Ankara Söyleşileri’nin konuğu olan Sebahat Tuncel, sürekli kapatılan partilerinden, 2013-2015 çözüm sürecinin neden başarısız olduğuna; bugünkü sürecin dinamiklerinden, “AKP’ye güven olur mu” kaygısına; Erdoğan fotoğrafıyla eleştirilen DEM Parti yöneticilerinden, CHP’nin sürece yaklaşımına kadar pek çok sorumuzu yanıtladı. 2013’te AKP’nin çözüm değil, “çöktürme planı” olduğunu söyleyen Tuncel, yeniden çözümü tartışırken siyasi paradigmalarına ve Kürtlerin barış ısrarına güvendiklerini vurguladı.
Kürt siyasi hareketinin önemli isimlerinden Sebahat Tuncel Ankara Söyleşileri’nin konuğu oldu. DEM Parti Genel Merkezi’nde yaptığımız söyleşiye, önceki dönemlerde Halkların Demokratik Partisi (HDP) ve Demokratik Bölgeler Partisi’nde (DBP) eş genel başkanlık görevlerini yürüten, sekiz yıllık tutukluluğunun ardından TJA (Tevgera Jinen Azad – Özgür Kadınlar Hareketi) ile aktif siyasete devam eden Tuncel ile düne, bugüne ve geleceğe dair konuştuk.
Kadın, Kürt, Kızılbaş, sosyalist kimliğiyle siyasette
- Bizim bildiğimiz kimliğiniz 3K: Kadın, Kürt, Kızılbaş… Kendinizi siz nasıl anlatırsınız? 1998 yılında HADEP ile aktif siyasete girdiniz. Nasıl bir siyasi özne haline geldiniz? Yoksa bizim siyasete girdiğinizi bildiğimiz tarihten önce de özne olduğunuzu söylemek daha doğru mu olur?
Belki o Kürt, kadın, Kızılbaş olan 3K’nın yanına sosyalist kimliğini de dahil etmek gerekir. Politik bir ailede doğmanın etkisiyle, politikaya yabancı biri değildim. Kürt siyasi hareketi içerisinde aktif çalışmaya başladım ama öncesinde bir politik bilinç, sosyalist bir bilinç oluşmuştu. Ama esas benim için Kürt özgürlük hareketinde yer alış, kadın özgürlük perspektifiyle çok önemli bir yerde duruyor. Kendi açımdan devrimsel bir değişim, dönüşüm diyebileceğim şeydi biraz bu bağlamda.
Sol-sosyalist bir ailede büyümüş olmanın yarattığı bir kimlik vardı ama esasta mücadeleyle birlikte daha yoğun tanıştığım o kadın özgürlük çizgisi, çok daha sorgulayıp geliştirdiğim bir şey oldu. Ondan sonra da hep zaten kadın mücadelesi benim için temel alanlardan biri oldu.
Aynı harflerin farklı kombinasyonlarıyla partiler
- Büyük bir bölümünde sizin de parçası olduğunuz parti deneyimlerinde, benzer harflerin farklı kombinasyonlarıyla oluşan partilerle Kürt siyasi hareketi yoluna devam etti. Yasal sorunların yanı sıra, kapatılan partiler, sürekli yeni isimlerle girilen seçimler kitlelerde kırılma yarattı mı, halkta nasıl karşılık buldu?
Bu devletin Kürt sorununa yaklaşımıyla alakalı. Aslında Kürt özgürlük sorununu gündemine alan; Kürt halkının dil, kimlik, kültür haklarını savunan bir noktada olması partilerimizi hedef haline getirdi. Siz de ifade ettiniz, ben HADEP’te başladım, HADEP’ten önce kapatılan HEP, DEP, ÖZDEP süreçleri de var. HADEP kapatıldı, DEHAP’la devam ettik. DEHAP kendisini feshetti, sonra Demokratik Toplum Hareketi ve onun içerisinden çıkan parti olarak DTP ile devam ettik. Bu aynı zamanda parlamenter sürece de denk geliyor. Parlamenter deneyimimiz açısından daha önce SHP’yle girilen süreç de Kürt siyasi hareketi açısından önemliydi tabii. DTP de kapatılınca biz BDP’ye geçtik. BDP’den HDP’ye geçiş süreci oldu.
Parti kapatmalarla birçok insan yasaklı hale geliyor. Verdiğiniz bir emek var. Bir deneyim, birikim oluyor. Bütün bunlara her defasında yeniden başlamak durumunda kalıyorsunuz. Burada Kürt siyasi hareketinin belki bir avantajı, halk bunu bir mücadele gerekçesi, Kürt özgürlük mücadelesinin geldiği düzey ve onu engellemeye yönelik bir yaklaşım olarak gördüğü için bir sonraki parti kurulduğunda hemen ona geçiş yapabiliyor. Bu yetenek sanırım dünyanın hiçbir yerinde bir halkta yok. Bu çok önemli bir şey. O yüzden de toplumsal kaybı çok fazla yok ama insan gücü, deneyim kaybı, her şeye yeniden başlamak ciddi bir soruna neden oluyor. Umarım bu kapatılan partiler tarihi artık son bulur.
Leyla Zana Meclis’ten cezaevine gitti, 13 yıl sonra Tuncel cezaevinden Meclis’e geldi
- Siz de değindiniz, 22 Temmuz 2007 seçimlerine DTP’nin “Bin Umut Adayları” olarak girip 22 milletvekiliyle Meclis’te grup kurdunuz. Milletvekili seçildiğinizde tutukluydunuz. Neden tutukluydunuz, o dava nasıl sonuçlandı?
O da siyaset yapmaktan. Biz o dönem, iktidarcı politikaları eleştirdiğimiz, “Demokratik yatay bir örgütlenme nasıl olur” tartışmasını, yeniden yapılandırma tartışmalarını yoğun yaptığımız bir süreçte kol yapılanmasından kadın meclis yapılanmasına geçtik. DEHAP’ta Kadın Meclisi Sözcülüğünü yürütürken tutuklandım. Daha sonra o dosyadan beraat ettim. Sekiz ay kadar tutuklu kaldım o dosyada. Tutuklu kaldığım süreçte parti beni bağımsız aday gösterdi. Milletvekili olarak çıkmış oldum cezaevinden.
Bu aslında sadece benim yaşadığım bir şey değil. 13 yıl önce Leyla Zana parlamentodan apar topar alınıp cezaevine gönderilmişti. 13 yıl sonra bir kadının cezaevinden parlamentoya getirilmesi, aslında Kürt siyasi hareketinde yaşanan mücadele ve kadın özgürlük çizgisinin geldiği düzeyi de göstermesi açısından önemliydi. O dönem 22 milletvekilinden sekizi kadındı. Neredeyse yüzde 40’ı. Zaten o zaman biz DTP’de yüzde 40 cinsiyet kotası ve eş başkanlık sistemini savunuyorduk. Bu kotaya uymak, aynı zamanda kadın özgürlük çizgisindeki ısrarı da gösteriyor. Kişisel bir deneyim olmaktan ziyade toplumsal bir deneyim. Leyla Zana’yla da o yüzden bağ kurdum. Kürt siyasi hareketi 90’lı yıllardan bugüne, legal demokratik sahada hep bir baskıyla karşılaşıyor. Yani Kürtler siyaset yapmakta ısrar ettikçe devlet bu siyasetin kanallarını tıkıyor. Bugün de yaşadığımız sorun o aslında: demokratik siyasete alan açmak. Hâlâ milletvekilleri, belediye başkanları, yöneticilerimiz cezaevinde. Bu döngü Kürtler açısından süreklileşen bir şeye dönüşüyor ne yazık ki.
“2013’te AKP’nin niyeti Kürt siyasetini çözmekti, kaybeden Türkiye oldu”
- 2011’de yine İstanbul’dan bağımsız milletvekili olarak seçildiniz, DTP kapatılmıştı ve bu defa bağımsız vekillerin adresi BDP idi. BDP, iktidarın başta “Kürt açılımı” dediği, Kürtlerin “barış süreci” demeyi tercih ettiği ama şimdi “çözüm süreci” olarak andığımız o sürecin önemli bir parçasıydı. Sürecin tohumları da 2011 seçimlerinden sonra atıldı. Barış ihtimalini hangi şartlarda konuşmaya başladık?
Aslında şimdi siz tarihi hatırlatınca 2009’da da bir şekilde çözüm tartışmaları oldu. Türkiye kamuoyunda “Oslo süreci” olarak bilinen bir süreç yaşanıyordu. O süreç tıkandı, DTP’ye yönelik bir operasyon oldu. Merkez yöneticilerimiz, daha sonra belediye başkanlarımızla 154 arkadaşımız tutuklanmıştı. Süreç öyle bitirildi. Arkasından DTP kapatıldı zaten.
2011 sonrası çatışmanın, savaşın çok derinleştiği bir süreçti. 2013’te diyalog ve müzakere süreci başlatıldı. Aslında Kürt meselesi her zaman siyasi iktidarlar tarafından güvenlikçi politikayla görülmüş ve bu güvenlikçi politikaların sonuç almadığı da hep tespit edilmiş. Ama en nihayetinde siyasi bir kararlılık, sorunu siyaseten çözme girişimleri hep yarıda kalmış. Türkiye’de Kürt sorununu, bir halkın hak ve özgürlük sorunu olarak görmek yerine; sonucuyla, yani silah ve çatışma boyutuyla ifade etmek hep problem hâline geldi. Aslında bugün de yaşadığımız temel sorunlardan birisi bu. Kürt sorununun adını koymadan, Kürt halkının dil, kimlik, kültür haklarının gasp edilmesinin bugün bu sorunu yarattığı gerçeği tespit edilmeden yapılan girişimler hep başarısızlıkla sonuçlandı.
2013-2015’teki süreç içerisinde bir çöktürme planının devreye konulduğu, başarısız darbe girişiminden sonra darbecilerin ortaya attığı belgeyle ifşa oldu ve “AKP’nin çöktürme planı” daha sonra hiç yalanlanmadı. Aslında AKP’nin gerçek niyetinin çözüm değil, Kürt siyasetini çözmek olduğu zamanla daha net ortaya çıktı. 2015’te 7 Haziran seçimlerinde Kürt siyasi hareketi, birleşik mücadeleyle çok güçlü bir sonuç almıştı. Yüzde 13 oranında oy ve 80 milletvekili. Hatırlarsanız o zaman masayı devirdi Tayyip Erdoğan, seçimleri yok saydı ve 1 Kasım’da seçim yenilendi. O dönemin meşhur “400 milletvekili verin” sözü herkesin aklındaydı.
Dolayısıyla toplumda çok güçlü bir destek almış barış sürecini ne yazık ki sekteye uğrattı. Devlet aklı sorunu çözmek yerine, siyaseten kendisine daha çok rant devşirme, kendini iktidarda tutma yaklaşımı olarak değerlendirdi. Kaybeden tabii ki Türkiye oldu, arkasından karanlık bir 10 yıl. Koyu faşizmin, baskı, zor, şiddetin uygulandığı bir 10 yıl. Sadece Kürt siyasetçiler cezaevine girmedi, bütün Türkiye hapishaneye, açık cezaevine dönüştürüldü.
HDP’yi yüzde 13 oya taşıyan “Türkiyelileşme” stratejisi miydi?
- 27 Ekim 2013’te HDP’nin Eş Genel Başkanlığı’na seçildiniz, Haziran 2014’e kadar görevi sürdürdünüz. O süreç, HDP’nin Türkiye’nin dört bir yanında tabanını genişlettiği, sadece Kürt siyasi hareketinin temsilcisi olmanın ötesinde pozisyon aldığı bir süreçti. Barajları da fiilen yıktı, 7 Haziran’da yüzde 13 ile çok ciddi bir oy aldı. Bunda etkili olan “Türkiyelileşme” stratejisi miydi?
Biz “kongre partisi” olarak kendimizi tanımladık. Halkların Demokratik Kongresi (HDK) ve HDP birlikte çalışma yürüttü. Şöyle tanımlamıştık: “Siyasal olanı toplumsal, toplumsal olanı siyasallaştırmak.” Aslında toplumu siyasetin bir öznesi haline getirme, doğrudan demokrasinin kanallarını yaratma, halk adına sorun çözmek değil, halkla birlikte sorunları çözme stratejisi, radikal demokrasi projesi toplumda çok büyük bir karşılık buldu.
2014’te yerel seçimlere girdik. O yerel seçimlerde HDP’ye yönelik ilgi, yaptığımız sokak toplantılarında, mitinglerde, panellerde halkın bu yeni siyasete ilgisi açığa çıkmıştı. Zaten ondan sonra parti olarak seçime girme kararı alındı. Ondan öncekilerde biz bağımsız adaylarla girip, barajı fiilen aşmıştık. O yerel seçim, arkasından sevgili Selahattin Demirtaş’ın aday olduğu Cumhurbaşkanlığı seçimi ve 2015 seçimleri bir dizi şeyi gösterdi bize. Aslında toplumun siyaseti değiştirme iradesi ve talebinin güçlü olduğunu gördük.
Bu Türkiyelileşme lafı bize ait değil. Çünkü biz hep kendimizi Türkiye partisi olarak gördük. Asıl Türkiyelileşmeyenler, bu ülkede Kürt sorununu yok sayanlar. Türkiye’de yaşayan herkesi Türk gören anlayış problem kaynağıydı. Oysa biz, kapatılan partilerimiz de dahil, hep programlarımızda Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun çözümünü birlikte hedefledik. Demokratik bir anayasa inşası, Kürtlerin, Alevilerin eşit özgür yurttaşlık talebi, kadınların eşitlik talepleri… Bunlar hep programlarımızda var olan şeylerdi ve biz bunun siyasetini yaptık. O yüzden Türkiyelileşme kavramı bence bize çok uygun bir kavram değil. Aslında Türkiyelileşmeyen partiler bizi Türkiyelileşmemekle suçluyor. Türkiye nüfusunun üçte birini oluşturan Kürtlerin ya da Alevilerin sorunlarını görmeyenler Türkiyelileşemiyor. Onlar kutuplaştırıcı, ötekileştirici, yok sayan bir siyasette. Türkiyelileşme kavramının o açıdan HDP’ye yönelik bir baskı aracına dönüştüğünü görüyorum.
Diyalogdan müzakereye geçişte tıkanan ilk çözüm süreci
- Okuyucularımız için kısa bir hatırlatmayla bu soruyu soracağım. Şubat 2015’te Dolmabahçe toplantıları yapıldı, yasal hazırlıklar ve yine bir silah bırakma çağrısıyla sürecin sonuna gelindiği düşünülüyordu. Ancak seçimlere giderken Erdoğan 400 milletvekili istedi, Selahattin Demirtaş’ın “Seni başkan yaptırmayacağız” yanıtı hafızalara kazındı. Hemen ardından Erdoğan, Dolmabahçe Mutabakatı’nı reddetti. 7 Haziran 2015 seçimlerinde AKP hükümet kurma çoğunluğunu kaybetti. 22 Temmuz 2015’te Şanlıurfa Ceylanpınar’da iki polis memurunun öldürülmesiyle çözüm süreci resmen sona erdi. 1 Kasım seçimlerine giderken yaşananlarsa hepimizin malumu. O masa aslında nerede devrildi? Suriye iç savaşı ve Kürtlerin Rojava deneyimi, 2013’teki çözüm süreci dinamiklerinin neresindeydi? Bir ilham mı, devlet için bir tehdit mi, yoksa devlet aklının devreye girmesi mi?
Şimdi geri dönüp baktığımızda bir yandan gerçekten çözüm süreci yürütülüyordu. Akil İnsanlar Komisyonu vardı, toplumun yüzde 80’i bu sürece destek veriyordu. Dolmabahçe Mutabakatı, aslında diyalogdan müzakereye geçiş açısından önemli bir aşamaydı. Tam bu süreçte Erdoğan masayı devirdi. Bu “çöktürme planı”nda aslında devletin niyetinin çözüm olmadığını biraz önce söylemiştim. Dolayısıyla böyle bir ciddi müzakereye geçişte Erdoğan çeşitli bahanelerle çözümsüzlük siyasetini geliştirdi. Hatırlarsanız o zaman Rojava’da Kürtler IŞİD barbarlığına karşı direniyor, büyük bir mücadele veriyordu. Muhtemelen Türkiye’nin o zaman El-Kaide bağlantılı örgütlere desteğinin de sürecin bozulmasında etkisi oldu. Çünkü Türkiye o günden sonra Kürt karşıtı politikayı esas aldı ve son 10 yılda, yeniden çözüm tartışmalarının başladığı sürece kadar da sistematik olarak Kürt karşıtı siyaseti yürüttü.
Hem Rojava’da hem Türkiye içerisinde kayyum rejimini devreye koydu. İmralı’da mutlak tecrit ve izolasyonla Sayın Öcalan ailesiyle, avukatlarıyla görüştürülmedi. Belediyelerimize üçüncü kez kayyum atandı. Binlerce Kürt siyasetçi gözaltına alınıp tutuklandı. Kobani halkıyla dayanıştığı için HDP’ye kapatma davası açıldı ve HDP MYK’sı yargılandı. Bütün bunlara baktığımızda bunun, Rojava’yla ya da Kürtlerin Ortadoğu’da bir statü elde etme, kendi kaderini belirleme yaklaşımıyla alakalı olduğunu görüyoruz. O dönemki AKP iktidarı, Kürtlerle bir gelecek kurmak yerine cihadist gruplarla bir gelecek kurmayı tercih etti. Ama bunun karşısında Kürtler direndi, mücadele etti ve bu politika boşa düştü. Hâlâ Rojava’ya yönelik Türk siyaseti tam değişmiş değil. Ne yazık ki Kürt karşıtı politikada ısrar ediliyor. Ama bunun sorunu çözmek yerine çözümsüzlüğe hizmet ettiği sanırım artık daha net görülüyordur.
HDP, şimdi de DEM Parti Demirtaş ve Yüksekdağ’a sahip çıkmadı mı?
- Dokunulmazlıklar kaldırıldı, 4 Kasım 2016’da Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ’ın da aralarında olduğu isimler tutuklandı. İki gün sonra da siz gözaltına alınıp tutuklandınız. Bu süreçte partinin içinden ve dışından eski başkanlarına sahip çıkmadığı eleştirileri geldi. AİHM kararlarına rağmen hâlâ Demirtaş’ın tahliye edilmemesinin nedenini, Öcalan’ın ve Kürt siyasi hareketinin istememesi şeklinde yorumlayanlar var. Demirtaş neden tahliye olamıyor? Siz hem içeride, hem dışarıda deneyimlediklerinizle “sahip çıkılmadığı” eleştirilerine katılıyor musunuz?
Sevgili Selahattin Demirtaş, Figen Yüksekdağ, Semra Güzel, Leyla Güven, Ayşe Gökhan, Selçuk Mızraklı ve ismini sayamadığım yüzlerce arkadaşımız, belediye başkanı, milletvekili, yöneticimiz cezaevinde. Kürt siyasi hareketine yönelik, 2009’dan bugüne sistematik bir siyasi soykırım operasyonu var. Bu baskı politikalarına karşı Kürtler hep direndi. Sahip çıkmama mevzusu çok gerçekçi değil. Bu yine, bizim dışımızdakilerin Kürt siyasetine atfettiği bir şey. Düşünün, yöneticileri gözaltına alınıyor, tekrardan yeni bir yönetim oluşturuyor. Bir yandan yönetim sorunlarıyla uğraşmak, bir yandan toplumun sorunlarına çözüm bulmak, bir yandan da gelişen siyasete cevap olmak gibi sorunlarla karşı karşıya kalıyor.
Kaldı ki Kobane kumpas davası sürecinde bizim yaptığımız savunmaları basın kamuoyuna duyurmadı. Oradaki duruşu, direnişi kamuoyuna yansıtan yine partideki arkadaşlarımız oldu. Aslında birbirini büyüten, cezaevindekilerin sesini de dışarı duyurmaya çalışan ama aynı zamanda bu hukuksuzluğu, haksızlığı da teşhir etmeye çalışan bir yerden siyaset yapmak durumunda kalıyoruz hep. Bu süreci başlatan, biraz önce de konuştuğumuz çözümsüzlük siyaseti. Masanın devrilmesi, Türkiye’de Kürtlere karşı geliştirilen siyasi soykırım operasyonlarının boyutunu da derinleştirmiştir.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Bugün CHP her ne kadar özeleştirisini verse de, ne yazık ki o dönem Kürt siyasi hareketine yönelik geliştirilen bu baskı siyasetinin bir parçası olmuştur. “Yenikapı ruhu” diye ifade ettikleri süreçte Kürtlere karşı geliştirilen siyasi soykırım politikasının aslında Türkiye demokrasisine yönelik bir şey olduğunu daha yeni anlamak durumundalar. Biz o zaman söylüyorduk, “Bu Kürtlere değil, esasta Türkiye demokrasisine, özgürlüklere yönelik bir saldırı ve baskı” diyorduk. Tabii ki hiç istemezdik bu tip şeyler yaşansın ama bugün CHP’ye yönelik de benzer operasyonlar sürdürülüyor. Eğer biz bunu engelleyemezsek yarın başka siyasi partinin de önüne gelebilir.
Selahattin Demirtaş gerçekten neden hâlâ cezaevinde? Selahattin Demirtaş, Figen Yüksekdağ siyaset yaptığı için, HDP MYK’sı Kobani halkıyla dayanıştığı için, esas itibariyle Kürt sorununa yönelik strateji değişmediği için hâlâ arkadaşlarımız cezaevinde. Bir yandan yeni bir dönem başlıyor, Kürt sorununun çözümü konusunda tartışmalar yürütülüyor. İlk yapılacak şey rehine tutulan siyasetçi arkadaşlarımızın özgürlüğüne kavuşmasıdır. Sayın Öcalan çağrı yaptı 27 Şubat’ta, PKK kendini feshetti, silahlar yakıldı. Eğer silahlı mücadele tamamen sonlanacak, demokratik siyaset yapma hakkı siyasi ve hukuki güvenceye kavuşacaksa, demokratik siyaset alanı özgürleşecekse; ilk yapılması gereken cezaevlerinin boşaltılması, dağdakilerin gelip siyasete katılımının önünün açılması, Avrupa’da sürgünde yaşamak zorunda olanların gelip katılmasıdır.
“Kürt siyaseti Selahattin Demirtaş’a, Figen Yüksekdağ’a sahip çıkmıyor” demek büyük bir haksızlık. Kürt siyasi hareketi bütün herkesi özgürleştirmek için mücadele ediyor. 10 yıl siz dışarıda yaşadınız, biz içeride etkilerini gördük. Bu kadar baskı, yoğun şiddet sarmalı karşısında kendi örgütsel yapısını koruyabilmek ve toplumsal sorunlara çözüm üretebilmek için ayakta durmaya çalışan bir siyasi hareket var. Ve buna rağmen Türkiye’nin üçüncü büyük partisi, bu da öyle az buz bir şey değil. Ben umuyorum ki eş başkanlarımız ve milletvekillerimiz başta olmak üzere, cezaevlerindeki hasta tutsaklar, infazı dolduğu hâlde idare gözlem kurulu kararlarına bağlı kalarak hâlâ özgürlükleri gasp edilen tüm arkadaşlarımız bir an önce özgürlüklerine kavuşur.
CHP’nin sürece yaklaşımı ve AKP’nin CHP’yi dışlama politikası
- “CHP öz eleştirisini verdi” dediniz. CHP’nin şu anki sürece yaklaşımını, DEM Parti ile temaslarını samimi buluyor musunuz?
Yaklaşımlarını önemsiyorum. Siyaseti samimiyet üzerinden konuşmayı çok gerçekçi görmüyorum. En nihayetinde herkes kendi politik programı etrafında çeşitli ittifaklar geliştiriyor, dayanışma birlikleri kuruyor ya da mücadele ediyor. CHP’ye yönelik AKP’nin yürüttüğü politika, esasta CHP’yi dışlayarak çözümsüzlük politikasının bir parçası haline getirmek diye düşünüyorum. Bir yandan Kürt sorununun çözümünü gündeme getirirken, bir yandan CHP’lilere yönelik operasyonlarla kayyum siyasetinin sürmesi, gözaltı ve tutuklamalar, doğal olarak toplumun sürece güvensizliğini beraberinde getiriyor. Çünkü Kürt sorununun çözümünü şimdiye kadar biz şöyle anlattık: Kürt sorunu çözüldüğünde Türkiye’nin demokratikleşmesi de gelişecek. Demokratikleşme olmadan Kürt sorunu çözülmez, Kürt sorunu çözülmeden demokratikleşme olmaz.
Ama gelinen aşamada iktidarın demokratikleşmeye geçişi hızlandıracak bazı adımları atmaması, aslında iktidarın negatif barış algısıyla alakalı. Sonuçta pozitif barış dediğimiz düşünce, ifade, örgütlenme ve eylem özgürlüğü. Yani silahların susması değil, aynı zamanda demokratik yaşamın inşası açısından da önemli. Demokratikleşme için asgari müşterekte yapılması gerekenleri de ifade eden bir durum. Bu konuda hala iktidar cephesinden bir netlik yok gibi görünüyor. Biz bunun pozitif bir barış olması ve Kürt sorununun çözülmesi, silahların devre dışı bırakılması; aynı zamanda demokratik hak ve özgürlüklerin güvenceye alınması konusunda bir sürece evrilmesi açısından önemsiyoruz ve bunun mücadelesini yürütüyoruz.
Ben CHP’nin kısmen bu meseleyi gördüğünü düşünüyorum. Bugün hem komisyonda yer alıyor olması, hem Kürt sorunu konusunda, en azından dokunulmazlıkların kaldırılması konusunda öz eleştiri veriyor olmaları… Kürt siyasetinden de bağımsız olarak, yaşadıkları baskı politikası da demokrasi, insan hakları ve özgürlükleri savunmayı zorunlu kılıyor. Son dönem Özgür Özel’in, biraz önce söylediğim AKP’nin CHP’yi dışlama stratejisine karşı hâlâ o masada oluyor olması ve çözüm konusunda kendilerinin de var olduğunu ifade etmesi bence önemli. Kaldı ki sosyal demokrat bir partiye de zaten bu yakışır. Kürt sorunu iktidar hedefi olan, gelecekte Türkiye’yi yönetme hedefi olan bir partinin temel gündemlerinden biri olmak durumunda.
Bahçeli’den Öcalan’ın aradığı muhataplık
- Yine hafıza tazeleyerek başlıyorum. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, 2021’de HDP’nin kapatılması için çağrılar yapıyor, hatta usul eksiklikleri nedeniyle parti kapatma davasının iddianamesini iade ettiği için AYM’nin de kapatılmasını istiyordu. Aynı Bahçeli, 1 Ekim 2024’te DEM Parti sıralarına yürüyerek bir süreç başlattı. Bir yıldır da sürece istikrarla sahip çıkıyor. Öcalan ile devlet yetkililerinin Bahçeli’nin ilk adımının çok öncesinde de görüştüğü iddia edildi. Siz süreci nasıl açıklıyorsunuz? Neden başladı, nasıl ilerliyor? İktidarın anayasa değişikliği hedefi, Erdoğan’ın yeniden seçilmek için desteğe ihtiyacı olması ya da uluslararası dengeler bu süreci nasıl etkiledi?
Türkiye’nin içerisine girdiği siyasi ekonomik kriz, Kürt karşıtı politikasının Türkiye’yi Ortadoğu’da getirdiği durum, çözümün değil çözümsüzlüğün bir parçası olması, yürüttüğü denge siyasetinin artık işe yaramaması, Ortadoğu’da savaş ve çatışmanın bir şekilde Türkiye’yi içine çekme olasılığı… Bütün bunlar düşüldüğünde Devlet Bahçeli, devlet adına yeniden Kürtlerle ittifak kurmanın Türkiye’ye kazandıracağı stratejisine inandı ve bunu devam ettiriyor. Esasta Kürtleri sevdiği için değil, Türkiye’yi ve Türklerin çıkarını düşündüğü için böyle bir sürece girişti.
Sayın Öcalan da çok uzun yıllardır hep Kürt sorununu savaş ve çatışma zemininden, demokratik siyaset alanına taşımak istiyor. Bahçeli’nin “Gelip parlamentoda siyaset yapsın” çağrısı o açıdan önemliydi. Sayın Öcalan yıllar önce “Bir muhatap arıyorum” diyordu. Aslında aradığı muhataplık belki de böylece ortaya çıkmış oldu, bir dönem başladı.
“Tayyip Erdoğan yeniden başkan mı olmak istiyor, kendi iktidarlarını mı korumak istiyor?” Esasında Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler ve Türkiye’nin yaşadığı kriz ve kaosu beka sorunu olarak görmeleri… Çok çeşitli neden olabilir. AKP’nin nedeni başka, MHP’nin başka, DEM Parti’nin başka olabilir. Esasta biz bu süreci, ezilen emekçiler, yoksul halklarımız, kadınlar, gençler için, demokrasi ve barış isteyenler için bir olanağa çevirir miyiz? Bence mesele bu. Biz Kürt siyasi hareketi olarak, kadın hareketi olarak ortaya çıkan bu durumun, bu olanağın ezilenler ve emekçiler, kadınlar, Kürt halkı lehine barışa evrilmesi konusunda bir mücadele yürütüyoruz.
Kürt siyasi hareketi AKP’ye güveniyor mu?
- 2015’te çözüm sürecinin sona ermesinin ardından şiddet ve çatışmalar daha da tırmandı. Sizin hatırlattığınız üzere 2009’dan sonraki süreç de böyle oldu. Partinin bu süreçlerden çıkardığı dersler ve özeleştirileri var mı? Bugün, “Barış ve Demokratik Toplum” süreci için muhataplarınıza güveniyor musunuz? Size sürekli “AKP’ye güven olmaz” uyarıları yapılıyor, şu an yürüyen sürecin tekrar başarısızlıkla sonuçlanması durumunda doğacak risklerin farkında mısınız?
DEM Parti adına konuşamam çünkü kurullarında yer almıyorum ama Kürt siyasi hareketinin bir parçasıyım. Tutuklandığımda Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) Eş Genel Başkanı’ydım, hâlâ üyeliğim DBP’de. Kürt siyasi hareketi açısından düşündüğümüzde biz eleştiri ve öz eleştiriyi esas alıyoruz. Çünkü siz eksik ve yetmezliklerinizi görmezseniz, geleceği de güçlü kuramazsınız. O 10 yılın muhasebesini biz de yaptık.
“Kandırılıyor musunuz? AKP’ye nasıl güveniyorsunuz” gibi sorular bize de çok geliyor sokakta. Ben iki şeyi görüyorum. Toplumda önemli bir kesim barış olsun istiyor ama bu barışın nasıl olacağı konusunda, 20 yıllık iktidarın politikaları, özellikle biraz önce konuştuğumuz Oslo süreci, 2013-2015 sürecindeki uygulamalar ve arkasında yaşanan çok sert savaş ve çatışma süreci, toplumda bir güvensizlik ve iktidar açısından negatif bir algıya neden oluyor. Bence AKP’nin bunu görmesi lazım. Arkadaşlarımızın bazen yaptığı uyarılar yanlış. Bunu değiştirecek olan AKP, biz değiliz. Biz AKP adına konuşamayız. Çünkü AKP şahsında, aslında devlete olan güvensizlik var. Devlete olan güvensizliği gidermek, oranın görevi. Bunun için gerçekten somut adımlar atılmalı. Biraz önce konuştuğumuz siyasi tutsakların bırakılmasından tutalım, kayyum rejiminin ortadan kaldırılması ve demokratik siyaset alanının genişletilmesi gibi yapılması gereken bir dizi şey var.
Ama bir siyasi hareket olarak biz iktidar partisinin ya da bir başka partinin ne yapıp yapmadığına bakarak siyaset yürütemeyiz. Biz kendimize güveniyoruz. Kendi siyasetimizin ne olduğunu biliyoruz. Kürt halkının özgürlüğünü istiyoruz. Alevilerin, kadınların, doğanın özgürlüğünü istiyoruz. Demokratik, ekolojik, kadın özgürlükçü paradigmayı savunuyoruz. Bu paradigmanın toplumda büyük bir karşılığının olduğuna ve toplumsal sorunlara çözüm olacağına inanıyoruz. Sadece Kürtlerin değil, Türkiye toplumunun, sosyalistlerin de bunu desteklediğini görüyoruz.
Dikkat edin medyanın kapıları bize hâlâ kapalı. Birkaç yer dışında bizim arkadaşlarımız konuşamıyor. Kürt hareketi adına konuşan yok. Konuşanlar da Kürt siyasetçilerine hakaret etmek ya da üsttenci akıl vermek üzerinden konuşuyor. Oysa biz Türkiye toplumuna ulaştığımızda, en az Kürtler kadar Türkiye toplumunun da bizi destekleyeceğini biliyoruz. Bence aslında bundan korktukları için bunu engellemeye çalışıyorlar.
Biz iktidara değil kendimize bakacağız. Bu topluma ne vaat ediyoruz? Biz bu sistemin değişmesini istiyoruz. Mevcut rejimin, 12 Eylül faşist darbesiyle birlikte daha da kangrenleşmiş olan bu rejimin değişmesini istiyoruz. Bunun için de önerilerimiz var. Demokratik cumhuriyetin inşasını istiyoruz. Bütün halkların, inançların özgürlüğünü istiyoruz. Kendi paradigmamıza, kendi barış talebimize güveniyoruz. Kürt toplumunun barış konusundaki ısrarına güveniyoruz.
DEM Partililerin Erdoğan ile fotoğrafı “eksik muhalefet” mi?
- DEM Parti, süreç yürütüldüğü için “eksik muhalefet” ile suçlanıyor. Genellikle de muhalefet cephesinden bu eleştiri geliyor. Son olarak 1 Ekim’de TBMM açılışında Erdoğan ile DEM Partililerin fotoğrafı çok tartışıldı. Birbirinden çok farklı kesimler benzer yorumlar yaptılar. Siz o fotoğrafı nasıl yorumladınız?
Anlık bir fotoğraf üzerinden okuma yapmak, DEM Parti’yi sadece o fotoğraf üzerinden okumak yanlış. Kürt siyasi hareketine yönelik 10 yıldır acımasızca politika yürüten, Kürtlere karşı bu kadar baskı politikası üreten Cumhurbaşkanı’nın gelip DEM Parti’yle tokalaşıyor olmasının fotoğrafı çok daha önemli. Çünkü bu aslında bir dönem siyasetinin bittiğini gösteriyor. İktidar tarafından yürütülen Kürt karşıtı siyasetin Türkiye’yi getirdiği nokta da düşünülerek yeni bir dönem, bence asıl konuşulması gereken şey bu.
Tayyip Erdoğan 10 yıllık Kürt karşıtı siyasetine, bir şekilde gelip tokalaşmakla birlikte bir nokta koymuş oluyor. Tabi henüz pratik olarak o noktayı biz görmüş değiliz. Bunun pratiğini, biraz önce söylediğim somut güven artırıcı adımlarla göreceğiz. Demokratik siyaset alanının açılması, zindanların boşalması, dağdakilerin, sürgündekilerin gelip demokratik siyasete katılımıyla göreceğiz. Ama 2025’i, AKP’nin Kürt karşıtı siyasetinin bir şekilde başarısızlığa uğradığı ve Kürt halkının mücadelesinin, direnişinin kazandığı bir resim olarak görmek daha önemli ve anlamlı.