Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Türk tipi başkanlık sistemi: Fehmi Koru ile söyleşi

[soundcloud url=”https://api.soundcloud.com/tracks/297728011″ params=”color=ff5500&auto_play=false&hide_related=false&show_comments=true&show_user=true&show_reposts=false” width=”100%” height=”166″ iframe=”true” /]

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba. İyi günler. Fehmi Koru’yla beraberiz. Fehmi Bey ile bugün özellikle yeni anayasa değişikliği paketini ele alacağız. Biz bunu Türk tipi başkanlık olarak tanımladık, başkanlık sistemi olarak tanımladık. Siz ne diyorsunuz, doğru mu?

Ben Cumhurbaşkanlık sistemi diyorum. Yani neticede kendileri tek başlarına, Ak Partililer olarak bunu Meclis’e getirip referanduma götürebilecek bir oyu sağlamalarının mümkün olmadığını görünce MHP destekli oldu girişim. MHP’nin de doğal olarak, “Madem böyle bir pazarlığın tarafıyım, o zaman benim de söyleyeceklerin var” deyip ileri sürdüğü birkaç şarttan bir tanesi de başkanlık yerine, Cumhurbaşkanlığı’nın kullanılması… Onlar çünkü kendi kitlelerine, “İşte biz başkanlıktan vazgeçirdik, yine Cumhurbaşkanlığı sistemi kalsın”, diye bir pazarlığı yaptıklarını söyleyecekler. Dolayısıyla, Cumhurbaşkanlığı gibi görünüyor, ama bildiğimiz başkanlık sistemine geçiyoruz aslında.

CHP Milletvekili bulmuş, metnin bir yerinde üstte Cumhurbaşkanlığı diyor altta başkanlık seçimleri diye bir… Lapsus deniyor değil mi buna?

Evet ama lapsus değil, herhalde bu paketi hazırlayanların ellerinde, tek başlarına bu işi götürdükleri zaman düşündükleri bir çerçeve, tasarı vardı. Onun üzerinde oynayarak bu son haline getirdiler herhalde. Tabii bu arada bir öncekinden aktarma bu tip hataların olması da normal.

Peki Fehmi Bey, genel olarak nasıl buluyorsunuz? Bayağı geniş kapsamlı bir şey var. Bazı noktaları insanlar öne çıkartıyor, ama bir bütün olarak baktığınızda siz çok deneyimli bir… Ankara’da yıllarca gazetecilik yaptınız.

Evet.

İstanbul’dayken de siyaseti çok yakından takip ettiniz. Bütün bu anayasa değişiklikleri, referandum süreçlerini de takip ettiniz. Bu yepyeni bir şey sanki.

Yepyeni saymıyorum ben bunu. Anladığım kadarıyla, Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanı, kendisi siyasete atılırken bir projeye de sahip. Bu projenin en önemli unsurlarından bir tanesi de Cumhurbaşkanı’nın yetersiz yetkileri yerine daha geniş yetkilere sahip olduğu bir sistem. O sistem içerisinde de kendisinin o makamda olması. Son noktaya kadar gelmiş durumda. Ama yetkiler –kullanıyor gerçi, ama o yetkilere yasal açıdan yani Anayasa’nın kendisine tanıdığı yetkiler olmadığı için sahip değil–; bunları da Anayasa’nın içerisine bir biçimde alacak tarzda, o projesini gerçekleştirme çabası içerisinde. Ben politikacıları, sizin de söylediğiniz gibi çok yakından gözlemeye çalıştığım için yıllar boyunca, pek çok politikacının aslında böyle projeleri var kafalarında. Mesela Turgut Özal böyle projeci bir cumhurbaşkanıydı. Onların bir bölümünü gerçekleştirebildi; o projesinin bir bölümünü gerçekleştiremedi. Gerçekleştiremediği için de zaten Cumhurbaşkanlığı’nda çok rahatsızdı. Hatta son dönemlerinde biliyoruz, tekrar günlük siyasete döneyim, sıfırdan başlayarak daha güçlü hale geleyim ve işte neyse o kafasındaki proje, onu orada gerçekleştireyim diye bir derdi vardı. Tayyip Bey de öyle. Projeci siyasetçilerden biri. Dolayısıyla o kafasındaki proje açısından neler gerekiyorsa onların hepsini bu paketin içerisine almış durumdalar. Baktığımız zaman, tabii tek tek maddelere baktığınız zaman belki işin içinden çıkmak mümkün değil. Dediğiniz gibi bu işten anlayan insanlar ele alıyorlar tek tek. Acaba bunun arkasında ne var diye düşünüyorlar. Ben şöyle görüyorum, yani okuduğum zaman o 21 maddeyi, benim zihnimde şöyle bir şey kaldı. Yani bugün ne yetki kullanıyorsa Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, o yetkilerin artık Anayasa düzeni içerisinde kullanılmasını kendisine sağlayacak bir çerçeve hazırlamış. Onun Meclis’ten geçmesini, halk tarafından da kabul edilmesini bekliyor. Ben öyle görüyorum.

Peki, biraz önce söylediniz, kafasında bir proje var. Ama biliyoruz ki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kuruluş döneminde, ilk programında, tüzüğünde uzun bir süre seçim süreçlerinde hiç böyle bir mesele yoktu.

Yoktu, çünkü o zaman kadro hareketiydi. Yani Ak Parti kuruluşundan belli bir tarihe kadar bir kadro hareketi olarak geldi. Tayyip Erdoğan başlangıçta, evet lider konumundaydı, ama eşitler arasında birinci gibi olan bir liderdi. Zaman içerisinde yani daha 2010’lara gelmeden de gücünü daha, diğerlerinden daha fazla ortaya koyabilecek bir noktaya kendisini getirdi. Ama 2010 sonrasında, öyle zannediyorum ki anayasa değişikliklerinden sonra, o anayasa değişikliği referandumunun 2010’da, fazla sorun çıkarmayacak şekilde geçmesiyle birlikte, o zaman projesinin Cumhurbaşkanlığı’yla ilgili bölümünün de geçebileceği gibi bir kanaate sahip oldu. Dolayısıyla da bir kadro hareketinden zaten bir şahıs partisi hareketine dönmüştü Ak Parti. Oradan itibaren de bunu zorlayacak bütün şartları kendisi için hazırladı. Ben bugün baktığımda bunu görüyorum. Yani nasıl olsa itiraz eden yok şu anda. İlk başlarda belki yetkisini kullanıyor, ama o yetkinin Anayasa’da karşılığı yok diye muhalefet itiraz ediyordu. Bugün baktığımda muhalefet de alışmış görünüyor böyle güçlü bir Cumhurbaşkanlığı’na. Muhalefetin önemli unsurlarından biri olan MHP’yi de yanına çektikten sonra…

Peki nasıl çekebildi? Yani çünkü şurada baktığımız zaman, ortada şekillenmekte olan yeni anayasada MHP gibi partilerin fonksiyonu –zaten şu anda çok etkili olamıyorlar– ama iyice yok. Çünkü Meclis’teki varlıkları… Çünkü Meclis’in çok bir fonksiyonu kalmıyor. Küçük muhalefet partilerinin fonksiyonu hemen hemen hiç kalmayacak. MHP niye böyle harakiri gibi bir şeye girişmiş olsun?

Benim gördüğüm, yani bu değişikliklerden sonra, sizin özetlediğiniz siyasi çerçevenin şöyle bir çerçeve olacağını düşünüyorum ben. Yani biz işte 4 ya da 5 yılda bir sandık başına gideceğiz. Oylarımızı kullanacağız. Önümüzde tabii, kullanacağımız oy, önümüze hazır getirilmiş bir liste olacak. Artık halk o listelerden hangisine oy verirse, o verdiği oy oranında Meclis’e yansıyacak. Ama ondan sonra bir daha 4 yıl veya 5 yıl bekleyeceğiz. Bir daha seçime gidinceye kadar. O ara dönemde ise, Meclis evet var olacak, çalışıyor gibi olacak, birtakım yasalar çıkacak. Ama Cumhurbaşkanı da mesela kararname yetkisini eline aldığı için, çok acil, Meclis’ten geçmesi uzun sürebileceği için yasa yerine bir kararnameyle istediği uygulamayı da yapabilecek. Dolayısıyla yani çerçeve bu aslında. Şimdi MHP buna niye razı oldu? Şundan bence razı oldu. Bir süreden beri zaten iki parti arasındaki yani Ak Parti’yle MHP arasındaki, dıştan da görülebilecek kadar fazla olan farklılıklar, süreç içerisinde yok oldu. Yani MHP, bugünkü MHP tabanı Ak Parti’ye baktığında, özellikle AK Parti adına konuşabilecek olan kişilerin söylemlerine baktığında, kendi liderlerinin de kabul edebileceği, kendilerinin de kabul edebileceği bir söyleme yüründüğünü görüyorlar. Yani mesela AK Parti ne yapmıştı? Kürt sorununu farklı şekilde çözme yolunda adımlar atmıştı. Bunun için de ciddi bir çaba sarf etti aslında. Ama bugün o günleri unutturmaya çalışıyor. Dolayısıyla da öyle bir söyleme sahip ki, temel sorunlarda, Türkiye’nin temel sorunlarında, MHP buna itiraz edecek durumda değil. O zaman başkanlık sistemine yaklaştıkları zaman da bu niye olmasın diye de düşünüyorlar.

Yani partilerin bir nevi aynılaşması, iç içe geçmesi gibi bir…

Ama MHP’nin farklılaşmasıyla değil, Ak Parti’nin farklılaşmasıyla gerçekleşen bir yakınlaşma oldu.

Yani birisi geldiyse, Ak Parti MHP’nin çizgisine yaklaştı diyorsunuz.

Tabii, yani belki şartlar da onları zorladı. Yani dünyanın geldiği nokta, Türkiye’deki bazı gelişmeler… MHP söyleminin daha kolay adapte edilebileceği bir ortamı doğurdu Ak Parti’ye. Onu benimsemiş görünüyor. Dolayısıyla da MHP denildiği zaman akla gelebilecek olan fikirlerle, Ak Parti arasında eskiden var olan mesafeler ortadan kalktığı için, daha rahat bu girişimde bulunabildi Ak Parti. MHP de, onlar da siyaseti taban siyaseti olarak yapıyorlar ve buna baktıkları zaman kendilerine ters gelen bir şey yok. Yani netice itibariyle MHP’nin bu siyasi atmosferde bekleyebileceği, her zaman Meclis’te temsil edilmek. Zaten barajı düşüren bir anlayışla hazırlandığı için yeni anayasa teklifi, dolayısıyla fazla sorun görmüyorlar, yine Meclis’e girebilecekleri bir ortam olacağını; bu yeni anayasa maddeleriyle birlikte. O bakımdan yani bir başkan yerine cumhurbaşkanı sıfatını da koruyan birisi olsa ne fark eder ki?

Peki, şöyle spekülasyonlar var; Bahçeli’nin ya da MHP’den bir başka birisinin Cumhurbaşkanı yardımcısı olabileceği gibi. Bunlar yadırgatıcı olmaz mı?

Olmaz. Böyle bir pazarlık olduğunu ben zannetmiyorum, ama ben mesela böyle bir formülün ortaya çıkardığı bir başkan olsam, cumhurbaşkanı olsam, isterim yani. Neticede toplum içerisinde bir tabanı bulunan, Meclis’e de bir şekilde yansıyan bir siyasi parti olarak, üstelik Ak Parti Meclis’e girmişse, onun bir temsilcisinin yanında benim başkan yardımcım olmasını ben de isterim yani.

Peki bu süreci nasıl görüyorsunuz? Sorunsuz bir şekilde referanduma taşıyabilecekler mi?

Şu anda Meclis’te Ak Parti grubu, bütünüyle bu projenin arkasında duracak bir gruba benziyor. Yani bugüne kadarki davranışlarında, 2000’li yılların başlarında yeni Meclis’e yansıdığında gördüğümüz Ak Parti grubu manzarasında değil. Orada 1 Mart 2003 tezkeresini hatırlarsak, 100’e yakın Ak Parti milletvekili, partilerinin istediğinin dışında oy kullanabilmişti. Bugün öyle bir grup yok. Bugün daha disiplin altında bir grup var ve bu disiplin de onların neredeyse bütünüyle, böyle bir değişiklik Meclis gündemine geldiğinde oy verecekmiş gibi olduğunu gösteriyor. Bunun mekanizmaları da kuruldu. Yani farklı oy kullanmayı çok zorlaştıran şartlar var bugünün Meclis anlayışında. O bakımdan oradan bir fire çıkacak mı? Bekleyenler var belki, ama ben fazla bir fire çıkabileceğini zannetmiyorum. MHP’den 14 milletvekilini – 40 kişiler grup olarak–… 14 milletvekili Ak Parti’nin oylarına katıldığı zaman zaten 330’un üzerinde bir oy söz konusu olabiliyor. O bakımdan orada bir sorun yaşanacağını zannetmiyorum. Ama halka sunulduğu zaman, yani normal şartlarda gidilirse, anormal şartlara çok çabuk girebiliyoruz. İşte 2 gün önce İstanbul’da patlayan ve gerçekten canımızı yakan o olayı düşünürsek… Veya ona benzeyen olaylar… Ya da işte ekonomimizde herkesi artık etkileyebilecek olumsuzluklar… Ya da dış politika yüzünden geldiğimiz nokta insanları yeniden düşünceye sevk ederse… Bütün bu tür gelişmeler yaşanmazsa, normalde gidilebilecek bir ortamda insanlar bu faydalı mıdır zararlı mıdır diye oy verecekler. Ama anormalliklerde farklı davranabiliyorlar. O bakımdan yani normal gittiğimizde sanki halktan yüzde ellinin üzerinde bir destek almayabilir diye düşünüyorum. Ama anormal bir şeyler olur ve…

Mesela OHAL’le gidersek, bu da bir tartışma konusu biliyorsunuz. OHAL koşulları…

Umarım OHAL’de gidilmez. Yani OHAL çok istisnai olarak, bütün anayasalarda, dünyanın bütün anayasalarında Olağanüstü Hal diye bir durum var. Sıkıyönetim var. Dolayısıyla bir savaş hali olduğunda, bu tür yollara başvurulması normal karşılanır. Bir darbe girişimi olmuş, arkasından bir OHAL’in gelmesi normal. Büyük bir terör olayıyla muhatap olmuşsunuz, ardından OHAL’i uygularsınız. Ama bunu sonsuza kadar uygulayan bir anlayış, o OHAL olmaktan çıkar, o olağan bir hal haline dönüşür ki böyle bir, yani en yakın yaz başlangıcı dediklerine göre halka sunulacak tarih olarak, o zamana kadar sürdürülen bir olağanüstü halin artık olağan denmesi gereken bir hal olduğunu ben düşünüyorum. O bakımdan inşallah umarım böyle bir şey olmaz. O tarihte böyle bir şey olmaz. Ama olağanüstü halde gidersek, işte ismi de zaten üstünde… Olağanüstü halde devleti yönetenler istedikleri gibi davranabiliyorlar. Yani Anayasa’da bile yazılı olmayan birtakım şeyleri uygulayabiliyorlar. Kararnamelerle kanun çıkartabiliyorlar. Dolayısıyla da insanlar öyle bir ortamda rahat hissetmeyeceklerdir kendilerini. Ama dediğim gibi bu bile hiç belli olmaz, halkı farklı şekilde düşünmeye ve olağanüstü gidilen bir ortamda ters bir oylama, kendileri açısından, yapmaya bile zorlayabilir. Bu bakımdan çok bilinmeyenli bir ortamda gidilecek bir defa. O bakımdan çantada keklik görenler varsa onun ben yanlış olduğunu düşünüyorum. Ama olağanüstü ortamlarda da böyle bir şeyin geçmesinin Türkiye’nin demokrasisi açısından yerinde olmadığını da düşünüyorum doğrusu.

Şunu sormak istiyorum. Şimdi denendi. Bütün partilerin katılacağı komisyonlar kuruldu bir önceki mecliste. Sonra da tekrar oldu. Belli yerlere kadar gelindi, dağıldı vs.. Ve şimdi apar topar MHP ile Ak Parti bir anayasa değişikliğinde anlaşmış gözüküyorlar. Dün ben Prof. Levent Köker’le konuştum. O dedi ki; eğer ufak çaplı değişiklikler olsaydı, böyle bir mutabakat kabul edilebilirdi. Mesela seçmen, seçilme yaşını düşürmek, milletvekili sayısını artırmak gibi… Ama burada bütün bir sistem yeniden dizayn ediliyor ve burada çok daha geniş bir konsensüs aranması gerekirdi. Katılır mısınız?

Anayasalar zaten toplumun bütününü bir biçimde, ilgi alanına alacak şekilde yapılması gereken şeyler. Ama bizde böyle olmadı ki. Baştan itibaren anayasalar çok dar bir kadro tarafından yazıldı ve o dönemin güçlüleri kimlerse onların istediği istikamette gerçekleşti. Mesela en son elimizdeki 1982 Anayasası, 1980’de darbe yapmış olan askerlerin kurduğu bir danışma meclisi… Sonra kendi önlerine geldi. Beş tane general oturdular, Evren Paşa ve arkadaşları. O getirilen metni yani danışma meclisi diye kurdukları kendi meclisinin yaptıklarını da o beş general üzerinde oynayarak halka sundular. Dolayısıyla bizde maalesef böyle yapılıyor. Çok geniş konsensüs aranmıyor. Dolayısıyla toplumdan da böyle bir teklif, böyle bir talep gelmediği için, listede bulunabilen en geniş konsensüs şimdi, bir partiye ikinci bir partinin eklenmesi olarak karşımıza çıktı. Buna da şükredelim diyorum ben. Yani neticede tek başına da iktidardaki siyasi parti getirebilirdi bunu ve zorlayabilirdi.

O rakamı bulabilecek miydi?

Zorlayabilirdi. Yani bunların yöntemleri var. 2010 yılında da çoğunluğu yoktu Ak Parti’nin, ama öyle bir formül içerisinde getirdi ki anayasa değişikliği paketini. 26 madde vardı, hatırlayacaksınız. Onlar A partisine de hoş gelen şeyler vardı, B partisine de hoş gelen şeyler vardı. Bu arada kendi istediklerini de koydular o paketin içerisine ve o paket bütünüyle kabul edilmiş oldu bir maddesinin dışında. O bakımdan yöntemler vardır. Yani tek parti de istese, yine Meclis’in 330’a getireceği kadar bir çerçevesini çizebilirdi. Ama hiç değilse ikinci bir partiyi kattılar bu işin içerisine. Ben bunu bir adım olarak görüyorum. Yani önemli bir konsensüs arayışı olarak görüyorum. Mesela Cumhuriyet Halk Partisi de kategorik olarak karşı çıktığı için bu başkanlık sistemine, dışında kaldı. Halbuki keşke yine içinde olsaydı, yine bunların pazarlığına katılmış olsaydı. Ondan sonra biz bunu tasvip etmiyoruz, şu maddelere şu maddelere karşı çıkıyoruz diyerek bunun dışında kaldığını ilan etseydi. Hiç değilse bir konsensüs arayışına katkıda bulunmuş olsaydı. Onun da varlığını hissedebilseydik… Muhalefetin de, muhalif kalanların da varlığı önemlidir bir konsensüs arayışında. Bu olmadı; ama inanıyorum ki, ben mesela HDP’nin de bu kadar dışlanması yerine, onun da bir biçimde dinlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Ama bugün zaten HDP diye… içeridekiler mi daha kalabalık, dışarıdakiler mi daha kalabalık onu ben de bilmiyorum.

Yakın bir zamana kadar Türkiye’de yeni anayasa, sivil anayasa … Şimdi bir kere yeni bir anayasamız yok. Var olan 1982 Anayasası’nın yeni rötuşları söz konusu. Yeni sivil bir anayasa ve Kürt sorununu çözme iddiasında olan bir anayasadan, şimdi Ak Parti’nin MHP çizgisine yanaşarak ama kendi başkanlık düşüncesini dayatarak ya da öne çıkartarak oluşturdukları bir anayasa değişikliğine geliyoruz. Bu çok ciddi bir geri adım değil mi?

Şöyle bakalım diyorum ben. Tabii geri adım olarak görülüyor; ama bir tek kişiye olağanüstü yetkiler veriyoruz bu yeni anayasayla. Diyelim Meclis’ten çıktı, diyelim referandumda da halkın rağbetini üzerine çekti. O kişi, Tayyip Erdoğan olacağı belli. O da 2019’da yapılacak bir seçimle bu anayasaya uygun bir başkan olarak görevine başlayacak. O kişi tekrar başlatabilir o süreci.

Yani tamamen onun insafına kalmış.

Artık bundan sonra yani 2019’dan sonra pek çok şey Cumhurbaşkanı sıfatını taşıyacak olan başkanımızın insafına kalıyor. O bakımdan yani normal olan da zaten, herkesin hesabını ona göre yapması. Bu anayasa teklifi Meclis’ten geçer, ardından da halka sunulduğu zaman halk da bunu onaylarsa, bileceğiz ki bu Tayyip Erdoğan’a göre biçilmiş olan bir kaftandır. Ve o kaftanın içerisindeki kişi, o yetkilerini de kullanmasını bilen bir kişi. Olmadığı yetkilerini kullanıyor, yetkiler kendisine anayasayla verildiği zaman daha da rahat kullanacağı için, tercihlerini o zaman tek başına yapacaktır. Bu tercihler arasında, Kürt sorununu sorduğunuz için söylüyorum, Kürt sorununu bugünkü yaklaşımı içerisinde değil de, yakın geçmişteki konuşarak çözme anlayışı içerisinde çözmeyi de düşünebilir o zaman.

Peki bütün bir Türkiye’nin, Osmanlı’dan gelen bir parlamento geleneği ve bayağı bir deneyimi var, geleneği var ve kazanımları var; bir kültürü var. O zaman bütün bunlar büyük ölçüde artık tarihe karışmış olacak. Öyle değil mi? Yani ben baktığımda mesela, Meclis, şunu sordum Levent’e dün; Anayasa Mahkemesi ne yapacak dedim, hiçbir fonksiyonu yok dedi.

Yok tabii. Artık Anayasa Mahkemesi’nin de fonksiyonu daha farklı bir fonksiyon haline dönüşecektir. Şimdi ben şöyle görüyorum; bizim parlamentomuz, sıradan bir parlamento değil aslında. Yani İstanbul işgal altına düşmüş, Anadolu’ya da yabancı askerler gelmiş, o parlamento kendisini Ankara’ya taşıdı. İstiklal Savaşı’nı Büyük Millet Meclisi olarak verdi. Yetkilerini bile paylaşmaya yanaşmadı. Orada İstiklal Savaşı’nı meclis olarak yürüttü. Onun için de gazi sıfatını taşıyor meclis. Yani sadece 15 Temmuz’da bombalar üstüne düştüğü için gazi değil.

Daha önceden gazi…

Gaziliği yine kendisi tarafından verilmiş olsa bile, İstiklal Savaşı sebebiyle verilmiş olan bir sıfat. O bakımdan meclisimizin böyle bir özelliği var. Ama o meclis yine devam ediyor, kabul edeceğiz. Çünkü öyle bir meclis olacak yine. Adı da yine Türkiye Büyük Millet Meclisi olarak devam edecek. Fakat unutmayalım ki, bizim kuvvetli yöneticilere sahip olma diye de bir geleneğimiz var. Herhalde o gelenek biraz daha ağır basacak bu defa. Bunun bir defa, yani herşeyin beklendiği gibi gittiği, Meclis’in kabul ettiği… ardından halkın da onayladığını varsayarak şimdi söylüyorum, o konularda şüphelerim var, yani özellikle referandum kısmında. Ama eğer o da olursa, bir de bu denenecek. Bugüne kadar, yani Cumhuriyet döneminde denenmemiş, yeni bir şeyi denemiş olacağız. Eğer, bugün bunun propagandasını yapanlar tarafından beğenilen şekilde devam ederse… karşımıza öyle bir şey çıkar ki, demek ki bu Türk tipi, gerçekten Türk tipiymiş bu…Biz bunu bekliyormuşuz, bugüne kadar olmaması sebebiyle birtakım sorunlar yaşamışız… Televizyonları izleyenler hatırlıyorlardır şu 2-3 gündür. Eğer başkanlık sistemi olsaydı, bu terör olayları da olmayacaktı diye yorumlar getirenler var. Belki de olmayacak yani, bilemiyoruz. Onların dediği doğrudur belki.

Ama fiilen zaten başkanlık sistemi var.

O zaman belki sihirli bir sopa elimize geçecektir, bilemiyorum. Bunun gibi beklentiler olduğu için söylüyorum bunu. Eğer o beklentiler istikametinde güzellikler yaşanırsa, hakikaten en büyük eksikliğimiz böyle bir yetkili başkanımıza sahip olmamak ise, belki de bu yeni deneme başarılı olacaktır.

Demokrasilerdeki en önemli sorun, birtakım kurumların birbirlerini dengelemesi ve denetlemesi… Ve burada neredeyse hiçbir denetim durumu, özellikle Cumhurbaşkanı’nın, Cumhur’u ayrı sizin de dediğiniz gibi Başkan’ı ayrı söylemeye çalışıyorum, onun üzerinde herhangi ciddi bir denetleme mekanizması yok. Yaptığı kararnameleri geçiyor. Yerine Meclis yenisini çıkartırsa geçerliliği kalkıyor. Ama bakanları o atıyor. Yüksek yöneticileri o atıyor. Herşeyi…

Partinin de Genel Başkanı…

Aynı zamanda partili, evet.

Dolayısıyla yani bu farklı bir şey. Zaten Türk tipi herhalde onun için deniliyor. Çünkü bildiğimiz başkanlık sistemlerinde de bütün o denetleme mekanizmaları olmak zorunda. Yani Amerika’da başkanlara sorduğunuz zaman en büyük sıkıntıları, iki tarafına da yani, bir senatoları var bir de temsilciler meclisi… İkisine hakim olsalar bile, dar bölgeli seçim sisteminden geldikleri için, mesela 20 yıl senatörlük yapan, 30 yıl temsilciler meclisi üyeliği yapan çok güçlü siyasetçiler var. Eğer onların hoşuna gitmeyen bir şey getiriyorsanız siz geçsin diye yasa olarak… Mesela Obama’nın 8 yıl içerisinde bir tane yapabildiği önemli bir şey vardı; Obamacare, onu nasıl zorladığını, nasıl zorlandığını biliyoruz. Şimdi yeni gelen kongre onu değiştirmeye hazırlanıyor. Şimdi böylesine dişli politikacıların olduğu bir ortamda başkanlık sistemi, bir de biri başka öteki başka olunca, başkanın zaten eli kolu bağlanıyor. Bu bir sistem, başkanlık sistemi. Bizimki Türk tipi olacağı için böyle zararlı şeyler olmayacaktır bizde. Bizde daha uyumlu çalışmayı getirecek olan bir sistem olacak. Zannediliyor ki bu padişahlık yani. Geçmişte işte Osmanlı dönemi yaşadığımız için 600 yıl, bence padişahlık da böyle değildi. Yani netice itibariyle belki belli dönemlerde çok güçlü padişahların olduğu dönemlerde böylesine tek başına kararlar alınabilmesi mümkün olabiliyordu. Ben onu da tarihimizi bir parça okumaya çalıştığım için biliyorum. O zamanlarda bile bir denetleme mekanizması kendi içerisinde oluşmuştu. Ama en az Osmanlı’nın son 200 yılında, kurumlar ortaya çıkmaya başladı ve o kurumlar padişahın yetkilerini sınırlayarak çıktılar. Unutmayalım, basın özgür değildi, sansür vardı filan denilen dönemlerde, Şinasi’nin şiirini ‘Bildirir haddini Sultâna senin kânûnun’ diye Büyük Reşit Paşa’ya kasidesi var. Yani Büyük Reşit Paşa, Sultan’dan daha güçlüydü o dönemde baş vezir olarak. Ve bunu da bir şair aynı zamanda gazeteci olan bir insan, bunu sultan duyacak şekilde, 200 yıl sonra biz duyduğumuza göre, dönemin sultanı da mutlaka duyuyordur. Bunları yazabiliyorlardı, konuşabiliyorlardı ve sultan da bunu kabul ediyordu. Yani dolayısıyla baktığımız zaman, bu gerçekten yeni bir şey. Şu andaki getirilen, anayasayla getirilmek istenen sistem. Daha önce denenmediği için, ille başarısız olacak diye şimdiden üzerine bir yafta koymak bence doğru değil. Bunu halka bırakmaları da –yani 367’yi de bulsa bile halka sunacaktık dedikleri için söylüyorum bunu–, halka sunmalarında da çok büyük yarar var. Umarım çok geniş bir tartışma ortamında bu tartışılır.

Olabilir mi böyle bir eşit tartışma ortamı?

Madem Türk tipi ve madem yeni bir şey getiriliyor, yeni bir tartışma ortamına da izin vermeliler bence. Çok daha tartışılmalı.

Realist olarak baktığımız zaman bu mümkün mü?

Mümkün olması biraz da bizlere bağlı. Yani biz ne kadar daha fazla şey istersek, yönetimler onu bize verirler, diye ben hep düşünüyorum. Ama galiba biz istemiyoruz. Yani baktığımız zaman bu ülkede söz sahibi olan insanların yani yazarak, çizerek söz sahibi olan insanların, gerektiği kadar kendilerine daha geniş bir alan açma çabası içerisine girmedikleri kanaatindeyim ben. O bakımdan da, evet ben de umutsuzum ama yine…

Bu noktada tam, sizin Ocak Medya’dan biraz bahsedelim. Siz kendinize önce fehmikoru.com’u açtınız; şimdi bir grupla beraber, gönüllü bir grupla beraber, ocakmedya.com değil mi?

Evet, evet…

Bayağı bir internet haber sitesi yapıyorsunuz.

Evet, yapıyoruz.

Kaç gün oldu?

Tam bir ay oldu aslında.

Tam bir ay oldu… Nasıl gidiyor?

İyi gittiğini zannediyorum. Yani bizim yapmaya çalıştığımız şu; bizim sitemize girenler elbet biraz önce Türkiye’de neler olmuşsa onu da bulabiliyorlar. Belki daha arkasında çok güçlü haber kaynakları olan gazeteler kadar hızlı veremiyoruz, ama vermeye çalışıyoruz onları da. Ama onlarda bulamayacakları, bize özel, üzerine de yazıyoruz zaten, Ocak Özel diye, bize özel haberlerle karşılaşıyorlar. Günde en az 20 civarında böyle haberimiz var. Özel haberler. Türkiye içinden de, Türkiye dışından da… Ne olup bittiğini dünyada, en yakından takip etmeye çalışıyoruz. Şu 10-15 gün içerisinde bizim büyük gazetelerimizin 1-2 gün sonra verdiği pek çok haberi biz öncesinde verdik. Mesela bu bombalama olayı… Ben duyar duymaz bu IŞİD’dir dedim. Niye böyle dedim? Yazdım da bunu ertesi günü. Niye böyle dedim, çünkü yaklaşık 3 gün önce IŞİD’in yeni sözcü olarak tayin ettiği birisi özellikle Türkiye için bir açıklama yaptı ve dedi ki: “Bundan sonra Türkiye bizim ilk düşmanımızdır ve içeride ve dışarıda, onun neleri varsa önemli, onlara karşı saldırılar gerçekleştireceğiz”. Biz bunu verdik. 2 gün sonra böyle bir olayla karşılaşınca da, iki gün sonra da şu ortaya çıktı aslında. Emniyet’in de böyle bir duyuma sahip olduğu ve uyardığı. 4 gün sonra da, biz 7’sinde verdik bunu, işte 10’unda oldu. Demek ki 3 gün sonra da böyle bir olayla karşılaştık. Buna benzer pek çok…

Ama olayı sonra IŞİD yapmadı.

Netice itibariyle IŞİD yapmadı ama IŞİD’in de her an bir şeyler yapabileceğini unutmamamız lazım. Çünkü böyle bir açıklama yaptılar resmen ve Emniyet’in de o konuda aldığı istihbarat aynı yolda olduğu için onu da beklemek lazım. Şimdi yani biz Ocak Medya olarak, nerede başkalarının ulaşamayacağı yerler varsa oralara ulaşmaya çalışıyoruz. Dünya’nın mesela Halep konusunu bence en yakından Ocak Medya’nın takipçileri izleyebildiler. 7 yaşında küçük bir kız var, Bana diye, bu kızın keşfi ilk bizim tarafımızdan yapıldı. Ocak Medya ile neredeyse başlangıcıyla, 1 ay önce bu kızı keşfettik. Ve o günden bu güne onun gün boyu verdiği tüm mesajları bizim okurlarımız öğrenebildi. Şu anda da biliyoruz ki Halep düştü. Rejimin ordusu her tarafa hakim hale geldi. En çok merak ettiğimiz de Bana ve annesi Fatma ile, küçük kardeşleri de var iki tane daha. Onların sağ ve salim olup olmadıkları. Çünkü yüzleriyle, konuşmalarıyla tanınıyorlar Suriye rejimi tarafından. O bakımdan onlara bir şey olabilir diye endişeliyiz; ama onların verdiği haberleri, görüntüleri hatta, bizim okurlarımız çok yakından izleyebildiler.

Bunu söylemişken, öyle kapatalım isterseniz. Halep, Suriye’de iç savaşın ve muhalefetin merkezi gibiydi. Ve şöyle diyorlar hatta, savaşların anası, vs. Stalingrad… Ve düştü. Şimdi iki tane soru var. Bir, tabii neden düştü? Bir de ikincisi…

Rusya.

İşin bittiği anlamına mı geliyor?

Tabii. Rusya ağırlığını koydu. Şimdi Soğuk Savaş döneminde Türkiye’ye biçilen en önemli rollerden bir tanesi Sovyetler Birliği’nin sıcak denizlere inmesini engelleyecek ne varsa yapmasıydı. Bunda başarılı oldu Türkiye. Yani netice itibariyle kendi ağırlığını da kullanarak buralarda fazlaca… İdeolojik olarak yakın hissetseler bile, işte Rusya’yla ilişki kursalar, aydınları Amerika yerine Rusya’ya gidip eğitim alsalar bile Suriyeliler, Iraklılar, netice itibariyle bir üs imkânına bu bölgede fazlaca… Tartus’ta bir ufak üssü oldu, ama oraya da Türkiye’den geçmesi gerektiği için bütün gemileri, buna biz fazlaca izin vermediğimizden kullanamadı da. Ama bu vesileyle şu anda Suriye rejiminin yanında yer alarak, Rusya ilk defa bu bölgede ciddi üslere sahip olmaya başladı. Tartus’u bir defa geniş bir, bizim İncirlik kadar önemli kullanılabilir bir deniz üssü haline getirdi. İki tane daha üssü var şu anda Suriye’de. Libya’da üs peşinde. Şimdi baktığınız zaman, Rusya bu yeni dönemde kendisini bir güç olarak bu bölgede yeniden konuşlandırıyor. Bunun karşılığı olarak da Esad’a sahip çıktı. Ve Halep’in üzerinde, son üç hafta içerisinde atılan bombalar, herhalde 2. Dünya Savaşı’nın son dönemlerinde atılmış olan bombalar kadar yoğundur. Onlar tepeden, Ruslar tepeden vurdular Halep’i, aşağıdan da Suriye Ordusu her tarafı ele geçirmeye çalıştı. Bugün gerçekten büyük bir kıyım yapılıyor şu anda Halep’te. Artık Batılı ajanslar da onu vermeye başladılar. Ev ev dolaşıyor Suriyeli askerler. Çünkü orada artık son kalan direnişçiler. Ruslar ve Esad, bir hafta kadar önce, terk edin Halep’i, yoksa içeride kalanların hepsi tehlikeye maruz kalacak, diye bunu açık açık duyurdular. Şimdi onun gereğini yerine getiriyorlar. Ev ev dolaşıp, içeride kendi başlarına tekrar dert olabileceğini düşündükleri genç, yaşlı bakmadan insanları öldürüyorlar. Şimdi burada tabii bizim kendi insanlarımızı da galeyana getirmek istemem, onun için orada olup biteni biz Ocak’ta çok yakından izleyerek vermeye çalışıyoruz. Ama maalesef Türkiye, Rusya’yla uçak, işte jet düşürmesinden sonra yaşananları telafi edeceğim diye yakınlaştığı için, maalesef Türkiye’de bu konu fazla gündemde tutulmuyor şu anda.

Ya da Rusya’nın adı anılmadan tutuluyor.

Tabii ki Rusya, tamamen oradaki dengeleri değiştiren unsurdur. Ve Halep’ten sonra Suriye’de de fazla bir şeyin, yani Rusların arzu ettiğinin dışında bir şeylerin gerçekleşmesi imkânı yok. Zaten Halep’e gelene kadar da Esad’ın ordusu pek çok başka önemli yerleri de ele geçirdi. Mesela en son Palmira işte, bak diyoruz orası Roma… Orayı da şimdi Işid aldı görünüyor. Ama göreceğiz ki burası bittikten sonra tekrar orada da farklı şekilde tekrar girecektir. Yani baktığımızda Suriye artık bundan sonra Rusya’yla, Putin’le daha doğrusu Esad arasında, onların istediği şekilde, tarz olarak, oluşacak bir ülkeye dönüşüyor. Bu arada Dışişleri Bakanları Halep’te bir, hiç değilse bir koridor açılsın da içeride kalmış olan yüz bine yakın insan var çünkü, oradan tahliye edilmesi gereken. Bu tahliye işleminde bizler girelim diye çaba gösteriyorlar. Bugün baktım, bizim Dışişleri Bakanımız da bu konuda bir çaba içerisinde. Umarım olur, hiç değilse geri kalanlar oradan sağ salim, bu arada Bana ve annesi Fatma ve ailenin diğer fertleri de sağ salim olarak oradan uzaklaştırılırlar.

Evet Fehmi Bey, çok teşekkürler. Fehmi Koru ile başkanlık sistemi, Türk tipi başkanlık sistemini ve yayın hayatına bir ay önce başlayan Ocak Medya’yı ve en sonda Halep’i konuştuk. Kendisine çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.