İki tarafı da giyilebilen montu ilk kez bir filmde görmüştüm. Takip edilen adam koşarak bir sokağa giriyor, hızla montunu çıkarıp tersini giyiyor ve sakince yürümeye başlıyordu. Takip eden silahlı kişiler onu fark edemeden yanından geçip gidiyorlardı. 70’lerin sonlarında bu mont çok yaygınlaşmıştı.
Hayatımda ilk ve son defa bir giysiye hayranlık hissetmiştim. İnsanların sokaklarda dövüldüğü, kurşunlandığı zamanlardı. Ola ki günün birinde Ülkücü paramiliter çetelerin hedefi olursam bir sokağa girip montumu tersyüz ederek onların elinden kurtulabilecektim. Bir solcunun nahif hayal sandığı…
On altı yaşında ne kadar makul ve doğal görünebiliyor böyle uçuk kaçık fikirler! Sırf o montu alabilmek için o yıl fazladan bir ay daha matbaada çalışmak zorunda kalmıştım. Hava durumuna uygun olup olmadığına bakmaksızın her gün montumun lacivert tarafını giyip gidiyordum okula. Günün birinde takip edildiğimi hissettiğimde beyaz yüzünü giyecektim.
Bu planımdan yalnızca Tarık’a söz etmiştim. Tarık benim tek sırdaşımdı o yıllarda. Birlikte sol fraksiyonları inceliyor, tartışıyor, onların bize önerdikleri kitapları okuyor aldığımız notları karşılaştırıyorduk. En son, Pertevniyal Lisesi’nin arkasındaki İGD’lilerin kahvehanesine gidip bir eğitim çalışmasına katılmıştık Tarık’la. Vatan Caddesi boyunca yürürken sık sık dönüp arkama bakıyordum. Ola ki takip altındaysam montumu değiştirecektim.
“Yani sen bir anda krem renk mont giyen birine dönüşeceksin, faşolar seni tanımayacak, öyle mi?” dedi Tarık birden. Zihninde akıp giden bir hesaplaşmanın son aşamasına gelmişti anlaşılan.
“Evet?”
“Peki ya ben?” dedi sesi titreyerek. Sorduğu anda pişman olduğunu hissetmiştim.
“Seni de kurtarır bu durum oğlum. Adamlar bir siyah kaban bir de lacivert montu takip ederlerken birinin değişmesi yetecektir. Unutma bunların aklı kolay karışır, çünkü onların dünyası düzdür,” dedim.
Tarık gülerek, “Doğru olabilir bu söylediğin ama yalnızca montu takip edecekleri fikrini kabul etmek biraz fazla iyimser geliyor bana. Yani o izlediğin filmde, tamam da…” Gerisini getirmedi. Hava serindi, takip edilmiyorduk.
Birkaç hafta sonra okuldan çıktığımda arkamdan iki kişinin hasmane bir şekilde bana yaklaşmakta olduğunu gördüm ve hızlandım. Tam Vatan Caddesi’ne ulaştığım yerde beş kişinin de duraktan ayrılarak bana yöneldiğini fark ettim. 20’li yaşların başında, dördü irikıyım bu adamlardan ikisinin Ülkücü bıyığı vardı. Giysileri, hareketleri kuşkuya yer bırakmıyordu, saldıracaklardı. Sakince Vatan Caddesi boyunca elli metre kadar yürüdükten sonra birden koşarak caddeyi geçmeye başladım. Aynı anda arkamda bağırışlar duydum. Dönüp baktığımda onların da caddeyi geçmekte olduğunu anladım. Evime giden yolun başına yönelmişlerdi. Karşıya geçince durmak zorunda kaldım, iki yönden kıstırmışlardı beni. Tam karşımda bir tır parkı vardı, oraya girebilsem, evimize ulaşmam kolaydı ama mesafeden dolayı bunu yapabilmem mümkün değildi. Benim bakışlarımı takip eden kıvırcık saçlı, uzun boylu genç, “Dur, bir şey yapmayacağız, sadece konuşmak istiyorum seninle!” diye bağırdı. Başka da seçeneğim yoktu zaten. Bir an için geriye dönüp orduevine sığınmayı düşündüm ama geç kalmıştım bunun için. Kıvırcık saçlı yanıma geldi ve anlayamadığım bir şeyler söyledi.
“Ne diyorsun?” dediğim anda da elinde muşta olduğunu gördüm. Saldırının ne zaman başladığını, ne zaman yere yığıldığımı hatırlamıyorum. Gözüm kararmıştı. Tek hatırladığım, tır parkının girişindeki bekçinin, elinde demir bir çubukla onlara doğru bağırarak yürüdüğüydü. Küfrediyor, çubuğu havada sallayıp duruyordu. Birkaç dakika sonra bekçi kulübesinden iki kişi daha dışarı çıkınca tekmeler kesildi. Kısa bir an bayılmışım. Bekçi yanıma gelip yerden kalkmama yardım etti, cebinden çıkardığı mendili uzattı, “Burnun kanıyor, bastır,” dedi, eve gidip gidemeyeceğimi sordu. Evden iki yüz metre uzaktaydım. Gidebileceğimi söyledim, sendeleye sendeleye yürüyerek sokağımıza girdiğimde, kaburga kemiklerim sızlamaya başlamıştı. Montumu çıkardım, tersyüz edip krem rengi yüzünü giydim. İnce şeritler halinde kan lekeleri olduğunu fark ettim ve bu görüntünün annemi korkutacağını düşünerek köşede durdum, yeniden montun lacivert yüzünü giydim. O yıllarda ne yaparsak yapalım, annemizin heyecanlanmaması için özenli olmamız gerektiğini bilirdik. Bir kalp krizini daha atlatamazdı, doktor öyle demişti.
Takip altındayken montumu değiştirmeyi akıl edememiştim. Ne anlamı vardı ki çift taraflı mont giymenin bu durumda?
26 yıl sonra, 2005 yazında cep telefonumdan beni arayan biri, kendisini Tarık (gerçek ismi bu değil) olarak tanıttı ve benimle konuşmak istediği önemli bir şey olduğunu söyledi. Şimdi sen bu yazdıklarımı okuduğun zaman Tarık’ın kim olduğunun farkındasın ama benim için yaşanan kıyamet gibi bir altüst oluş çağının karanlığında yitip gitmiş pek çok isimden biriydi o.
“Almanya’da yaşıyorum, çok uzun yıllardır görüşmedik, lisede arkadaştık… Hani Barış Kahvehanesi’ne, Odunluk’a giderdik birlikte, hatırlamadın mı?”
Sis aralandı ve onun buluşma teklifini kabul ettim. Bir gün sonra Almanya’ya dönecekmiş, ya o akşam ya da ertesi sabah erken buluşabileceğimizi söyledi. Seçimi ona bıraktım.
Akşamüstü Mis Sokak’ta bir kahvehanede buluştuk. 12 Eylül darbesi sonrasında nasıl büyük sıkıntılar yaşadığını, kaçmak zorunda kalışının hikayesini, yaşadığı psikolojik alt üst oluşu, kaybolan kuzenini anlattı. Doğrusu hayalimdeki o dingin ve kırılgan gençle pek alakası yoktu karşımda oturan bu atak ve heyecanlı adamın. Neydi onu böylesine dönüştüren?
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Sanki aklımdaki soruyu duymuş gibi bakışları çocukluk yıllarımızdaki ürkekliğine bürünmüştü yeniden.
“Vicdanım hep kanadı, biliyor musun?” diye anlatmaya başladı. Hemen orduevinin arkasındaki sokakta oturuyordu Tarık’lar. O gün bir nedenle erken çıkmıştı okuldan. Balkonda evdekilerden gizli gizli sigara içmekteyken olup bitenleri izlemiş Tarık.
“İlk andan itibaren bir an montunu çıkarıp orduevinin yanından yukarı çıkacaksın ve oradaki kalabalığa karışacaksın diye umdum. Sense vızır vızır geçen o arabaların arasına atladın ve hiç hesap yapmadan, bir kez de ezilme tehlikesi atlatarak karşıya geçtin. Düz bir rotada değil, evini kerteriz alarak koşsan onlardan önde olacaktın, seni yakalamaları imkansızdı ama sen düz koşmayı tercih ettin. Nedenini hiçbir zaman anlayamadım. Belki de yakalanmak ve dayak yemek, bu faslı atlatmak istiyordun, bilmiyorum ama davranışların tuhaftı. Tır parkına girebilecekken geriye dönüp adamların sana vurmasına boyun eğdin. Bir kez bile kendini savunmak için çaba harcamadın. Doğal bir refleks olarak bile ellerini yüzüne ya da başına götürmedin. Bir vitrin mankeni kadar cansız, tepkisiz durdun.”
Yalnızca “Öyle mi?” diyebildim.
“Kısa bir an benim bulunduğum noktaya baktın. Aramızda üç yüz metre vardı ama sanki göz göze geldik bir an için. Sonra yere kapaklandın.”
Artık yüzüme bakmıyordu Tarık. Uzun bir suskunluk oldu. Ardından mahcup bir gülümsemeyle “Çok özür dilerim,” dedi, “26 yıldır bu yara kanıyor bende sevgili kardeşim. Ne kadar büyük bir utanç ve vicdan sızısı hissettiğimi tahmin edemezsin. Yıllarca her gece uyumadan önce içimdeki seninle konuştum. Senden özür diledim, bahaneler öne sürdüm, kendimi aklamaya çabaladım. Nasıl bitişsiz bir mahkemeydi bu, bilemezsin.
Hiçbir şey yapmadım sevgili dostum. Bu günahtan kurtulmam imkansız. Beni affetme hakkın da yok artık. O günkü insan değilsin sen. İşin en boktan yanı da bu. 26 yıl önce ölümüne dayak yiyen bir çocuğu bulup özür dilemem ne mümkün artık! Şimdi onun yerine konuşman bana daha büyük acı verir. ‘Olan oldu, boş ver, geçmişte kaldı,’ gibi bir şey söylersen sen de bu ihanetin bir parçası olursun. Birlikte o masum çocuğa birer tekme de biz atmış oluruz.”
Kahvehanenin içindeki uğultu, tramvayın çaldığı zilin sesi, bir sarhoşun öfkeli küfürleri aktı geçti aramızdan. Tarık yorgun bakışlarla avuçladığı çay bardağına baktı, gülümsedi ve devam etti:
“Ah, be dostum, bir çığlık atabilsem, koşup telefonu elime alabilsem, aşağı inip seni yerden kaldıran o bekçiye yardım etmeye çabalasam; bunların hiçbirini yapamasam da en azından bir adım atabilsem kendimi bağışlamaya hazır olurdum ama ne yaptım biliyor musun? Sigara içmeye devam ettim. Nefret ettiğin, öfke duyduğun birinin acı çekişini seyretmeyi andıran bir keyifle sigaramı içtim. Senin yerden doğruluşunu izledim. Sendeleye sendeleye sokağınızın başına gelişini, montunu çıkarıp tersyüz edişini, sonra aynı şeyi tekrar yapışını izledim. Yıllar boyunca nedenini merak ettiğim bir şey olmuştur bu davranışın ama daha çok merak ettiğim bir şey vardı. Ben neden öyle davrandım? Yalnızca yardım etmemek değil, içimdeki o huzurun, neredeyse sevinç olarak adlandırabileceğim o tuhaf rahatlama halinin bir açıklaması olmalıydı. Senin yediğin her yumruk…”
Tarık durdu, gözlerini kuruladı ve göğüs geçirdi. Önümdeki paketten bir sigara alıp yaktı, zoraki bir gülümsemeyle çantasının fermuarını açıp sarı A4 boyutunda bir zarf çıkardıktan sonra şöyle dedi: “Bundan sonra söylenecek her şey çok anlamsız olacaktır. Asıl önemli mesele burada yazılı. Her şeyi daha iyi anlayabileceğini düşünüyorum.”
Sonra konuşmadık. Onun içindeki sevinci andıran o duygunun ne olduğunu biliyordum. Okuldaki sempatizan taifeye gözdağı vermek için birimizin dayak yemesi şarttı, işler öyle yürüyordu. Piyango bana vurmuştu, Tarık’a değil, bendim. Bu kadar basitti bunun cevabı. Ayrıca benim o masum insan olmadığımı, onun adına konuşamayacağımı söylemekle, kendisinin de dostluğuna ihanet eden o alçak olmadığını söylemiş oluyordu. Yani Tarık aynı Tarık’tı. Yüzleşme de yalandı aslında. Tıpkı iki tarafı da giyilebilen bir mont gibiydi Tarık. Hangi tarafını giyersen giy o dayağı ben yiyordum sonuçta.
Önüme ittiği o zarfı aldım ama hiçbir zaman açmadım, tahmin edersin. Onu açması gereken çocuk, montunu bir daha giymedi. Ne lacivert ne krem tarafını. Bir şeyi anlamıştı, montu iki taraflı değildi. İki astarı olan ama yüzü olmayan tuhaf bir giysiydi o.
Geciken adalet, adalet değildir, diyorsun ya. Geciken dik duruş da dik duruş değildir. Hatta sana bir şey söyleyeyim mi? Geciken hiçbir şey kendisi değildir. Gecikmişliğin lanetiyle başka bir şeye dönüşür illa ki.
- Görsel yapay zekâ ile oluşturulmuştur.