Tarık Çelenk yazdı: Yerli ve milli psikoterapi sorunumuz

Bir zamanlar ülkemizde bir psikoloğa gitmek ve danışmanlık almak, eksiklik veya utanılacak bir durum olarak görülürdü. Ben, TSK’dan istifa edip sivil hayata geçtiğim dönemde, farklı şekillerde bedensel ve duygusal olarak tezahür eden kaygılarımla baş edebilmek amacıyla iki yıl terapi danışmanlığı aldım. Sonradan arkadaşım olan bu popüler ve muhafazakâr gelenekten gelen eğitimci psikiyatr, disiplinler arası bir yaklaşıma sahipti. Bana sadece iç dünyamla yüzleşme imkânı sunmakla kalmadı, aynı zamanda entelektüel derinlik kazandıran bir perspektif de kattı.

Bu süreçte, başta Vamık Volkan olmak üzere, yurt içi ve yurtdışında saygın terapistler ve analistlerle tanışma, çevre edinme ve iş birliği imkânı da buldum. İlginçtir ki, beş yıl sonra, bir kamu kurumundaki üst düzey görevimden alınmamla ilgili mahkemece usulsüzlüğü tecil edilen kararda, Genel Müdür gerekçe olarak altı yıl önce psikoterapistten danışmanlık almamı gösteriyordu.

Yeni siyaset yapmak isteyen bir dostuma, “Önce bir psikoterapistten danışmanlık almalısın” dediğimde, “Haklısın, ama kesinlikle olmaz; seçmen bana zayıflık atfeder” cevabını vermişti.

Toplumsal algıdaki değişim

Bugün ise psikoterapi veya analiz danışmanlığı almak, artık toplumda bir eksiklik ya da utanç vesilesi değil; daha çok mükemmellik arayışı veya kariyer danışmanlığı gibi görülüyor. Yıllar önce kızımı hukuk fakültesi yerine psikolojiye yönlendirmiştim. Birkaç dostumun çocuğu da aynı yolu izledi. Hatta bir dönem, onaylanmış bir uluslararası analiz ekolünden 5–7 yıl danışmanlık aldıktan sonra kendim analiz yapmaya başlayıp başlamayacağımı düşünmüştüm.

Mesleki genişleme ve toplumsal yansımalar

Bugün ülkede, terapi ve analiz yapma ehliyeti olanların ya da yalnızca psikolojik danışmanlık yapanların sayısı, artan taleple birlikte hızla yükseliyor. Bu kesimin saygınlık ve gelir seviyesi, ortalama beyaz yakalıların oldukça üzerinde seyrediyor. Elbette bu durum, sayıların artmasıyla birlikte şifa dağıtmalarının ve danışanlarının gelirlerinin de artması şartıyla olumlu karşılanabilir.

Ancak bu sürece dair, teorik ve toplumsal bağlamda bazı sorular sormak zorundayız.

Teorik tartışmalar: Metafizik, modernite ve insan doğası

Modern çağda, metafizik boyutunu kaybeden insanın, doğasından koparıldığında bir “ayrılma anksiyetesi” yaşaması kaçınılmazdır. Psikoloji, modernite ile hayatımıza girdiğinde derinlerde hep şu sorular dolaştı:

  • Freud ve Jung’un önderlik ettiği psikanalitik metot mu, yoksa 1980’lerden sonra popülerleşen Bilişsel Davranışçı Terapi (BDT) mi daha etkilidir?
  • Dini ezoterizm mi, yoksa psikanaliz mi insanı daha bütüncül tanımlar?
  • Din ve bilimsel temelli psikolojik disiplinler arasında “ruh” kavramı nasıl konumlanır?
  • Tasavvuftaki seyr-i sülûk (arınma/olgunlaşma yolculuğu) ile psikolojinin bazı yöntemleri arasında benzerlik kurulabilir mi?

Bir başka temel soru: Tasavvufta kamil şeyh, seyr-i sülûkünü tamamlamış ve olgun örnek olmalıdır. Ancak terapistlerin çoğu hâlâ kendi olgunluk sorunlarını çözme sürecindedir. Kendi içsel problemlerini aşamamış bir terapist, sadece teorik bilgiyle danışanının sorununu ne ölçüde çözebilir?

Psikanaliz ve tasavvuf arasında kavramsal paralellikler

Freud’un id dediği ile tasavvufun nefs-i emmare dediği kavramlar, haz ve elem merkezli dengenin ortak ifadesidir. Ancak id’nin üzerinde ego–süperego ya da tasavvufta nefs-i mülhime, onun da ötesinde ise pozitivist dogmanın anlamakta zorlandığı vicdan ve “canlılık kaynağı” olan ruh bulunur.

Bu noktada, Jung’un psikanalize kattığı metafizik derinliği de unutmamak gerekir.

Pratik gözlemler

Pratikte, ehli tasavvuf olan pek çok kişi, anksiyete veya derin kaygılar nedeniyle şeyhe değil, psikanalist ya da terapiste giderek şifa bulmuştur. Tersine, kronik sorunlarını çözemeyen bazı danışanlar da bir kamil şeyhe intisap ederek huzur bulabilmiştir.

İslam dünyası, derinlikli bir model geliştirme konusunda şimdilik yetersiz kalmıştır. Batı ise Jung sonrası dönemde, psikoterapi ile metafizik boyutlar arasında yeni tezler üretmiştir.

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

Mesleki yol ayrımı: Psikanalist mi, psikoterapist mi?

Dünyada olduğu gibi ülkemizde de psikoterapist olmak, psikanalist olmaya kıyasla daha kısa sürede tamamlanabilen, daha çeşitli eğitim yolları bulunan ve daha geniş uygulama alanına sahip bir meslek yoludur.

Psikanalist olmak, entelektüel ve ruhsal formasyon gerektirirken; psikoterapistlik daha çok uygulamacı bir uzmanlık yolu olarak görülmektedir. Psikanaliz, felsefi derinlik, kültürel etki ve kişisel keşif potansiyeliyle öne çıkar. Psikoterapi ise çözüm odaklı yapısı ve geniş erişilebilirliğiyle toplum sağlığına daha doğrudan katkı sağlar.

Kültürel ve eğitsel sorunlar: Gizlenmiş köylülük

Köylülüğünü vizyon olarak aşamamış ülkemizde, özellikle hukuk fakülteleri ya da hızla yetiştirilen öğretmen örnekleri bu durumu gözler önüne serer. Üniversiteler, en çok sosyalleşme mekânı olarak önem taşır. Ancak derinliği olmayan ya da devam zorunluluğu bulunmayan bölümlerden mezun olan, zeki ama sosyal deneyimi sınırlı Anadolu çocukları, kamu alanında önemli sorumluluklar üstlenebilmektedir. Bu duruma “gizlenmiş köylülük” denir.

Çok yönlü deneyim ve disiplinler arası eğitimden yoksun bazı hukukçular veya psikolojik danışmanlar, sahada ciddi sorunlar çıkarabilmektedir.

Bu bağlamda, Türkiye’de psikoterapi ve psikanaliz alanının “lümpen karakter” kazanması veya ciddiyet ve derinlikten uzaklaşması, yalnızca mesleki değil; kültürel, kurumsal ve epistemolojik nedenlere dayanmaktadır.

Temel nedenler

  1. Kurumsal denetim eksikliği ve mevzuat belirsizliği
  2. Psikanaliz geleneğinin kurumsallaşamaması
  3. Hızlı tüketim kültürü ve “Instagram terapisi”nin yaygınlaşması
  4. Orta sınıfın ruhsal boşluğunun pazarlanması
  5. Teolojik ve felsefi arka planın ihmal edilmesi
  6. Tasavvuf geleneğiyle bağ kurulamaması

Sonuç

Türkiye’de psikoterapi alanı, tasavvufi gelenekle bağını büyük ölçüde koparmış ve çoğunlukla metafiziği dışlayan bir yaklaşıma yönelmiştir. Bu nedenle, derin içsel dönüşüm yerine, “kısa yoldan” sonuç vaat eden yöntemler öne çıkmaktadır.

Görünüşte modern olan pek çok terapist, zihinsel olarak geleneksel kalmakta, yani “gizlenmiş köylülük ”ten kurtulamamaktadır. Kendini olgunlaştıramayan veya dönüştüremeyenlerin bilişsel aktarımlarının ne kadar sağlıklı olabileceği tartışmalıdır. Bu durum hem mesleğin itibarını zedelemekte hem de dönüşüm kapasitesini sınırlamaktadır.

Teorik derinliğini besleyip kültürel kökleriyle yeniden bağ kuran ve disiplinler arası yaklaşım eksikliklerini gideren bir psikoterapi alanı; bireysel ve toplumsal düzeyde köklü, sürdürülebilir ve sahici bir ruhsal olgunlaşmanın kapısını aralayabilir.