[soundcloud url=”https://api.soundcloud.com/tracks/332913630″ params=”color=ff5500&auto_play=false&hide_related=false&show_comments=true&show_user=true&show_reposts=false” width=”100%” height=”166″ iframe=”true” /]
Yayına hazırlayan: Şükran Şençekiçer
Merhaba iyi günler. Transatlantik’le karşınızdayız. Bu hafta da Gönül Tol yok. Gönül bir müddet katılmayacak, ama herhalde Ağustos’tan itibaren tekrar Gönül de olacak. Ama Ömer’le –Washington’da şu anda–, Ömer Taşpınar’la bu haftayı değerlendireceğiz ve ağırlıkla 15 Temmuz darbe girişiminin ABD başta olmak üzere Batı’da nasıl göründüğü, nasıl algılandığı konusunu konuşacağız. Ömer, merhaba.
Selamlar Ruşen, merhaba.
Geçen hafta sözleşmiştik bugün için, 15 Temmuz konuşuruz diye. Tabii hemen Fethullah Gülen’in National Public Radio’da mülâkatı çıktı karşımıza. Bilenler bilir, bilmeyenler için ben bugün, bir önceki yayında söyledim. ABD’nin bir tür BBC’si değil mi? Kamu kanalı.
Aynen öyle, BBC gibi, doğru. Devletten para alan ve oldukça da objektif, entelektüellerin çok değer verdiği bir program.
Evet ve dolayısıyla Fethullah Gülen’in 15 Temmuz’un yıldönümünde böyle bir yere mülâkat vermesi kendisi açısından önemli, itibarlı. Ve tabii Ankara açısından, Türkiye açısından da negatif değil mi?
Kesinlikle öyle. Bunun bir örneğini de Cumhurbaşkanı Washington’a geldiği gün Washington Post’ta çıkan makalesinde görmüştük. Washington Post’a Türkiye Büyükelçiliği’nin, Dışişleri Bakanı’nın, Başbakan’ın veya Cumhurbaşkanı’nın yazdığı bir yazıyı çıkarmak için uğraşırken ve bunun için lobi şirketleri canhıraş çaba verirken, Fethullah Gülen çok daha rahat bir şekilde New York Times’ta, Washington Post’ta veya böyle prestijli programlarda yer alabiliyor.
Bu neden Ömer? Bunu daha önce konuştuk, ama tekrar üzerinden detaylı bir şekilde geçelim. Nedir buradaki mesele? Yani bu “üst akıl” olayı mı bu? Zaten Fethullah Amerika’nın adamıydı ve dolayısıyla ona sahip çıkıyorlar şeklinde bir açıklama yapmayacağız herhalde değil mi?
Bence buna basit bir gazetecilik açısından bakmak bile mümkün. Yani Türkiye’deki gelişmeler şu anda o kadar çok bu hareketin, bu örgütün, Türkiye’nin terörizm örgütü olarak tanımladığı bu hareket üzerinden yürüyor ki, yani bütün tutuklamalar sonuçta şu veya bu şekilde FETÖ dediğimiz yapıya bağlanıyor. Bu bir dinî hareketse, bir sosyal hareketse, bu örgütün de başının Amerika’da olması herkeste bir merak uyandırıyor. Bir de genelde bilinmiyor yani bu adam kimdir? Niye Amerika’da? Ne yaptı bugüne kadar? Neden Türkiye ondan nefret ediyor? Bu konular gerçekten sırf gazetecilik açısından baktığında bile, Türkiye’yle ilgilenen sıradan bir Amerikalı için oldukça önemli. Sonuçta Tayyip Erdoğan’ın kim olduğu biliniyor; yaklaşık 15 yıldır medyalarda dolaşıyor. Fakat Gülen hareketi hâlâ birçok açıdan enigmatik/muamma. Mesela bu hafta Washington’dan örnek vereyim: Bir sürü think tank’te 15 Temmuz’la ilgili toplantılar yapılıyor ve çoğu insanın sorduğu sorular: “Bu hareket nedir? Nereden geldi? Neden AKP’yle zamanında beraber hareket etti? Nerede ayrıldılar?” Çünkü Türkiye buna bir terör örgütü diyor, fakat insanların kafasında terör örgütü olması için bir şeyin, önce radikal bir hareket olması lazım. Gülen hareketi yıllarca ılımlı bir İslam hareketi olarak bilindi. Yani belki de İslam dünyasındaki en ılımlı, eğitime en açık hareket olarak bilindi. Dolayısıyla daha radikalliği doğru dürüst tescil edilmemiş bir hareketin birdenbire Türkiye’de bir terör örgütü olarak yansıtılması ve bunun Türkiye’nin söyleminde “Amerika için El Kaide neyse bizim için de FETÖ terör örgütü budur” demesi, insanlarda bir kafa karışıklığı yaratıyor. Dolayısıyla Fethullah Gülen’e de bir cevap hakkı doğuyor.
Ama ortada diyelim ki bir süre için, mesela 17-25 Aralık’ta vs.’de tamam. Ama 15 Temmuz diye bir olay oldu, kanlı bir darbe oldu. Ve bu Washington Post olsun, New York Times olsun, ya da National Public Radio olsun, bu tür kurumlar ya da başka kurumlar herhalde ülkede darbecilere karşı demokrasinin yanında duran ve darbecilere karşı da empati hatta sempati duymayan yapılar değil midir? Yani bu darbe meselesinde hâlâ bir ikna olmamışlık mı var?
Temelde sorun zaten o. Türkiye’nin darbe sonrası yaptıklarına odaklandı bütün dünya. Darbeden çok Türkiye’nin darbeden bir gün sonra binlerce kişiyi Fethullahçılar yaptı diyerek tutuklamasına odaklandı. Yani Türkiye o kadar emindi ki bunun Cemaat hareketi olduğundan, dünyadaki soru işaretini tam olarak anlamadı. Zaten bir kopuş başladı Batı’yla Türkiye arasında, 15 Temmuz’dan sonra. Washington’ın kınaması biraz zaman aldı. Avrupa Birliği’nden sesler tam olarak gür çıkmadı. ABD’ye oranla biraz daha gür çıktı. Fakat genelde Recep Tayyip Erdoğan’ın kafasında bir şablon vardı, zaten yapmak istediği bir şey vardı. O açıdan baktığımda, Batı’daki izlenim bu darbenin birazcık kontrollü olduğu yönünde. Yani CHP’nin kullandığı o “kontrollü darbe” terimi Batı’da oldukça ciddi anlamda kabul görüyor. Yani bir şekilde bu darbenin olacağı belki de Tayyip Erdoğan veya AK Parti tarafından biliniyordu. Hemen arkasından çok büyük bir temizliğin başlaması ve bu temizlikle beraber sadece FETÖ’cü değil –ki bu çok önemli, bunun altını çizmek lazım– ama bu örgütle alâkası olmayan bir sürü insanın, liberal gazeteci, düşünür, akademisyen, Kürt aktivist bir sürü insanın hapse girmesi belki de Fethullah Gülen hareketine oksijen sağladı. Daha bir meşruiyet kazandılar bile denebilir. 15 Temmuz sonrasında Türkiye otoriterleştikçe, Cemaat bana göre o kadar kendine daha fazla yer bulmaya Batı medyasında.
Peki ben demin, senin izleme şansın olmamıştır, benzer şeyleri ben de yorumladım. Yani şöyle bir şey var: Normalde 15 Temmuz darbe girişimi bu hareketin sonu olabilirdi. Yani böyle ılımlı bilinen, sivil bilinen, eğitim ağırlıklı bilinen bir hareketin aslında çok uzun yıllar çalışılmış bir devlete sızma ve komplo hareketi olduğunun ortaya çıkması halinde, bu hareketin elindeki bütün imkânların, özellikle Batı’da da, her yerde elinden gitmesi anlamına gelebilirdi. Bu olmadı. Çünkü ardından devletin verdiği cevaptan hareketle olmadı. Peki bundan sonra… Şimdi şu haliyle yok olması ihtimali varken yok olmadığını görüyoruz. Yani var kalıyor, ölmüyor. Bundan sonra ne olur? Mesela ABD ve Avrupa ülkelerindeki şeyler ayrı, Üçüncü Dünya ülkelerindeki okullarını falan daha sonra konuşuruz da, Batı’daki bu varlığının güçlenerek sürdürme eğilimi mi görüyorsun, yoksa aslında bu insanlar bu harekete çok güvenilmemesi gerektiğini de aslında fark ettiler diyebilir miyiz?
Şimdi, Türkiye’deki gelişmelere bağlı olarak, bir de küresel gelişmelere bağlı olarak değerlendireyim bu sorunu. Çünkü çok önemli bir soru ve üzerinde biraz düşünmek lazım Ruşen. Şimdi bana göre Türkiye’de artık bu hareketin kendine bir yer bulması imkânsız. Dolayısıyla bu biraz diaspora hareketi oldu. Diasporada, yurtdışında, muhtemelen demokratik ülkelerde, Türkiye’nin fazla ağırlığının olamayacağı ülkelerde… Mesela Afrika’da, Orta Asya’da yaşama imkânı fazla yok, çünkü Türkiye oralardaki okulları kapatabilir, oradaki faaliyetlere son verebilir. Fakat Türkiye’nin sözünün geçmediği, hukuk devletinin ve demokrasinin olduğu Batı’daki ülkelerde, Amerika’da, Kanada’da, Avrupa’da bu hareket bir diaspora hareketi olarak devam edecek. Şimdi bu hareketin İslam adına söyleyecek bazı şeyleri var. Sonuçta bu hareket İslami bir hareketti. Dolayısıyla Türkiye’deki gidişattan bağımsız olarak dünyadaki İslam-Batı çatışmasına bakacak olursak –ki bir medeniyetler çatışması var, özellikle Trump’la beraber başlayan–, İslami terörizm, radikal terörizm, cihatçı terörizm başlığı altında İslam’ı hedefi gösteren ve Batı medeniyetini İslam’dan ayıran bir söylem var. Mesela Trump’ın geçen hafta Polonya’da yaptığı konuşma çok açık bir şekilde medeniyetler çatışması konuşmasıydı. Bugün Irak’ta IŞİD mesela Musul’dan sökülüp atılıyor, yarın Rakka’dan atılacak. IŞİD’in yerine ne gelecek? Nasıl bir çözüm bulunacak? İslam’ı sorunlu bulanlar, radikal İslam’ı sorunlu bulanlar, çözümün yine İslam’dan olacağını, çözümün ılımlı İslam olacağını söylüyorlar. Dolayısıyla İslam dünyasına da baktığında en ılımlı İslami hareketlerden bir tanesi Türkiye’den çıkmış ve küresel boyut kazanmış. Ve bu hareketin Türkiye’de yaptıklarından bağımsız olarak Batı’daki sicili oldukça temiz. Çünkü Batı’da bu hareketin demin söylediğim gibi terörist olmasını bırak, radikal olduğuna bile inanmıyorlar. Radikal terörist deyince akıllarına gelen cihatçı hareketler. Bu hareketin onlardan biri olmadığı; yaptıklarıyla, siciliyle, faaliyetleriyle tescil edilmiş durumda. Türkiye’de bir darbeye bağlanarak terörizm denmesi isteniyor — ki Türkiye’de kendini ciddiye alan entelektüellerin çoğu da tam olarak FETÖ kelimesini bile kullanmak istemiyor. Çünkü tam terörizmle bağdaştıramıyor bunu. Askerin içine girdiği doğru; ama El Kaide gibi, PKK gibi, IŞİD gibi bir terör hareketi olarak da tam olarak tanımlayamıyorsun Cemaat’i. Bir ikili yapı var. Bir çete olabilir, devletin içine sızmış olabilir. Fakat buna terör örgütü dendiğinde Batı bir yerde duruyor. Ve Tayyip Erdoğan’ın, Türkiye’nin oradaki gidişatı önemli. Türkiye’deki gidişat o kadar otoriter, o kadar aslında Batı’dan kopuşa dayalı, Batı’daki düşünce özgürlüğünün olmadığı bir gidişat ki, Türkiye’deki o gidişat bir bakıma bu harekete demin bahsettiğim gibi bir konuşma hakkı, cevap hakkı sağlıyor. Dolayısıyla ben Batı’daki prestijinin biraz daha arttığını düşünüyorum Fethullah Gülen hareketinin.
Bu çok önemli. Daha önceki yayınlarımızda “piyasası” diye konuştuğumuzu hatırlıyorum, darbe sonrası yaptığımız yayınlardan birisinden. Piyasası hâlâ var ve ılımlı İslam arayışının eninde sonunda Batı’nın tekrar gündeminde olacağını söylüyorsun. Ve dünyaya baktığımız zaman bu kadar etkili, bu arayışa denk gelebilecek hareketlerden birisinin bu olabileceğini söylüyorsun, hatta daha da öneminin arttığını. Bu o zaman Türkiye’nin şu âna kadar, daha doğrusu Türkiye derken siyasi iktidarın şu âna kadar yaptığı bütün propagandaların vs.’lerin fonksiyonsuz olduğunu gösteriyor, değil mi?
Kesinlikle öyle. Çünkü bu hareket zamanında Erdoğan’la beraber hareket ederken, yani AK Parti–Gülen işbirliği varken Türkiye bir modeldi. Türkiye modelinden bahsediliyordu. Türkiye’nin İslamiyet adına dünyada İslam, demokrasi ve laiklik adına söyleyebilecek bir şeyi vardı. Bugün Türkiye modelinin, yani Gülen’den kopmuş bir AK Parti’nin dünyaya demokrasi, ılımlı İslam, laiklik adına söyleyebileceği fazla bir şey yok. Türkiye artık bir model olarak alınmıyor. Ama Gülen hareketi Türkiye’deki otoriter gidişatın bir mağduru olarak görülüyor. Bu çok önemli; zira onlara yaşama alanı sağlıyor ve uzun dönemde bence bu Trump zihniyeti, yani İslamiyet’i sorun olarak gören zihniyet aynı şekilde İslamiyet’ten çözüm üretmeye çalışacak — ki bence hatalı bu. Çünkü bence sorun İslamiyet değil. Mesela Obama sorunun İslamiyet olmadığını anlamıştı. Sorunun kurumlar, demokratikleşme, ekonomik kalkınma olduğuna inanıyordu. Ama sorun İslam diyorsa –ki Trump bunu söylüyor, medeniyetler çatışması, Huntington’ın tezi bunu söylüyor– çözüm de ılımlı İslam olacaktır. Ilımlı İslam nerede dünyada? Suudi Arabistan mı ılımlı İslam, İran mı?
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Sonuçta İslam’a ve Müslümanlara yönelik önyargılı bakışı çok iyi bilen Gülen ve ekibi bundan istifade edip kendini bir şekilde pazarlayacak, daha doğrusu pazarlıyor değil mi? Uzun zamandır bunu yapıyor.
Çok doğru. Bir de burada Erdoğan’ın, AK Parti’nin çok ciddi bir inandırıcılık sorunu var. Terörizm diyorlar bu harekete, buna bir terör örgütü olarak yaklaşıyor. Amerika’ya da ne diyor Türkiye? “Biz size El Kaide mensuplarını ülkemizde yakaladığımızda hemen veriyoruz”. Yani El Kaide gibi görüyor Fethullah Gülen hareketini. Amerikalıların kafası burada karışıyor. Çünkü El Kaide dediğimiz örgütle Amerikan başkanlarının fotoğrafı yok. El Kaide dediğimiz örgütle Amerika yıllarca beraber iş yapmamış. Halbuki Tayyip Erdoğan’ın, AK Parti’nin bugün terör dediği bu örgütle daha üç-dört yıl öncesine kadar ne kadar organik bir bağ içinde olduğu, beraber Türkiye’de askerî vesayeti bitirdikleri biliniyor. Dolayısıyla Erdoğan’ın çok ciddi bir inandırıcılık sorunu var. Türkiye’deki otoriter gidişat dışında bir inandırıcılık sorunu bu. Bu 15 Temmuz’da ortaya daha da fazla çıkıyor. Çünkü Türkiye sürekli “darbe, darbe, terörizm, terörizm” diyor. Batı da sürekli “Otoriter gidişat, Neden gazeteciler içeride? Siz ne yapıyorsunuz? Neden Batı’dan kopuyorsunuz?” cevabını veriyor. Yani darbe sonrasına bakıyor Batı ve Türkiye’nin yaptıklarına bakıyor, Türkiye’deki mağdurlara bakıyor.
Şöyle bir sorun var Ömer; bugün Washington Post yazısını okuduğumda da böyleydi: Zaten Gülen’le yapılmış bütün yapılmış olan bütün mülâkatlar; aslında zamanında Türkiye’de çok popülerken, gözdeyken yapılmış Türkiye’deki mülâkatlar da öyledir; bu en son radyodaki mülâkata baktığım zaman… Biliyorsun ben yıllardır –bu hareketi seninle çok tartıştık– çok yakından takip eden birisiyim ve onun söylemini falan bilen… Baştan aşağı yalan, Ömer. Bir de böyle bir realite var. Yani Fethullah Gülen’in orada bugün, adını unuttum şimdi, Siegel galiba muhabir, National Public Radio’daki muhabire söylediği…
Evet, Robert Siegel.
Hepsi yalan. Mesela “Ben hiçbir zaman darbeleri desteklemedim, ben sadece insanlara konuşurum” bilmem ne. “Hiyerarşik bir yapı yok” diyor bilmem ne. Bunların yalan olduğunu biliyoruz. Şimdi ortada böyle bir sorun var. Yani şunu söyleyeyim: Geçen Levent Gültekin’in attığı bir tweet vardı, çok önemli. Tayyip Erdoğan’ın yanlışları Gülen’i aklamıyor, ama Batılı’nın gözünde böyle oluyor. Ya da Gülen’in yanlışlarının da aynı şekilde Tayyip Erdoğan’ı aklamaması gerektiği gibi. Burada böyle bir sorun var. Mesela ben şimdi o gazeteciye desem ki “Yahu bu adamın size söylediklerinin hepsi yalan” desem, gazeteci bana önyargıyla bakacak. Şeyden dolayı önyargıyla bakacak, ortada böyle bir gri alan kalmadı, anlatabiliyor muyum? Bir tarafta devletin söylemi, bir tarafta da Fethullah Gülen’in söylemi. Ortada bir şey söyleme imkânı kalmıyor. Bu da çok acı bir durum aslında.
Haklısın Ruşen. Amerikalı gazetecilerden Türkiye’nin son 20 yılını çok dikkatli, çok detaylı bir şekilde bilmelerini beklemek, bu hareketin 97’de 28 Şubat’a nasıl bir tepki verdiğini anlamaya çalışmak, onları bilmesini beklemek büyük lüks. Sonuçta gazeteci dediğin kişi o ülkenin belki son dönemdeki gelişmelerini birazcık takip ediyor, ama Türkiye tarihine, son 20 yıla vâkıf değil. Ama şöyle bir imaj var Türkiye’de: Türkiye’de asker güçlüydü ve askerî vesayetin bitmesinde bu hareketin çok büyük bir rolü oldu. Bu hareketle AK Parti’nin kurduğu ittifakın, Ergenekon, Balyoz’un çok büyük rolü oldu. Dolayısıyla asker deyince; askerlerin son dönemde, 28 Şubat’ta siyasi İslam’ı hedef aldıkları belli. Şimdi Fethullah Gülen de sonuçta 28 Şubat süreci sonrasında –her ne kadar ona destek vermiş olsa da en başında–, kendisi de sonuçta gördü ki o kadar destek vermesine rağmen hedefin ucunda ve ülkeden kaçmak zorunda kaldı. Dolayısıyla Amerikalıların gözünde de Türkiye’deki askerî vesayetten kaçmış bir kişi. Ve sonrasında da askerî vesayeti bitirmek için binbir türlü iş yapmış bir kişi. Dolayısıyla Robert Siegel’dan, veya BBC’den, veya Le Monde’dan, veya Almanya’dan onların “Bu adam aslında sizin bildiğiniz kişi değil” demelerini beklemek için senin yazdıklarını, ne bileyim Türkiye’de bu hareketi çok iyi bilen, bu hareketin iki-yüzlü olduğunu, iki-ayaklı olduğunu; bir sivil toplum hareketi olduğunu, bir de içeride “clandestine”/gizli bir yapı içinde olduğunu, neden içeride bunları yaptığını bilmeleri gerekiyor. Bunlar bilinmiyor. Ben mesela yarın burada önemli bir think tank’te konuşacağım. Ve kendi kendime misyon edindim, diyeceğim ki “Bu hareketi anlatmak lazım. Bu hareket niye çıktı? Neden devletin içine girdi? Nerede hatalar yaptı?” Bunlar bilinmiyor Amerika’da.
Peki Ömer, noktayı koyalım. Diyorsun ki Trump tekrar ılımlı İslam arayışına girecek ve girdiği zaman da karşısına muhtemelen Gülen ve hareketi çıkacak. Bu da bu hareketin çok ciddi bir şekilde tekrar önünün, en azından Batı’da, açılması anlamına gelecek. Tabii bu yapı orta ve uzun vadede, demin söylediğin Türkiye’de bir daha varolamaz. Ben de yakın bir zamana kadar bunu söylüyordum ama, o kadar yanlışlar yapılıyor ki, Türkiye’de bir daha varolamaz düşüncemi revize etme ihtiyacı duyuyorum. Onu da bir not olarak düşeyim. Bilmiyorum katılır mısın?
Ben de bu konuda bir şey söylemek istiyorum Ruşen. Türkiye maalesef kantarın topunun sürekli kaçtığı bir ülke. Ergenekon’da da böyle olmuştu. Bu hareket sonuçta Ergenekon’un arkasında çok büyük hatalar yaptı. Bugün Türkiye’de entelektüeller hiçbir empati duyamıyorsa Gülen hareketine, bunun çoğu Ergenekon döneminde yaptığı hatalardır. “İçeri girenler gazeteci değildir” diye yazan Zaman gazetesidir, Ekrem Dumanlı’nın ettiği laflardır. Dolayısıyla kantarın topuzu sürekli kaçıyor. Yarın bir gün Tayyip Erdoğan görevde olmadığında, AK Parti’nin devri geçtiğinde başka bir muhafazakâr hareket tekrar bu Gülen cemaatiyle bir ilişki kurduğunda rövanş dönemi gelebilir. Türkiye maalesef rövanştan rövanşa giden ve her rövanşta bugün Gülencilerden rövanş alındığı gibi, zamanında Gülencilerin askerî vesayetten veya diyelim ulusalcılardan rövanş almaya çalıştıkları gibi, her rövanş Türkiye’de daha ciddi bir dibe vuruşa neden oluyor. Dolayısıyla gerçekten bir gün, –senin dediğine katılıyorum– Cemaat tekrar canlanabilir. Türkiye’de bir yer bulabilir. Sonuçta bu bir sosyal hareket; siyasi hareketten çok, siyasi partiden çok eğitim üzerinden giden, kapitalizm üzerinden giden, insan sermayesi hâlâ oldukça güçlü ve İslami kesime göre baktığımda, onlara oranla daha kaliteli bir hareket. Zaten Türkiye’deki çöküşün nedeni, AK Parti’nin bu kadar zorlanmasının nedeni elindeki insan kalitesinin, sosyal sermayenin iyi olmayışı. Çoğu zaman Cemaat sosyal sermayeye, eğitime değer verdiği için, daha kaliteli adamlar yerleştirebiliyordu belirli yerlere. Türkiye’deki kurumsal çökmenin, kalitesizliğin bir boyutu da bu. Batı’da bunların yavaş yavaş farkına varıldıkça, Batı’daki sempati de artacak bence bu harekete. Türkiye içinde de bir rövanş dönemi başlayacak. Ve o zaman bu hareket kendine tekrar, önümüzdeki 20-30 yıldan bahsediyorum, belki önündeki 10 yıla Recep Tayyip Erdoğan damgasını vuracak. Ama 2030’lu yıllarda bu hareket bence tekrar ortaya gelebilir Türkiye’de.
Peki, son olarak Ömer, bir başka konuya geçelim. Bu Katar meselesinde Amerikan Dışişleri Bakanı Tillerson Körfez’e gitti. Katar’daydı bugün, Suudi Arabistan’da yanılmıyorsam. Katar’da bayağı olumlu mesajlar verdi. Washington bu krizi çözüyor mu sence? Yoksa henüz erken mi?
Geçen hafta konuşmuştuk bunu. Artık krizin diplomatik bir şekilde çözüleceği kesinleşti. Bir soru vardı, acaba bu kriz daha sertleşir mi, hatta Suudi Arabistan’ın askerî bir müdahale yapması söz konusu olabilir mi diye. Ben sana geçen hafta kesinlikle böyle bir şey konuşulmuyor, imkânsız demiştim. Bu koridora girdi. Amerika yavaş yavaş ağırlığını koymaya başladı. Zaten bu birazcık Trump’ın yarattığı bir krizdi. Trump’ın verdiği mesajların Suudi Arabistan’da Suudlar tarafından bir açık çek olarak algılanmasıydı ve Katar’a çok sert girmeleriydi. Buna Tillerson –Dışişleri Bakanı– olsun, Jim Mattis olsun –Savunma Bakanı–, Amerika’nın ulusal çıkarları açısından zararlı bir gidişat olarak bakıyorlardı. Zira orada, çok önemli bir askerî üsleri var Katar’da. Ve nitekim Tillerson bana göre önemli bir diplomatik başarıya imza atarak sorunu potansiyel olarak gittiği sertleşmeden yavaş yavaş yumuşatmaya doğru çekiyor. Bu Suudi Arabistan için aslında bir başarısızlıktır. Çünkü Suudi Arabistan bir bakıma istediklerini tam olarak elde edemeden, Katar yanına Amerika’yı alarak dengeliyor Suudi Arabistan’ı. Türkiye açısından da bir başarısızlıktır. Çünkü Türkiye hâlâ “ben tarafsızım” demeye çalışıyor. Kendi çağında arabuluculuk yapmaya çalışırken Amerika olmadan herhangi bir arabuluculuk olamayacağı, herhangi bir çözüm olmayacağını bir bakıma bölge ülkeleri ve Türkiye gibi bölgede belirli iddiaları olan bir ülke de görmüş oldu böylece.
Evet Ömer, burada noktayı koyalım bu hafta Transatlantik’e. 15 Temmuz’u ve ABD başta olmak üzere Batı’da nasıl algılandığını konuştuk. Ve Cemaat’in, Gülen hareketinin bir şekilde toparlanmakta olduğunu ve hatta önünün teorik olarak, potansiyel olarak açık olduğunu değerlendirdik. Evet, Ömer Taşpınar’a çok teşekkür ediyoruz. Haftaya yine Transatlantik’le karşınızda olacağız. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi akşamlar.