye’nin Libya’dan, başka yerlerden tecrübeleri de var. Türkiye bu anlamda polis ve diğer departmanları bir şekilde disipline edecek. Bu, Amerika’ya rağmen olabilen bir şey değil. Bu İsrail’e rağmen de olabilen bir şey değil aslında. İsrail diyor ki: ‘’Türkiye’nin kuzeyde ne yapacağı beni ilgilendirmez ama Türkiye’nin benim operasyon bölgelerime gelip üs kurması ve bu üslerle Suriye ordusunun kapasitesini artırması benim için tehdittir.’’ Çünkü eski Suriye’de şöyle ya da böyle, hava savunma sistemleri vardı. S-200’ler, S-300’ler vardı. İsrail hepsini aralık ayından itibaren yok etti. Bütün altyapıyı çökertti.
Altı yüzün üzerinde hava saldırısı düzenledi ve bir anlamda Suriye’yi kemiksiz hale getirdi. Şimdi yeniden kemik kazandıracak bir operasyonu istemiyor.
Ama bir taraftan da gerçekten çete ya da mafya mantığıyla hareket eden bu yapılarla da devlet olmayacağını hepsi biliyor. Bu, Amerika açısından da İsrail açısından da geçerli olan bir şey. Ürdün için de geçerli olan bir şey. Mesela, Lübnan’la defalarca oturdular, sınırda bir güvenlik operasyonu yapıp, köylere dalıp insanları katletmeyin diye anlaştılar. Dün yine çatışma çıktı Lübnan Ordusu’yla. Olacak iş değil tabi bunlar. Kendilerinden birisi geliyor, Emeviye Camii’nde irtikâba girmek istiyor ve orada tartışma çıkıyor. Çekiyorlar karakola. Ertesi gün cenazesini ailesine teslim ediyorlar. Her açıdan, kendi anlayışlarına uygun bir insana yaptıkları şey bu. Bunlar Suriye’yi patlatır. Suudi Arabistan, Türkiye, Emirlikler, Katar, Amerika ve Fransa, bütün bu ortaklar Suriye’ye yatırım yapıyor şu anda, iş bağlıyorlar Bu yatırımdan kastım sadece ekonomik değil. Suriye’nin bölgedeki yerini değiştiriyorlar, Suriye’yi Amerikan eksenine, düzenine taşıyorlar. Körfez’in de istediği, desteklediği bütün bu operasyonlar siyasi ve jeopolitik bir yatırım. Bunun karşılığını bunlarla alamazlar. O yüzden ‘’SDG bunlara ortak olsun’’ diye tutturdular, ki ellerindeki bu hamur bir şeye benzeyebilsin. Bundan ekmek yapmak istiyorlar, ama bundan ekmek olmuyor sonuçta. Türkiye’ye iş düşüyor.
Kürtlere gelmeden önce Alevilerle ilgili bir parantez açalım istiyorum. Bir katliam yaşandı, soruşturma yapıldı, rapor yayınlandı diye biliyorum, ama herhangi bir cezalandırma duymadım. İsrail Dürzilere sahip çıkıyor. Kürtler en azından şu aşamada kendi başlarının çaresine bakar gibiler, ama Aleviler sanki sahipsiz kaldılar. Onlara sahip çıkan böyle bir güç yok. Sadece Aleviler değil tabii, birtakım azınlık olanlar, Hristiyanlar da var Bir de eski rejim meselesi olduğu için. Aleviler şu anda ne durumda?
Taştekin: Şu anda suçlular açısından herhangi bir cezalandırma yok, özgürce suç işleyebiliyorlar. Bu rapor da bir aklama raporuna dönüştü. Farklı bir şey beklenmiyordu zaten. Burada sadece bütün suçu eski rejim askerlerine yıkan bir yaklaşım oldu. Tabii somut olarak da 400 küsur kundaklama olayı, şu kadar insanın ölümü diye rakamları da ortaya koydular. Anladığım kadarıyla, birkaç kişiyi tutukladılar ama bunlar kimdir, HTŞ ile bağları nedir, bunları bilmiyoruz. HTŞ burada kendini mutlak surette akladı. Aslında bu aklama işi HTŞ’yi tanıyan diğer ülkeler tarafından da teyit edildi. Onlar da aynı şeyi istediler. ‘’Böyle bir soruşturma yapın, birkaç kişi de cezalandırın, bu işi kapatın’’ denildi ve onlar da bunu yapıyorlar. Burada gerilim devam ediyor. Orada şu anda aktif çatışmalar söz konusu değil ama insanların kaçırılması, kadınların kaçırılması, yer yer cinayetler bitmedi. Bunlarla ilgili aktif ve sonuç alıcı herhangi bir soruşturma da yürütülmüyor. İyi polis-kötü polis taktikleriyle böyle idare ediyorlar. Birileri geliyor evleri basıyor, sonra HTŞ’nin resmi üniforması geliyor, ilgileniyormuş gibi yapıyor ama hiçbir şekilde sonuç çıkmıyor. Niye? Bu çok net. Aleviler kolektif olarak kurban seçildi ve bu, HTŞ’nin müttefikleri, yeni dostları tarafından da onaylandı. Esad’ın Alevi olması, onların Suriye Ordusu’na çok sayıda asker vermiş olması, onların kolaylıkla, kolektif olarak kurban olmalarına yetti ve bu sanki normalmiş gibi herkes de bunu geçiştirmeyi başardı. Avrupa’da, şurada, burada her yerde geçiştirildi. Bir koruyucuları yok. Mesela İran devreye girse, zaten tamamen yakılma ve ortadan kaldırılma nedeni olacak. İran’ın şu anda bunu yaptığını zannetmiyorum açıkçası. Çünkü onlar açısından da son derece yakıcı. Aleviler açısından da son derece berbat sonuçlar olabilecek bir seçenek gibi duruyor. O yüzden o meseleyi bir kangren olarak böyle orada tutuyorlar, tehdit altındalar. Bir kere ekonomik olarak yok oluş yaşıyorlar. Çünkü herhangi bir yerde bir Alevi olarak varlık gösterme şansları yok. Bunlar hiç konuşulmuyor mesela. Kamu idarelerinden, işlerinden atılıyorlar. Herhangi bir şekilde iş verilmiyor. Bir mahrumiyet durumu başladı onlar açısından.
Aleviler aslında Esad döneminde de çok mahrum bir kitleydi. Sadece birkaç isim, alıp başını giden torpilli birkaç aile vardı, ama bunun dışında geniş aile kesimleri ne cemaat olarak ne insan kitlesi olarak öyle zengin değildi. Ayrıcalıklı da değillerdi. Ben Alevilerin mahrumiyetleriyle ilgili 2012’de bir yazı yazmıştım. Aslında son derece çarpıcı bir konudur. Ama ağır bedeller ödüyorlar. İsrail onları hiçbir zaman korunması gereken bir azınlık olarak görmedi, görmek de istemedi, istemiyor da. Bunun ötesinde Türkiye’nin yaklaşımı tamamen HTŞ’den yana. Ama şunu da anladık ki, bu işin Türkiye’de olumsuz yansımaları olabilir. Hatay meselesi, Alevilerle ilgili hassasiyet. O yüzden de Ankara’nın HTŞ’ye “Bu şekilde davranma” diye telkinlerde bulunduğunu söylüyorlar. Fakat mesela aynı telkin Dürziler için olmadı. Tam tersi, Ankara, bütün gücüyle HTŞ’yi aklayan, destek veren bir politika yürüttü. Sonuçta orada bin beş yüze yakın insan öldürüldü. Bunun iki yüz elli sekizi doğrudan, sahada infaz, bir çatışma değil. Yani sivillerin evlerinde, iş yerlerinde ya da sokakta infaz edilmesi. İki yüz elli sekiz kişi bu şekilde infaz edildi. Türkiye, tereddüt etmeden burada HTŞ’nin yaptığına destek verdi. Tabii Ankara, bir parçalanma senaryosu, hatta federalizme giden yolun başlangıcı gibi değerlendirdiği için, orada bütün suçları hiçbir şekilde sorun etmeyen bir politika tercihinde bulundu.
Kürtlere geçelim. Ankara son günlerde sürekli SDG hakkında birtakım mesajlar veriyor. Hakan Fidan verdi, önce adını vermeden “Birileri Güney’de yaşananlardan fırsatçılık yapmasın” dedi. Devlet Bahçeli, Süveyda’dan kuzeye koridor açılmasının Türkiye’ye yönelik tehdit olacağını söyledi. En son Abdülkadir Selvi, ‘’Mazlum Abdi İsrail’le anlaştı, Öcalan’ı dinlemeyecek, hatta Öcalan yerine lider olmak istiyor’’ minvalinde bir yazı yazdı, görmüşsündür. Ama Mazlum Abdi’nin açıklamalarına bakıyorum, ondan önce İlham Ahmed’in açıklamalarına bakıyorum, Tom Barrack’ın bugünkü açıklamalarına bakıyorum, Rojava’yla, yani Suriye’deki Kürtlerle Şam arasında çok kanlı bıçaklı bir durum yokmuş gibi. ‘’Sorunlar var ama bunlar halledilecek, zamana ihtiyaç var’’ gibi bir hava var. Bir yanda da Türkiye’de estirilen ‘’ Suriye’de Kürtler Ankara’yı dinlemiyor, Ankara’ya meydan okuyor’’ havası var. Hangisi doğru?
Taştekin: Entegrasyon konusunda herkes aynı şeyi söylüyor. Ankara, Amerika, Şam, SDG hepsi tamam, entegrasyon tamam. 10 Mart anlaşmasına hepsi destek veriyor. Fakat entegrasyonun nasıl olacağına sıra gelince tabii ki ayrışma başlıyor ve Türkiye bir yerde, SDG bir yerde. Türkiye’yi Şam’la birlikte düşünmek lazım artık. İkisi bir koordinasyon halinde tepki geliştiriyor. O yüzden Şam’la Ankara’yı aynı kefede görmek gerekiyor. Şu politika değişmedi aslında: Evet, entegrasyon konusunda bir tökezleme yaşandı. 11 Temmuz’da yapılan toplantı SDG açısından çok kötü gitti. Şam’da Tom Barrack çıktı, zehir zemberek bir konuşma yaptı. SDG’yi ayak diretmekle suçladı. ‘’Tek Suriye, tek hükümet, tek ordu’’ şiarıyla sadece ve sadece Şam’a giden bir yoldan bahsetti. “Başka bir yol yok, federalizm yok” dedi. Bunlar Kürtler açısından şok edici çıkışlardı. Tabii ‘’acaba Tom Barrack Trump’ın görüşlerini yansıtıyor mu?’’ diye bir tartışma da başlatıldı, Kürtler arasında da bu çok sorgulandı. Fakat açıkçası ben buna çok fazla prim vermek niyetinde değilim. Trump’ı açığa düşürmez. Kendi üslubunca bu işi yürütüyor. Belki üslubuyla ilgili tartışma olabilir, ama en nihayetinde politikayı belirleyen Trump ve ona uygun olarak da uygulayıcı Tom Barrack. Mesela bir süre sonra çok ağır sözler, New York’ta Dışişleri’nin medya brifingleri merkezinde tekrarlandı. Barrack orada Dışişleri’nin platformunda konuştu. Ve bu bütün konuşmaları Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın internet sitesinde, brifing odasında da yayınlandı. Demek ki Tom Barrack’ı Trump’tan ayrı bir yere koymanın çok da bir anlamı yok. İşin bir başka tarafı, Amerikan politikaları böyle de yürümüyor.
Ancak o çöküşten sonra bir toparlama gerekiyordu, Süveyda’da hemen sonrasında olaylar patlak verince, SDG’nin eli güçlendi. “Biz silah bırakırsak, Dürzilerin başına ne geldiyse bizim başımıza da o gelir, buna izin veremeyiz” dediler. Ayrıca, ‘’yerinden yönetim, özerklik olmazsa, bu, nasıl bir tablo ortaya koyuyor görüyorsunuz’’ diye SDG’nin bir anlamda eli güçlendi. Mazlum Abdi’nin, El-Hades TV ve El-Arabiye TV‘ye yaptığı açıklama, sanki biraz gardını düşürmüş izlenimi verdi. Tekrar 10 Mart zemininde görüşmelere girmeye, başlamaya, entegrasyona hazır. Hatta orada ‘’tek ordu’’ ifadesini kullanıyor. Ama ademi merkeziyetçi çözüm konusundaki ısrarını da sürdürüyor. Ben ortamı yumuşatan bu açıklamanın, temel parametreler ve önceliklerde ciddi bir değişiklik olduğu kanaatinde değilim; iş henüz o noktada değil. Eğer biraz yumuşama olsaydı bu konularda, Paris’te planlanan görüşme gerçekleşirdi. İptal edildi, ertelendi. HTŞ tarafı “Şu anda özellikle İsrail’den, SDG’nin ordu çatısı altında blok halinde yer almasında ısrar eden bir pozisyon devam ediyorsa biz ne konuşacağız?” deyip Paris’e gitmekten vazgeçiyorlar. İptal edilmesini istiyorlar. Bu aynı zamanda, Türkiye’nin de pozisyonunu yansıtan bir şey. Ama bu yumuşamayı sağlayan şey nedir aslında? Baktığımız zaman, Süveyda olayları SDG’nin çıtayı biraz yükseğe çekmesine neden oldu. Amerikan tarafının HTŞ’ye bu kadar el verdiği bir zeminde, SDG, birden çaresizmiş gibi bir izlenim oluştu. Bunun nedeni, Süveyda olaylarında HTŞ’nin altına serilmiş olan kırmızı halı geri çekilmemesi, HTŞ’ye verilen desteğin iptal edilmemesi. SDG’nin durumu, uluslararası destekçileri nezdinde sanıldığı kadar çok da güçlenmedi. Bu bir.
İkincisi, İsrail, güvenlik ya da garantörlük taahhüdünü sadece Dürzülere hasletti, Kürtlerle ilgili herhangi bir ses vermedi. Orada bir sessizlik oluştu. Üçüncüsü, Türkiye tarafında askeri yardım meselesi devreye sokuldu ve Hakan Fidan, bu entegrasyon olmadığı takdirde çok açık bir şekilde askeri müdahale yapılacağı uyarısında bulundu. Devamında da Tom Barrack geldi, Savunma Bakanı ile görüştü ve bu görüşme sırasında mesele askeri zeminde bir görüşmeye kayınca, operasyon ihtimali ya da ‘’operasyonun da masada olduğuna dair tartışma hâlâ geçerliliğini koruyor’’ sorusu ister istemez gündeme gelir. Bütün bunlar, muhtemelen Mazlum Abdi’ye daha yumuşak mesajlar vermesi gerektiğini telkin etti.
Ayrıca bir şey daha var. Muhtemelen sen daha iyi biliyorsun, İmralı’dan tekrar Mazlum Abdi’ye bir mesaj gönderildiği yönünde birtakım söylentiler de var. Ne kadar doğru bilmiyorum ama, İmralı’da Öcalan’ın etkisini, SDG’yi bu anlamda Ankara’nın istediği şekilde bir entegrasyon yoluna sokma konusunda bir beklenti var. O kanaldan da bir çaba, müdahale devreye sokulmuş olabilir belki. Ama baktığımız zaman şu koşullarda bu entegrasyon meselesi hakikaten zor bir mesele ve HTŞ ordu olmuş değil. Şu anda SDG disiplinli olarak çok iyi durumda, disiplinli bir yapı. Kırılgan tarafı, aşiretler meselesi var. SDG içerisinde Araplar da var. Süveyda’da olduğu gibi Arap aşiretlerini SDG’ye karşı kullanma ihtimali de son derece ciddiye alınması gereken bir şey. Belki ‘’10 Mart Anlaşması’na daha ciddi bir şekilde eğilelim’’ diye SDG’den gelen bu sinyal, biraz bununla da bağlantılı. Çünkü o tarafta, Deyrizor’da son birkaç ay içerisinde birden fazla toplantı yapıldı. SDG’nin yapmaya çalıştığı şey, Arap aşiretlerini yanında tutmak, birliği korumak. Bu çaba diğer taraftan da ‘’bu birliği eğer bozarsak SDG zayıflar, işi kolaylaşır’’ diye de diğer tarafın da hesabında olan bir şey. O yüzden aşiretler üzerine bir rekabet başlıyor şu anda ve kışkırtıcı bazı açıklamalar yayınlanıyor, talepler ortaya konuluyor. SDG açısından yeni bir sınav orada başlatılıyor açıkçası. O yüzden iş zor. Ama bunlar neyi nasıl idare edecek, bunların hiçbirisi belli değil.
Tam onu soracaktım HTŞ geldiği zaman, dünya, Batı ona bir kredi verdi ama başından itibaren o krediyi verirken çoğulculuk ve kadınların hakları dediler ve kadınları özel olarak da vurguladılar. Özellikle Avrupa’dan gelen mesajlar böyleydi. Ama şu ana kadarki süreç içerisinde, bu yapının o çoğulculuğu sağlayabilecek hamurda olmadığı anlaşıldı. ‘’Öğrenecekler’’ temennisi belki, zamanla reel politiği öğrenirler, mecburen Aleviyle, Kürtlerle, Hristiyan’la yaşamak zorunda kalırlar gibi bir beklenti var. Ama hem Aleviler hem Dürziler konusunda şu ana kadarki deneyim bunu göstermedi. Şimdi böyle bir umut var mı, yoksa bu hakikaten geçici bir yönetim olacak ve Suriye hakikaten çoğulculuğu sağlayabilecek bir yönetime geçecek mi? Ya da çoğul ülke haline gelecek, yani bölünecek mi?
Taştekin: HTŞ’yi bu Batı ve Körfez ekseninde kıymetli yapan şey, pragmatizmi. Bir taraftan radikal, İslamcı, Selefi, cihatçı güçlü bir altyapısı var. Diğer taraftan da çok enteresan bir şekilde, aslında biraz Müslüman Kardeşler’de gördüğümüz pragmatizm var. Pek çok açıdan bunun örneklerini görüyoruz. Mesela, bir yerlerde kendi anlayışına göre İslami bir kural koyuyor, sonra bakıyor ki tepkiler var, insanlar homurdanıyor, hemen bunu yumuşatıyor, geri alıyor. Normalde doktrinel olarak düşünürseniz, bunu yapması onları küfre sokar. Ama bu pragmatizmi yapabiliyorlar. Mesela ‘’bundan sonra otellerde içki yok’’ deniliyor. Ama otelin müşterileri kesiliyor, iflas noktasına geliyor. O karardan dönüyorlar. Bu, benim Lazkiye tarafında çok yakinen bildiğim bir olay. Dönüp “Evet böyle olmuyormuş. O zaman koyu bardaklarda içki servisi yapın, tesettürlü içki servisi olsun’’ diyorlar. Evet, bu pragmatizm top çevirmelerine yardımcı oldu. Batılılar geliyor, yaptırımlar kalktı, pek çok şirket, farklı alanlarda iş yapmak için kolları sıvadı. Fakat hakikaten bu hamur çok ciddi bir sorun. Hristiyanları daha rahat memnun edebiliyorlar, çünkü anlayışları da buna müsait. Hristiyanlara, Aleviler ve Dürzilere yaptıkları gibi aynı muameleyi, anlayışları gereği de yapmıyorlar. IŞİD de yapmıyordu. IŞİD de Hristiyanlara, Yahudilere “Gelin, cizyenizi verin, oturun, işinizi yapın” diyordu. Hatta IŞİD kendisi çağırıyordu. Dışarı kaçmış mal mülk sahibi Hristiyanları arayıp “Gel tarlanın, mülkünün başına geç, ek” diye aranan insanlar vardı. Benim böyle aranan bir arkadaşım var. Yani IŞİD arıyor ve güvence veriyordu. Ama aynı şey ötekiler için söz konusu değil. Şimdi göstermelik bir Hristiyan kadını aldılar, kabineye koydular, bunun ötesinde kadınlar ve azınlıklar yok.
Evet, burada sivil bir anayasa gerekiyor. Belki Golani de bunun farkında. Fakat bu anayasayı İslami bir anayasa olarak düşündüler. Bu vadettikleri şeyi yapmayacaklarsa, bu sefer cihatçı kadrolar arasında büyük bir kavga çıkacak, ki çıkmaya başladı. Golani’nin davaya ihanet ettiğini, dine ihanet ettiğini söyleyen cihatçı gruplar, yavaş yavaş başkaldırmaya başladılar. Ama şu anda bir anayasa yapmak, cihatçı gündeminde karşılık bulamayacağı bir anayasa olacağı için, cihatçı bir anayasayı hiç çıkaramayacaklar. Çünkü Batı’nın ve diğer ülkelerin verdiği destek, bu koşullara bağlı. Cihatçı dediğim kendi kafa yapılana göre bir anayasa. Diğeri de cihatçı kümeleri dağıtma potansiyeli taşıyor. O yüzden öyle bir büyük bir çıkmaz içerisindeler. Şu an yaptıkları şey, ‘’zamana yayalım ve bakalım. Bir kere önce ayağımızı sağlama alalım. Önce bir maslahat gereği bazı esneklikler gösterelim. Köprüyü geçelim sonra bakarız’’ taktiği. Fakat bunun her iki taraf içinde sınırları var. Bir sivil anayasa bekleyenler sonsuza kadar bu şekilde umut içerisinde bekleyemezler. Ötekiler de İslami bir anayasa bekliyorlar, onlar da kıyameti koparacaklar. Durum hiç iç açıcı değil.
Demek istediğim, her iki taraf açısından da çıkmaz var. Bunun ötesinde iş bilmiyorlar. Profesyonel teknik kadrolara sahip değiller. Eski rejim unsurlarını davet etmeye başladılar, yurt dışındaki Suriyelileri özel olarak davet edip, çok güzel otellerde ağırlayıp “Aman gelin biraz el atın” demeye başladılar. Başka şansları yok çünkü. Teknik olarak kadroları yok. Mesela entegrasyon anlamında bir laboratuvar sayılabilecek Halep’te, Şeyh Maksut ve Eşrefiye mahalleleri, Kürtlerin yoğunlukta olduğu mahalle. Orada 10 Mart çerçevesinde bir anlaşma yapıldı. Sonuçta iki mahallenin ortak idaresi. Ama orada sorunları gerçek anlamda çözemediler. Kafa yapıları çok farklı bir kere. Dediğim gibi, bu pragmatizm aşısı belli yerlerde tutabilir. Suriyelilerde ilginç bir şekilde esnek bir damar da hep olagelmiştir. Ama bu esnekliği önce kendileri fena halde parçaladılar. Şimdi bunu tekrar kazanabilirlerse, topu çevirme şansları birazcık daha artar. Ama her halükârda, azınlıklarla, demokrat kesimlerle, beklentili olan kesimlerle ve kendi radikal kanatlarıyla çift yönlü olarak bir hesaplaşma içerisine girecekler.
Evet, finali böyle yapalım, bu söylediğin gerçekten önemli. Onlar da iki arada bir derede kalmış bir durumda. Bu pilav daha çok su kaldıracak. Hem ülkeyi hem devleti inşa etmek istiyorlar, ama pek becerebileceğe benzemiyorlar. Çok teşekkürler Fehim. Her zamanki gibi bayağı doyurucu bir yayın oldu, eksik olma. Evet. Fehim Taştekin’le Suriye’deki azınlıkların durumunu, Türkiye’nin, İsrail’in, ABD’nin politikalarını ve tabii ki Şam’daki yönetimin geleceğini konuştuk. Kendisine çok teşekkürler. Sizleri de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.