Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

AK Parti’nin bir davası kaldı mı?

[soundcloud url=”https://api.soundcloud.com/tracks/337143702″ params=”color=ff5500&auto_play=false&hide_related=false&show_comments=true&show_user=true&show_reposts=false” width=”100%” height=”166″ iframe=”true” /]

Yayına hazırlayan: Şükran Şençekiçer

Merhaba, iyi günler. Cumhurbaşkanı ve Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan son günlerde özellikle Karadeniz’de peş peşe konuşmalar yapıyor. Parti teşkilatına hitap ediyor ve partisinin bir tür yeniden yapılanmasının startını vermiş oldu. Çünkü 2019’da yapılması beklenen, normal şartlarda 2019’da yapılacak olan cumhurbaşkanlığı –aslında başkanlık– seçiminde AKP’nin işinin çok da kolay olduğu söylenemez. Çünkü daha önceki parlamenter sistemde birinci parti olduğu zaman belli bir oy oranını aldığında, % 40’ı aştığı zaman tek başına iktidarı büyük ölçüde alabiliyordu. Ama şimdiki sistemde % 50’den fazla oy almak zorunda. En son referandumda da görüldüğü gibi, bu iş çantada keklik değil. O arada Türkiye’nin geçireceği bu süreçte de Tayyip Erdoğan’ın popülaritesini artırabilecek bir konjonktür olur mu, çok şüpheli. Dolayısıyla işi şimdiden çok fazla ciddiye almış durumda —ki bu konuda tabii ki haklı.

Reisçiliğin krizi

Peki bu yeniden yapılanma nasıl olur? Orada Tayyip Erdoğan’ın altını çizdiği en önemli husus, dava insanlarıyla yola devam edeceğini söylemesi. Ben de bu yayının başlığına zaten bunu çıkarttım. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin bir davası kaldı mı? Kaldıysa nasıl bir dava kaldı? Daha önce yaptığım farklı yayınlarda izleyenler bilirler, çok ciddi bir krizin yaşandığını, Türkiye’de siyasal İslamcılığın bir anlamda iflas ettiğini ve artık İslamcılığın yerine Türkiye’de AKP etrafında Erdoğan’dan hareketle bir reisçiliğin olduğunu ve bu reisçiliğin de ciddi bir kriz yaşamakta olduğunu söylüyorum. Bana göre bu kriz her geçen gün daha da derinleşiyor. Bu krizi aşabilme konusunda Erdoğan’ın eli çok güçlü değil. Aslında aşabilme imkânı var. Bunu aşabilmenin yolu reisçiliği sona erdirmek ve AKP’yi çok kullanılan tabirle kuruluş ayarlarına geri döndürmekle bir ölçüde bu krizi bertaraf edebilir, geciktirebilir. Ama artık ne kadar geri dönse de aslında yaşanan bunca şeyden sonra bir telafinin olabileceğini açıkçası düşünmüyorum. Bana göre Erdoğan bu krizi sürekli geciktirmeye çalışıyor. Geciktirmeye çalıştıkça da bu kriz derinleşiyor. Ve krizin derinleştiğini de gördüğü için ne yapacağını aslında tam olarak bilemiyor gibi geliyor bana.
Buradan neyi kastediyorum? AKP ilk kurulduğu anda bir davası olan bir partiydi gerçekten. Bu dava Milli Görüş’ten devralınmış bir davaydı. Ama Milli Görüş’ten devralınan bir davanın rasyonel bir şekilde, reel politiğe uygun bir şekilde hayata geçirilmesi davasıydı. Bu dava kimilerine göre şeriat devleti olarak tanımlanıyor, ama bence esas olarak buradaki mesele dindarların Türkiye’de sistemin merkezine taşınması ve sistemin merkezinde bir pay sahibi olması davasıydı. Esas olarak buydu. Bu büyük ölçüde taşındı ve bu anlamda dava bitti. Yani Cumhuriyet tarihinin en önemli sorunsallarından birisi olan dindarların, muhafazakârların sistemin merkezinden pay alması meselesi aşama aşama sağ partiler dönemlerinde belli ölçülerde gelişmişti. Ama şimdi tam anlamıyla tamamlandığını söyleyebiliriz. Ve bunun üzerine yeni bir şey inşa edemedi Tayyip Erdoğan, etmedi daha doğrusu; etmeye çalışmadı — edemedi doğru bir laf değil. Çünkü böyle bir arayış içerisine girmedi.

Demokrasiden vazgeçme

Buradaki soru şuydu: Dindarlar merkeze taşınırken demokrasi, temel hak ve özgürlükleri öne çıkartıyorlardı ve hukuk devletini öne çıkartıyorlardı. Çünkü kendilerinin güçleri oranında merkezde temsil edilmelerinin önündeki en büyük engel Türkiye’nin demokrasi, temel hak ve özgürlükler ve hukuk devleti anlamında geri noktada olmasıydı. Demokrasinin, temel hak ve özgürlüklerin ve hukuk devletinin olabildiğince gelişmiş bir hale gelmesi, dindarların da merkeze taşınmasını zaten normalleştirecekti, kolaylaştıracaktı. Ve geçiş sürecinde, Türkiye’de biliyorsunuz, özellikle Avrupa Birliği’ne tam üyelik kararı alınana kadarki süreçte ve ondan sonraki süreçte Türkiye’de gerçek anlamda reformlara tanık olduk. Temel hak ve özgürlüklerin geliştirilmesi, demokrasinin ilerletilmesine tanık olduk. Kürt sorunu gibi Türkiye’de tüm sorunların anası olan sorunun kalıcı ve barışçı çözümü konusunda çok umut verici, barışçıl adımlar atıldığını gördük. Ama belli bir aşamadan sonra bütün bunların hepsinin iptal edilip, frene basılıp, Türkiye’de toplumun bütün kazanımlarının, temel hak ve özgürlükler, hukuk devleti, demokrasi konusundaki kazanımların kademeli bir şekilde geri alınmakta olduğunu gördük. Şu anda AKP iktidarının dili geçmişte AKP’yi kuran kadroların itiraz ettiği iktidarın diliyle üç aşağı beş yukarı aynı. Yani itiraz ettiklerine benzedi. Çünkü esas dava olarak gördükleri olayı bir şekilde gerçekleştirdiklerini düşündüler.
Artık bu saatten sonra yeni bir şey geliştirebilmesi gerekiyordu. Bu da ancak çoğulcu demokrasi olabilirdi. Bunun yerine, Türkiye’nin belli bir aşamadan sonra, kendini güçlü hissettiği andan itibaren çoğulculuktan uzaklaşan bir Erdoğan profilini net bir şekilde görüyoruz. Bu çoğulculuktan uzaklaşmayı öncelikle kendi hareketi içerisinde de yaptı. Öncelikle demeyelim, pardon, paralel bir şekilde hem Türkiye’de hem kendi hareketinde yaptı. Türkiye’de iktidarı kendi tekelinde toplarken, kendi hareketi içerisinde de tekeline aldı. Burada da o benim reisçilik diye tabir ettiğim olguyla karşı karşıya kaldık. Ama artık bu tıkanmış durumda, uzun bir süredir bu tıkanmış durumda. Bunun tıkanmasının ilk işaretleri Gezi’yle verilmişti. Ardından birçok olay gelişti ve çok ciddi tehditlerle karşı karşıya kaldı. 17-25 Aralık ve en son 15 Temmuz olayları, onun öncesinde bir MİT Krizi var, ama esas olarak 17-25 Aralık ve 15 Temmuz olayları doğrudan Erdoğan’ın iktidarına yönelik birtakım meydan okumalardı. Bunlarla mücadele ederek, bunları savuşturduktan sonra Erdoğan, Türkiye’yi daha da demokratikleştirme yerine tam tersine demokrasiden daha da uzaklaştırmayı tercih etti. Bu tehditlerle baş edebilmenin yolunu demokrasiyi yaygınlaştırmakta görmedi. Bu anlamda 15 Temmuz kaçırılmış çok büyük bir fırsattır. Şu anda Türkiye gibi bir ülkeyi demokrasi perspektifi olmadan yürütebilmek, yönetebilmek, ne kadar popüler olursanız olun, ne kadar popülist politikalara sahip olursanız olun mümkün değil. Bu anlamda çok ciddi bir kriz var. Daha doğrusu bu kriz her geçen gün derinleşiyor.

Devlet içindeki troller

Şimdi Erdoğan dava adamını AKP’de nasıl bulacak? Onlara dava olarak neyi gösterecek? Bu konudaki en önemli sorun şu: Bu hareketin ilk başladığı yıllardaki tabanının sosyolojik, ekonomik, kültürel profiliyle 15 yıl sonraki profili arasında çok büyük farklar var. 15 yıllık tek başına iktidar döneminde bu taban da Türkiye’yle beraber çok ciddi bir şekilde değişti, dönüştü. Artık bu tabanın kaybedeceği çok şey var. Çünkü 15 yıl içerisinde –daha öncesi de var ama esas olarak son 15 yıl– kazanmış olduğu birçok şey var. Bunlar hakkıydı büyük ölçüde bu insanların. Ama şimdi bunları kaybetmemek yolunda bir perspektifleri var. Ve Erdoğan’a, Erdoğan’ın iktidarına bu kazanımlarını garanti ettiği ölçüde destek olabilecek bir taban söz konusu. Dolayısıyla burada ne oluyor? Bana göre Erdoğan artık dağıtabildiği ölçüde, imkânları dağıtabildiği ölçüde tabanıyla, kendisine destek veren kişilerle bir çıkar ilişkisi yürütmek durumunda. Bunu net bir şekilde görüyoruz. Bu artık kendini adamış ve davası uğruna birçok şeyden feragat eden insanların hareketi olmaktan çıkmış, büyük ölçüde bunun içerisine girerse, bunun içerisinde varlık sürdürürse, faaliyet yürütürse ne kazanacağını soran insanların hareketine dönüşmüş durumda. Bu artık bir fedakârlık ilişkisinden bir menfaat ilişkisine dönüşünce, temel perspektif, işin boyutu da çok ciddi bir şekilde değişiyor.
Son dönemde özellikle siyasî iktidarın ve Erdoğan’ın yakın çevresinde şekillenen iktidara baktığımız zaman görüyoruz ki, bu insanların önemli bir kesimi, örneğin İslamî hareket geçmişine sahip değil. Yakın zamanda burada yer almış ve birtakım beklentilerle, çıkarlarla yer almış insanlar. Ve kendileri çok güçlü insanlar değil. Zaten en son Mehmet Görmez’le ilgili yaptığım yayında da söylediğim gibi, bir süreden beri artık ayakları üzerinde duran, kendi başına belli bir güçleri olan kişilerin devlette çok fazla etkili olmasına izin verilmiyor. Dolayısıyla kendi ayakları üzerinde duramayan kişiler, hak ettiklerinin çok ötesinde birtakım iktidarları kontrol ediyorlar. Daha doğrusu siyasî iktidarın başındaki Tayyip Erdoğan onlara bu imkânları sağlıyor. Bu kişiler kendi hak ettiklerinin çok ötesine sahip oldukları bu iktidarla neyi nasıl yapacaklarını tam kestiremedikleri için, Türkiye’de son dönemde siyasette çok ilginç şeyler yaşanıyor. Buna bir anlamda siyasetin trolleşmesi diye adlandırabiliriz. Artık Türkiye’de merkez siyaset, AKP tarafından kontrol ediliyorsa –ki uzun bir zamandan beri öyle–, bu hareketin içerisinde de esas öne çıkan, derinlikli, uzun vadeli bakabilen kişiler ve onların politikalarından ziyade günübirlik hareket eden, çok hızlı hareket eden, hızlı hareket etmeye çalışan ve pozitif bir şeyler üretmek yerine daha çok negatiflik üzerinden kendilerini tarif eden birtakım yeni figürler ortaya çıkmaya başladı. Bu figürleri çok net bir şekilde siyasetin trolleri olarak adlandırabiliriz. Yani özellikle AKP’den tasfiye olan kişilerin –biliyorsunuz, Bülent Arınç ve diğerleri– en çok şikâyet ettikleri, sosyal medyada kendilerine yönelik trollerdi. Ama bunun sosyal medya dışında siyasette de olduğunu görüyoruz. Bugün öne çıkan birçok siyasetçinin söyleyip ettiklerinin aslında bu hareketin geleneğiyle çok uygun olmadığını, çok şaşırtıcı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
En son bir örnek, biliyorsunuz Ayhan Oğan örneği var. Onun söylediği “Yeni bir devlet kuruluyor” meselesi var. Ve tabii ki buna hemen hızlı bir şekilde itirazlar geldi. Ama bu böyle kolay geçiştirilecek bir şey değil. Çünkü bu kişi özellikle 17-25 Aralık döneminde, Sivil Dayanışma Platformu’ydu yanılmıyorsam, ilanlar veren, Tayyip Erdoğan’a, AKP iktidarına destek anlamında ilanlar veren o kuruluşun –ki o kuruluşun ne derece sahici bir kuruluş olduğu çok net değildi– başındaki kişiydi. Dolayısıyla öyle sıradan bir kişi olduğu söylenemez. Hatta bir dönem AKP içerisinde de önemli bir rol oynamıştı.

Çıkar temelli ilişki

Tekrar dönecek olursak, Tayyip Erdoğan hangi dava için kimleri yanında toplayacak? Nelerle bu insanları peşinden sürükleyebilecek? Bence öncelikle demin de söylediğim gibi, bu insanlara bir şeyler verebilmeyi sürdürebilmesi lazım. Maddi bir şeyden bahsediyorum. Manevi olarak baktığımız zaman da bir popülizm. Tamamen bir popülizm var. En son Erdoğan’ın cezaevinde tek tip kıyafetleri Adalet Bakanlığı’ndan önce kendisinin miting alanlarında tarif etmesi örneğinde gördüğümüz gibi, ya da sık sık idam meselesini gündeme getirmesi gibi konularla kitleleri mobilize etmeye çalışıyor, ki bu konuların her biri çok riskli konular. Özellikle idam meselesi başlı başına Türkiye’yi bambaşka bir kulvara taşıyabilecek bir olay. Umarım hiçbir şekilde denemeye bile kalkmazlar. Tek tip elbise de Türkiye’de zaten tıka basa dolu olan cezaevlerini tekrardan –ki zaten çok da sakin olmama potansiyeline sahip olan cezaevlerini– karıştırabilecek bir olay. FETÖ davasından yargılanan kişilerin çok fazla itiraz edeceğini sanmıyorum ama, FETÖ bahanesiyle bütün siyasî tutuklulara bunun dayatılmak istendiği anlaşılıyor. Birisinde tulum, ötekisinde ceket pantolon şeklinde. Bunun çok ciddi sorunlara, gerginliklere yol açacağı çok kolaylıkla tahmin edilebilir.
Ama Erdoğan’ın bir kutuplaştırma politikasını strateji olarak uzun zamandır benimsemiş olduğunu görüyoruz. Şunu özellikle vurgulamak lazım: Kutuplaştırmalar, toplumdaki kutuplaştırmayı artırmak, kısa vadede iktidarı korumasına yardımcı olabilir belki ama, orta ve uzun vadede kendisi başta olmak üzere herkese, tüm Türkiye’ye çok ciddi zararlar vereceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu anlamda bir tarafta bu tür tek tip elbise gibi ya da idam gibi argümanlar, bir diğer tarafta FETÖ olayı var.

FETÖ karşıtlığının miadı doldu

Uzun bir zamandır, özellikle son bir yıldır AKP’nin siyasî perspektifi bir FETÖ karşıtlığı üzerinden şekilleniyor. Ama FETÖ karşıtlığı meselesinde bir yıl içerisinde atılan adımlar gerçekten özellikle son dönemde ciddi bir şekilde tartışmaları da beraberinde getirmeye başladı. Esas darbeden birinci derecede sorumlu oldukları tahmin edilen insanların önemli bir kısmı yurtdışına kaçmışken ya da yurtdışına kaçmalarına göz yumulmuşken, ya da engellenememişken diyelim en basit ifadesiyle, Türkiye’de çok sıradan insanların, hep darbecilere destek vermiş olsa ne olur diyebileceğimiz –ki büyük bir kısmının vermediğini de kolaylıkla kestirebileceğimiz– insanların başına bir yığın işler geliyor, bir. İkincisi, FETÖ’yle hiçbir şekilde alâkalı olmadığı çok rahat görülebilecek solcu, Kürt hareketine yakın, Alevi hareketine yakın insanların işlerinden, özgürlüklerinden olduklarını, gazetecilerin, yazarların aynı şekilde başlarına işler geldiğini görüyoruz. Bütün bunlar yurtdışında zaten öteden beri Türkiye’deki 15 Temmuz’la hesaplaşma konusunda ciddi soru işaretlerine yol açmıştı. Türkiye’de de çok ciddi bir şekilde buna yol açmış durumda. Artık FETÖ meselesinin eskisi kadar etkili olduğunu sanmıyorum. Ancak şunun altını çizmek isterim: 15 Temmuz’daki Fethullah Gülen bağı konusunda bence kamuoyunda –bu benim kişisel görüşüm– büyük ölçüde mutabakat var. Ama hükümetin, devletin 15 Temmuz’la hesaplaşma adına yaptıklarının ne derece işe yarar, ne derece hakkaniyetli olduğu konusunda çok ciddi soru işaretleri var. Ve artık bu FETÖ meselesinin bir ideolojik argüman olduğunu, AKP’nin yola devam etmesini sağlayabilecek bir mesele, söylem olduğunu artık çok fazla iddia edemeyiz. FETÖ karşıtlığı da artık eskisi kadar etkili olamıyorsa ne olacak? İşte görüyoruz müftülere nikah yetkisi gibi, cihat dersi gibi şeyler ortaya atılıyor. Bu da bir nevi siyasette trolleşmenin bir başka tezahürü olarak ortaya atılıyor. Örneğin, bakıyorsunuz, bu konuyu ortaya atan kişiler kendi argümanlarını, önermelerini desteklemek için dünyadan örnek vermeye kalkıyorlar; ama çok basit bir şekilde görülüyor ki ileri sürdükleri argümanların hiçbirisi doğru değil. Ama biliyorsunuz, dünyada bir “post-truth”, gerçek ötesi (hakikat sonrası) çağda yaşadığımız için bir şeyi siz söylediğiniz zaman, özellikle de medyayı büyük ölçüde kontrol eden kişiler, siyasetçiler söylediği zaman, bunlar doğruymuş gibi bir algı yaratabiliyor. Ama özellikle müftülerin nikâh yetkisi konusunda söylenen, dünyadan verilen örneklerin büyük bir kısmının asılsız olduğunu gördük; –hatta Türkiye’deki gayri Müslimler için de söylemeye kalkanlar oldu– bunların da doğru olmadığını biliyoruz.

MHP desteğini koruyabilmek

Yani şunu söylemeye çalışıyorum: Şu anda siyasî iktidar, 15 yıldır ülkeyi tek başına yöneten iktidar –ki esas olarak Recep Tayyip Erdoğan– artık toplumu mobilize edecek, kapsamlı, sistematik bir vizyonu muhafaza edemiyor. Böyle bir vizyonu yok. Bir vizyon sorunu var. Oluşturabileceğe de benzemiyor. Sonuçta olay dönüp dolaşıp, Tayyip Erdoğan’a güvenmekle başlayıp orada biten bir şey var. Bu da Tayyip Erdoğan’ın kendisine destek veren kişileri sürekli olarak, özellikle maddi anlamda tatmin edebilmesiyle yürüyebilecek olan bir iktidar treni. Burada son bir not tabii: En son devlet meselesinde, Ayhan Oğan meselesinde MHP lideri Devlet Bahçeli’nin çıkışı önemliydi. Çünkü son referandumda MHP liderinin açık, kayıtsız şartsız desteğine rağmen referandumda “Evet” zor çıktı. Hatta kimilerine göre o da tartışmalı bir konu. Neyse, rakamları kabul edelim. “Evet” zor çıktı. Bir sonraki seçimde, cumhurbaşkanlığı seçiminde Tayyip Erdoğan o desteği de alamazsa, işinin daha da zor olacağı kesindir. Dolayısıyla MHP’yi ürkütecek bir stratejiyi hayata geçirebilmesi de pek fazla mümkün olmayacak 2019’a doğru. Bu da bir başka not olarak geçsin.
Evet, ortada eskiden bildiğimiz tarzda bir dava kaldığını düşünmüyorum. Dolayısıyla AKP’nin yeniden yapılanması zorunlu olsa da kolay olmayacak. Yapılandıktan sonra yeni sorunlar çıkacak. Öyle gözüküyor. Ya da yeniden yapılanma adına birtakım il başkanlarının, ilçe başkanlarının değiştirilmesinden ibaret bir şey olacak; çünkü bir yerden sonra, dava ortadan kaybolduktan sonra, bir yerden sonra tren de kaçmış oluyor. Ben böyle düşünüyorum. Dolayısıyla artık AKP’nin kendine güvenli bir şekilde 2019’da çok emin bir şekilde yol alabilmesi çok mümkün değil. Bu anlamda da Erdoğan büyük bir ihtimalle 2019’a kadarki süreçte kendi evini yeniden yapmasının çok fazla mümkün olmadığını fark ettiği ölçüde –ki bence fark edecektir– rakiplerini sarsmaya, onları etkisizleştirmeye, onları kısıtlamaya yönelik stratejileri öne çıkaracaktır diye tahmin ediyorum. Yani kendini toparlayan, yeniden bir dava, bir vizyonla hareketlenen, büyük bir moralle atılan ve Türkiye’ye bir şeyler söyleyebilen, kendine uzak olan kesimleri de etkileyebilen bir AKP’yi görme imkânımızın olduğunu pek düşünmüyorum. Dolayısıyla karşısındaki, muhalif olarak gördüğü kesimlerin bir araya gelmesini engellemeye yönelik, içlerinden bazılarını yanına çekmeye yönelik stratejiler ya da onların hareket kabiliyetini iyice –zaten çok zor durumdalar büyük ölçüde- kısıtlamaya yönelik birtakım stratejilerin 2019’a kadar öne çıkacağını tahmin ediyorum.

Akif Beki ve Nuray Mert üzerine

Sözlerimi bitirmeden önce, bugün yaşanan gazetecilikle ilgili iki olaya değinmek istiyorum. Birincisi, Hürriyet gazetesi Akif Beki’nin yazılarına son verdi. Bu anlaşılır bir şey. Anlaşılır dediğim tasvip ettiğim anlamında değil. Çünkü Hürriyet gazetesi, Doğan grubu, iktidardan ürküyor — Akif Beki’yi de alması bu ürkeklik nedeniyle, iktidarla arasında bir köprü olması için alınmış birisiydi; çünkü Erdoğan’ın başbakanlık dönemindeki basın sözcüsüydü biliyorsunuz, ama daha sonra bu özelliğini kaybettiği için ve son dönemde de iktidarın hoşuna gitmeyecek yazılar yazdığı için olsa gerek, Akif’in işine son verdiler. Bir diğer haber daha sonra geldi, Nuray Mert’in yazılarına Cumhuriyet gazetesi son vermiş. Nuray’ın yazılarına son vermenin, cezaevindeki Cumhuriyet yöneticilerinin onayıyla olduğu söylendi — ki bu işi iyice tatsız kılıyor. Cezaevindeki insanlar düşünce özgürlüğüne böyle bir müdahale yapmayı içlerine sindirebilmişler. Bu gerçekten üzücü bir şey. Hiçbir şekilde tasvip edilebilecek bir şey değil. Siz Nuray Mert gibi birisine Cumhuriyet gazetesinde köşe açıyorsanız, onun yazdıklarını, hukukî anlamda sorun yaratmadığı ölçüde ne yazarsa yazsın bir şekilde kabullenmek zorundasınızdır. Düşünce özgürlüğü, çoğulculuk bunu gerektirir. Tabii ki son yazdığı yazıların çok tepki doğurduğu gerçek. Ama bu şaşırtıcı değil. Nuray Mert’in değişik dönemlerde çok tepki yaratan çıkışları hep olmuştur. Kendisine bu imkânı açmış olan, ona bir köşe vermiş olan Cumhuriyet gazetesi, bütün tepkilere rağmen onun orada yazmayı sürdürmesine imkân tanımalıydı. Cumhuriyet gazetesi gerçekten çok yanlış bir şey yaptı. Özellikle son dönemde Cumhuriyet için hâlâ süren bir yargılama süreci var. Burada insanlar onlara basın ve ifade özgürlüğü anlamında destek veriyorlar. Dolayısıyla böyle bir ortamda, böyle bir konjonktürde Cumhuriyet yönetiminden böyle bir şey çıkmasının ayrıca üzücü olduğunu vurgulamak istiyorum.
Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.