Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Transatlantik: Avrupa ile diplomatik kriz & Bharara’dan sonra Zarrab davası & Astana zirvesi

[soundcloud url=”https://api.soundcloud.com/tracks/312572199″ params=”color=ff5500&auto_play=false&hide_related=false&show_comments=true&show_user=true&show_reposts=false” width=”100%” height=”166″ iframe=”true” /]

Yayına hazırlayan: Şükran Şençekiçer

Merhaba, iyi günler. Transatlantik’le karşınızdayız ama bir eksiğimiz olacak. Gönül Tol rahatsız olduğu için katılamıyor. Washington’dan Ömer Taşpınar’la konuşacağız. Ömer merhaba.
Selam Ruşen.

Geçmiş olsun. Anne ve oğul birlikte mi hastalanmışlar?
Evet.

Acil şifa diliyoruz.
Özür diliyor Gönül. Bir dahaki sefere katılacak inşallah.

Artık sen onun boşluğunu dolduracaksındır eminim; ama bir dahaki haftaya bekliyoruz. Ömer, konuşacak çok şey var. Geçen hafta biraz konuştuk, ama bu Avrupa’yla kriz meselesi, senin Washington’da olmana rağmen geçen hafta da söylemiştim, senin esas çalışma alanlarından birisi Avrupa Birliği değil mi çok öteden beri? Türkiye-AB ilişkilerini de çalıştın, AB ve ABD ilişkilerini de. Ama şu mesele, krizi konuştuğumuzdan bu yana Hollanda boyutuyla beraber çok daha şiddetlendi ve Nazi benzetmeleri, faşist benzetmeleri, hatta en son Bosna’daki katliamlardan Hollanda’yı sorumlu tutmak, ilişkilerin askıya alınması vs.. Sen geçenlerde bunu seçimlerle irtibatlandırmıştın. Tabii ki seçim boyutu vardır. Tekrar onları da söyleyebilirsin ama, bu olay sanki çok daha bir medeniyetler ayrışmasına doğru seyrediyor gibi. Yanılıyor muyum?
Doğru. Konjonktürel olarak seçimlerin oluşu hem Türkiye’de hem de Avrupa’da bahsettiğimiz ülkelerin çoğunda konjonktür açısından önemli. Fakat onun dışında geçen hafta konuştuğumuz gibi bir de yapısal faktörler var. Bu ülkelerde yıllardır devam eden Müslümanların entegrasyon meselesi var. Bu Müslüman entegrasyonunun getirdiği zorluklar çokkültürlülük kavramına ciddi tepki. Aşırı sağın yükselmesi, İslamofobi gibi konular yapısal. Türkiye’deki Batı-düşmanlığı da yeni değil, sadece bu seçimlerle alâkalı değil. Bunu yapısal temellerini Sevr-fobia’ya kadar götürebiliriz. Dolayısıyla sadece seçimler açısından bakmamak gerekiyor. Fakat tabii seçimlerin oluşu olaya basın açısından çok ciddi bir boyut getiriyor. Amerikan basınında normalde Avrupa’daki gelişmeler çok ciddi takip edilmezken, olayın senin bahsettiğin şekilde sadece seçimler değil, bir de işte Trump’ın popülizmi, Avrupa’da yükselen sağcı popülizm boyutu olması, Erdoğan’ın çok rahat faşizm ve Nazi kelimelerini kullanabilmesi, Türkiye’deki rejime rağmen bunu rahatça söyleyebiliyor oluşu… Türkiye’de yüzlerce kişi düşünce özgürlüğünden gazeteciler hapisteyken, akademisyenler işten kovulurken “Siz Nazisiniz” demesinin getirdiği en azından ironi, paradoks, New York Times’ta, Washington Post’ta, CNN’de sürekli gündeme getiriliyor Amerika’da. Türkiye tabii ki son derece negatif bir şekilde ele alınıyor. Burada şunun altını çizmek lazım: Obama yönetimi olsaydı en azından Dışişleri Bakanlığı’ndan Türkiye konusunda birazcık daha eleştirel bir söylem çıkabilirdi. Mesela geçen hafta İnsan Hakları Raporu yayınlandı Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın. Türkiye’yi de son derece eleştiriyordu bu rapor. Ama Dışişleri Bakanlığı’nda o kadar ciddi bir boşluk var ki şu an. Bakan yardımcısı, bakan yardımcılarındaki bölgesel görevler, Avrupa ve Avrasya’dan sorumlu bakan yardımcısı yok ortada. Rex Tillerson ise herhalde Amerikan Dışişleri tarihinde şu âna kadar en etkisiz dışişleri bakanlarından biri olarak gözüküyor. Adı hiçbir yerde geçmiyor. Trump Netanyahu’yla görüşüyor, Araplarla görüşüyor, bir sürü yabancı liderle görüşüyor. Dışişleri Bakanı Tillerson masada bile yok. Dolayısıyla Amerika’da zaten bir boşluk var. Trump insan hakları konusunda ağzını açacak bir başkan değil, yönetim değil. Dolayısıyla yönetimden bir ses çıkmıyor Türkiye’deki gidişat konusunda, veya AB-Türkiye ilişkilerindeki kırılma konusunda. Ama Amerikan basını çok ciddi tepki gösteriyor. Gerçi senin yayınına baktım, tam olarak kabul etmiyorsun, ama bunun Erdoğan’a yarayacağını söylüyorlar. Çünkü Türkiye’deki milliyetçi akımı kamçıladığını, Türkiye’deki popülist dalgayı daha da güçlendirdiğini söylüyorlar. Aynı zamanda da Wilders’a yarayacağını söylüyorlar Hollanda’da da, veya Fransa’daki Marine le Pen’e…

Peki orada şöyle bir husus yok mu? Bugün yaptığım bir yayında bunu dile getirdim. Daha önce konuştuğumuz çok önemli bir husus var. Trump ilk kararnamede, bozulan kararnamede açıkça İslam-düşmanı bir hal aldı değil mi? Sırf Müslüman oldukları için 7 ülkeden vatandaşı Amerika topraklarına sokmamak istedi. Burada ama Türkiye’den, Cumhurbaşkanı’ndan hiçbir tepki gelmedi. Türkiye resmi olarak burada pozisyon almadı. Şimdi bir bakanın içeri sokulmaması, haklılık-haksızlık tartışması bir yana, onun ölçüsüyle yani Hollanda tartışmasında, Trump’ın kararnamesine baktığımız zaman bir Nazizm, faşizm benzetmesi yapılacak olsa herhalde ona yapılırdı. Burada ilginç bir durum yok mu?
Kesinlikle var. Sen şu anda neden Türkiye’deki hükümet eleştirilerinde tutarlı değil diye bir soru soruyorsun. Yani Avrupa’ya getirdiği eleştiriyi tutarlı bir şekilde neden Amerika’ya getirmiyor? Tutarsızlık var diyorsun. Neresi tutarlı ki? Makyavelist bir politika izlemenin ve oportünistçe davranmanın neresi tutarlı? Zaten Makyavelci bir politika izlemek demek, çıkarları uğruna prensiplerinden fedakârlık etmek demek. Amerika’yla Türkiye’nin şu anda çok ciddi bir çıkar meselesi var. Bu da PYD ve Fethullah Gülen. Bu konuda Trump’tan beklentiler var. Konuştuğumuz üzere Tayyip Erdoğan o yüzden eleştirmiyor Trump’ı. Ama Avrupa’yla köprüleri atmış durumda. Avrupa’dan fazla bir beklentisi yok. Türkiye’nin AB’ye girmek gibi ne bir derdi ne de bir umudu kaldı. Kamuoyunda da böyle bir dert fazla yok. Dolayısıyla oraya çok rahat bindirebiliyor, çok rahat konuşabiliyor. Ama asıl faşizmin yaşandığı –sert konuşuyoruz şu anda ama– asıl İslamofobinin yaşandığı Amerika’da Trump yönetimi konusunda ağzını açmıyor. Bu da zaten hep tespit ettiğimiz gibi Tayyip Erdoğan’ın son derece Makyavelist, son derece popülist, birazcık daha kibar olmak gerekirse oportünist veya pragmatik olduğunu gösteriyor.

Peki Erdoğan’ın Washington ile Trump’tan beklentileri konusunda sen Fethullah Gülen ve Suriye’yi saydın da, bir de üçüncü –iki buçukuncu diyelim– Reza Zarrab davası vardı. Ona da bir kısaca değinelim. Çünkü Trump seçildikten sonra Savcı Bharara Trump’la New York’ta görüştü ve birlikte çalışmaya devam edeceklerini söylemişti. Sonra 46 savcının istifası istendi. Bunlardan birisi de oydu. Bu da açıklama yaptı Twitter’dan, “İstifamı istediler, etmiyorum. Beni atsınlar” dedi ve attılar. Şimdi bu olayın herhangi bir yerinde Türkiye bağlantısı olmuş olabilir mi?
Aslında Türkiye bağlantısı direkt olarak yok. Çünkü Amerikan teamüllerinde zaten yeni bir başkan geldiğinde –bu ilk kez değil– eyalet savcılarına “istifa edin” mesajının verilmesi. Bu Clinton döneminde de yapılmış. Fakat Trump’ın bir şekilde hemen istifa etmelerini istemesi ve devam eden bazı davalarda Zarrab gibi –ki başka önemli davalar da var– bunların değişime uğrayacak olması konusunda eski yönetimler birazcık daha esneklik göstermişler. En azından o davaların bitmesini beklemişler. Şimdi Bharara konusunda Trump önce bir pozitif cevap verdi, dedi ki: “Bharara ile çalışabiliriz.” Bharara da istifa etmedi ve kovulmayı bekledi. Bharara konusunda zannediyorum iki mesele var. Bir tanesi bu finans sektörü konusunda son derece sert olması ve Wall Street konusundaki davalara bakıyor olması nedeniyle baskı olmuş olabilir Trump’ın üstüne. Dolayısıyla olayın bir finans sektörü boyutu var. İkincisi Bharara’nın Zarrab konusundaki bakış açısı nedeniyle… Türkiye belli adımlar atıyor. Lobi şirketleri tutuyor. Zarrab meselesinde aslında alttan gelen bir çalışma var. Bu çok fazla yansımıyor. Fakat Türkiye elinden geldiğince bu meseleyi, daha doğrusu AK Parti hükümeti çok ciddiye aldığı için, Zarrab’da çok önemli bilgiler olduğu için bu meseleyi çok ciddiye alıyor. Bizim bilmediğimiz kadar, ismi ortada dolaşan, ben de tam konfirme edemediğim için söylemek istemiyorum ama çok yüksek seviyede Trump’a yakın isimlerle Türkiye lobicilik yaparak bu meselede daha esneklik gösterilmesini istiyor olabilir. Oradan da çıkan bir boyutu olabilir bunun. Türkiye’yle ilişkilere yansıyabilecek bir mesele. Ve Trump bence Türkiye’yle ciddi bir soruna doğru gidiyor. Bu sorun daha önce konuştuğumuz PYD meselesi.

Ona daha sonra geleceğiz, evet.
Orada yaşayacağı sorunları biraz dengelemek için bu Zarrab konusunda ve Fethullah Gülen konusunda daha esnek mesajlar verebilecekler. Bu nedenle biraz ikinci planda da o şekilde düşünmek mümkün.

Peki, lobi dedin, çok ilginç bir olay oldu. İstifa etmek zorunda kalan ilk Ulusal Güvenlik Danışmanı Mike Flynn’di değil mi? Onun Türkiye’den para karşılığı… Onun Fethullah Gülen aleyhtarı bir makalesi çıkmıştı. Türkiye için lobicilik yaptığı belirlendi. Bayağı da yüksek bir miktar para var. Buradan ne çıkartmamız gerekir? Zaten daha önce söyleniyordu, Türkiye’ye lobicilik yaptığı iddiası vardı ama anladığım kadarıyla bu şimdi kanıtlanmış oldu.
Evet. Büyük resme bakınca Trump yönetimi bundan önce gelen diğer Amerikan yönetimlerine bakıldığında, lobicilik konusunda aslında son derece hukuksuzluğa girecek kadar, kanunları zorlayıcı şekilde hareket ediyor. Trump’ın Rusya’yla yaşadığı sorunlar ortada. Rusya konusunda bir bilinmezlik var. Trump’ın kampanyasında en üst seviyedeki, kampanya yönetimindeki bir kişi Rusya’nın Ukrayna’yla işlerinde lobicilik yapmış mesela Ukrayna lehine, ama Rusları bir şekilde kollamak için. Yani Ukrayna’nın Rusları tercih eden bölümüne lobicilik yapmış. Dolayısıyla Trump yönetiminin aslında lobicilik konusunda bir yumuşak karnı var. Trump biliyorsun vergilerini bile açıklayamadı. Daha dün 2005 yılında verilen vergiler açıklandı ki herkes gülüyor. 2005 yılını açıklıyor. Acaba son 10 yılda ne oldu? Nerelere vergiler verildi? Rusya’ya bir borcu var mı? Bütün bunlar çok ciddi konuşuluyor. Lobicilik meselesinde de Mike Flynn’in başına gelenler şunu gösteriyor: Mike Flynn de aslında yalan söyledi. Türkiye’ye yakın, Türkiye hükümetini kollayan bir şirketten para aldı ve bu parayı bir şekilde doğru lanse etmedi. O “Fethullah Gülen’in geri verilmesi gerekiyor” dediği ve “PYD’ye destek vermemeliyiz” dediği o ünlü makaleyi yazdığında Türkiye adına lobicilik yapan bir şirketten para aldığını da belirtmedi. Bütün bunlar şu anda Amerikan basınında nasıl ele alınıyor biliyor musun? Trump’ın Rusya’yla ve Türkiye’yle olan kirli ilişkileri şeklinde ele alınıyor. New York Times ve CNN çok ciddi olarak bunun üzerine gidiyorlar. Ve Trump’ın Rusya konusunda olumlu bir açılım yapmasına bu çok ciddi bir engel. Çünkü olumlu bir açılım yaptığı anda “İşte bakın ne kadar bunların kirli işler içinde oldukları belli” denecek. O nedenle Rusya’ya karşı bir bakıma tavır almaya bile itiyor basındaki bu baskı Trump’ı. Aynı şekilde Türkiye konusunda da olabilir. Türkiye konusunda da zaten Erdoğan’la iyi bir ilişkisi olduğu biliniyor. Türkiye’de yatırımı var. Yeni istifa etmiş Ulusal Güvenlik Danışmanı’nın Türkiye adına lobicilik yaptığı belli. Şimdi PYD konusunda veya Fethullah Gülen konusunda Türkiye’nin istediği gibi bir adım attığı anda Trump; CNN, New York Times, Washington Post, Amerikan basını “Bakın ne kadar yolsuzluk içinde bu hükümet, parayı bastıran istediğini alıyor” diyebilecek. Bu bir baskı yaratıyor Trump üzerinde. O nedenle Türkiye aslında belki kendi adına olumlu hareketler yaparken, kendi ulusal çıkarları adına lobicilik faaliyeti yaparken kendine zarar vermiş oldu bu konuda. Çünkü Amerikan basını bu konuya çok ciddi girdi ve Türkiye’nin harcayabileceğinden çok daha fazla bir şekilde enerji harcayarak bu konuda araştırma yapılıyor. Trump’ın tehlikeli ilişkileri şeklinde ortaya çıkıyor. Bu Türkiye’yle ilişkilerde Trump’ı daha sert olmaya bile itebilir.

Peki buradan Suriye’ye geçelim. Önce PYD meselesi hâlâ masadaki sorun olarak duruyor. Fethullah Gülen meselesi şu anda biraz daha geri planda. Çünkü PYD meselesi sıcak. Her ne kadar birkaç gündür çok yoğun bir şey olmadıysa da Suriye’de, şu anda Astana’da üçüncü bölüm de başladı görüşmelerde. Burada Türkiye, Rusya ve İran garantör olarak ortaya çıkıyor. ABD uzaktan izliyor diyelim. Her halükârda gerek basın baskısı gerek başka nedenlerle Trump yönetiminin PYD konusunda Türkiye’nin beklentilerine yakınlaşma ihtimali hiç mi yok?
Dışişleri Bakanlığı seviyesinde –ki Dışişleri Bakanlığı’nın etkisiz olduğunu biraz önce söyledim– ve Beyaz Saray’daki bazı askeri kaynakların söylediklerine bakarsan, bir kesim, “Bu Türkiye’yle olan ilişkileri çok zorlayacak” diyor hâlâ. Her ne kadar bir karar çıkmış olsa da, ki bu karar çıktı. “PYD’yle beraber yapmamız gerekiyor” kararı Trump’ın önüne geldi. Tam olarak Trump henüz imzayı atmadı. Burada bir kanun var, o kanunla PYD’nin silahlanması, yani devlet olmayan –milis deniyor buna– milislerin silahlandırılması gibi bir meselede Trump’ın imza atması gerekiyor. Bu konunun resmen kabul edilmesi gerekiyor, ondan sonra adım atılacak. Bu meselede Trump henüz imza atmıyorsa bence bir bürokratik direnç olduğu için atmıyor. Yani bazıları Trump’a: “Bir dakika, bu Türkiye’yle çok ciddi sorun yaratacaktır. İncirlik’i kullanmamız meselesi gündeme gelecektir. Daha uzun dönemde Türkiye’de daha ciddi bir anti-Amerikanizm’e neden olacaktır. Suriye’de Türkiye işi PYD’ye saldırmaya kadar götürebilir” diyordur. Ki Türkiye bunu söylüyor, tehdit ediyor bu konuda. Bu nedenlerle frene basma taraftarı bir kesim de var. Ve benim son duyduğum, her ne kadar bu iş PYD’yle yapılacak olmasına rağmen iki konuda Amerika esneklik gösterecek. Bir tanesi zamanlama, yani Rakka Operasyonu’nun ne zaman yapılacağı. Burada bir sürü farklı yerden “Türkiye’de referandum olsun, ondan sonra yapalım” diyenler var. “Çünkü referandumdan önce yapılırsa bu Türkiye’deki anti-Amerikanizm’e ve dolayısıyla Erdoğan’ın Amerika’yı suçlama potansiyeline daha da fazla olumlu etkide bulunacak. Buna böyle bir koz vermeyelim” diyenler var. Dolayısıyla “Zamanlamayı referandum sonrasına itelim” diyenler var. Daha önemli operasyonel mesele ise ikinci mesele. “Bu işi çok fazla Kürtlerle yapmak yerine daha ciddi Amerikan birliklerini sokalım ve böyle 500-600 değil 3000-4000 deniz piyadesi kuvvetiyle bu işi biz ön planda bitirelim. Arkasından çıkalım, kalmayalım”. Rakka’nın böyle Musul gibi aylarca sürmemesi için, çabuk bir zafer elde edilmesi için Amerika’nın daha ciddi devreye girmesi meselesi var. Burada da hem Pentagon içinde bazı direnç noktaları var anladığım kadarıyla, hem de Amerikan kamuoyuna nasıl yansıyacak? ‘Tekrar bir savaşa mı giriyoruz?” korkusu yaratabilir diye orada da bir çekince var. Fakat nihayetinde Kürtlerle çalışılacağı belli.

Peki Astana meselesinde, Astana’daki zirvede yeni oturumlar başlıyor vs. Bu Amerikan basınının ilgisini çekiyor mu? Yoksa öyle küçük bir ayrıntı olarak mı kalıyor?
Demin dediğim gibi Amerikan Dışişleri şu anda o kadar zayıf bir noktada ki. Tillerson Asya’da. Normalde Amerika’nın temsil edilmesi için orada, BM’nin daha ciddi devrede olması için, Cenevre’deki süreçle bir koordinasyon yapılması için daha ön planda olması gerekirdi Amerika’nın. Fakat Amerika devrede değil. Burada bana göre merak edilen tek mesele şu: Amerika ne derecede Rusya’yla koordinasyon içinde bu konularda? Trump iktidara geldikten sonra Rusya’yla Suriye konusunda daha ciddi çalışabileceği konusunda ciddi bir beklenti ortaya çıktı. Dolayısıyla Astana’ya Beyaz Saray’ın bakışı, özellikle Trump’ın kendi bakışı bence o kadar olumsuz değil. “Buradan bir şey çıkarsa destekleriz, Rusya’yla beraber hareket edebiliriz.” Rejim konusunda da daha esnek. Yani konjonktür değişiyor, onu anlatmaya çalışıyorum. O konjonktür önemli, çünkü Astana yeni oluşan konjonktürün bir parçası. Amerika’da da yeni bir yönetim var. Dolayısıyla daha esnek yaklaşabilir Astana’daki sürece. Ve bir süre sonra buna bir destek de verebilir. Cenevre’yle birleştirmeye çalışacaktır nihayetinde zaten.

Ömer başa dönelim tekrar. Son olarak tekrar sana Avrupa’yla ilgili kişisel gözlem ve görüşlerini sormak istiyorum. Mesela bugün Hollanda’da seçim oluyor. Burada aşırı sağın çok büyük bir çıkış yapmasını bekliyor musun? Başka ülkelerde de keza böyle bir çıkış bekliyor musun? Böyle bir şey olursa ne olur?
Şimdi Trump fenomeni ve Brexit nedeniyle bir küresel popülizm analizi yapılıyor ki ben de yazılarımda bunu dile getirdim. Bir küresel popülizm dalgası var. Fakat bu küresel popülizm ırkçılığa nasıl döner sorusuna baktığımızda ırkçı partilerin ortaya çıkması gerek. Ve bu ırkçı partilerin iktidara gelebilmesi gerek bunun faaliyete dönüşmesi için, veya koalisyonların oluşması gerekiyor. Trump ayrı bir fenomen. Trump iki-partili sistemde Cumhuriyetçi Parti’yi ele geçirdi ve bir şekilde Amerika’da bir deprem yarattı. Ama ben açıkçası Brexit’in Trump’la kıyaslanamayacağını düşünüyorum. Brexit ille de ırkçılıkla açıklanabilecek bir şey değil. Bir popülizm dalgasıydı Brexit. İngiltere zaten yapı olarak, stratejik kültür olarak AB’ye sıcak bakmayan bir ülkeydi. Yani şaşırtıcı bir şey değil aslında Brexit baktığında. Bir sürü nedenle açıklanabilir ve bu ille de ırkçılığın artışı değil. Irkçılık deyince, ortada Marine Le Pen gibi, Wilders gibi, Almanya’daki o “alternative Deutschland” denen partilere bakmak gerekiyor. Bunların koalisyona veya iktidara gelme ihtimali var mı? Şunu kesinlikle söyleyebiliriz: Almanya’da ırkçı bir partinin koalisyona girme ihtimali sıfır. Hollanda’da bu ırkçı partinin koalisyona girmeyeceğini zaten kendisi söyledi. Hiçbir parti koalisyona yanaşmıyor. Yani Wilders bir şekilde Tayyip Erdoğan’ın hamleleri nedeniyle birazcık daha oy kazanacak bugün belki. Ama hiçbir parti iktidarda onunla koalisyon yapmayacak. Dolayısıyla da bir Trump fenomeni gibi birinin iktidara gelmesi söz konusu değil. Burada ilgileneceğimiz tek ciddi mesele Marine Le Pen’dir. Marine Le Pen (Ulusal Cephe–Front National) acaba iktidara gelebilir mi? Sen de Fransa’yı takip ediyorsun, ben de Fransa’yı takip ediyorum Ruşen. Herhalde şunu biliyoruz: Fransa’da birinci turda Fransızlar hep kalpleriyle ve duygusal bir şekilde oy verirler. Yani kimi istiyorlarsa birinci turda ona oy verirler. Seçim iki turludur. İkinci turaysa iki aday kalır ve o iki aday arasında Fransızlar daha çok beyinlerini kullanarak rasyonel bir şekilde hareket ederler. Dolayısıyla Marine Le Pen’in ikinci tura kalacağı kesin olmasına rağmen ikinci turda hele karşısında Macron gibi genç, küreselcilikten bahseden ve yeni bir enerji getiren birisi varsa ben Marine Le Pen’in bütün bu kamuoyu yoklamalarındaki soru işaretlerine rağmen Fransa’da iktidara gelebilme ihtimalini son derece düşük görüyorum. Marine Le Pen iktidara gelmezse –ki gelmeyecek bence– Avrupa’daki bu ırkçı akımlar marjinal bir şekilde devam edecek, marjinal bir şekilde kalacaklar. Ama bir Trump’la kıyaslanacak veya Brexit’le kıyaslanacak büyük bir dalga, yani neo-faşizmin, ırkçıların iktidara geldiği bir Avrupa konusunda daha az sansasyonel analizler yapmak gerekiyor bence. Avrupa’da bir de Amerika’dan farklı olarak daha eğitimli bir orta sınıf var. O eğitimli orta sınıf her ne kadar bazı ırkçı partiler güçlense de Avrupa’nın temelindeki, Avrupa basınındaki tartışmaya baktığında, Amerika’dakinden bana göre daha dengeli, daha entelektüel bir tartışma. Dolayısıyla ben Avrupa’da Trump’vari bir gidişat görmüyorum.

Evet burada noktayı koyalım Ömer. Gönül’e çok selam, Kerem’e de çok selam. Haftaya devam edeceğiz. Ve Türkiye’de referandum da iyice yaklaşıyor olacak. Onları da biraz daha konuşuruz, oradan nasıl göründüğünü konuşuruz. Ömer Taşpınar’a çok teşekkürler. Transatlantik’i bugünlük noktalıyoruz. İzlediğiniz için teşekkürler, haftaya buluşmak üzere.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.