Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

El Kaide ve IŞİD ile müzakere zamanı geldi mi?

Bu yayında sözünü ettiğim Martha Crenshaw’un makalesini okumak için tıklayınız.

Yayına hazırlayan: Şükran Şençekiçer

Merhaba, iyi günler, iyi haftalar. Bugünkü yayın başlığı aslında Foreign Policy’de çıkan bir makalenin başlığı. Biz bu makaleyi geçen hafta Medyascope’ta yayınladık, Okan Yücel çevirdi makaleyi. Stanford Üniversitesi’nden siyasetbilimci Prof. Martha Crenshaw yazmıştı. Çok önemli makale ve o orada “IŞİD ve El Kaide ile müzakere zamanı geldi mi” sorusuna çok boyutlu bir şekilde cevap arıyordu. Şöyle, daha yazının girişinde, “Teröristlerle mücadeledeki seçeneklerin sınırlı olduğunu hesaba katarsak, müzakere etmek belki de kalan alternatiflerin içerisindeki en iyisidir” diye iddialı bir cümle ile başlayan bir makale. Ve bayağı örnekler veriyor, olabilecek seçenekleri masaya yatırıyor, ama önemli olarak söylediği, mesela: “IŞİD’in Suriye’de ve Irak’ta askerî olarak yenilmesi terörizmin veya aşırılığın sona ermesi anlamına gelmez” diyor. Bu çok önemli: “IŞİD mücadelesine devam etmeye yemin etti ve Batı’ya karşı mücadelesini tekrarlıyor”. El Kaide, keza, öyle. Dolayısıyla bunlarla silahlı mücadelenin bir yere kadar yürüyebildiğini söylüyor.
Bir diğer husus; bu hareketlerin zeminini çözmek meselesi. Bu öteden beri söylenen bir şey. Yani bu hareketleri ortaya getiren, ortaya çıkaran ekonomik, kültürel, siyasî sorunları çözme meselesi. Bunların da çok mümkün olmadığını; bunların hep söylendiğini, ama gerçekçi olmadığını söylüyor. Bir başka önemli husus, o da şu: Amerika Birleşik Devletleri’nin, daha sonra Rusya’nın, Irak’ta, Suriye’de; Fransa’nın Afrika’da yaptığı gibi askerî müdahaleyle bunları yapmanın, bunlarla mücadele etmenin de tam tersi sonuçlar doğurabileceğini söylüyor. Ve bir Mali örneğini vermiş. “Mesela Mali’de El Kaide’ye direnemeyen Mali hükümetini kurtarmak için Fransız güçleri, askerleri müdahil oldu. Hükümetin yanında yer aldı. Hükümeti kurtardılar; ama buradaki, Mali’deki çatışma Çad’a, Fildişi Sahilleri’ne, Moritanya’ya, Burkina Faso’ya, Nijer’e kadar yayıldı” diyor. Yani bir yeri çözdüğünüz zaman başka yerlerde yeni sorunların çıkmasının önünü alamıyorsunuz.

Küresel ve yerel içiçe geçince

Bu yazının en önemli saptamalarından birisi, bence –ki son dönemi, bir 20 yılı diyelim– bu küresel cihadcı hareketleri anlamada, önce El Kaide, ardından IŞİD’i anlamada çok önemli bir husus; o da şu: Bu küresel hareketlerin birtakım yerel ulusal hareketlerle iç içe geçmeleri. Bu durumda iş çok daha zorlaşıyor. Mesela “Mali örneğinde El Kaide Tuareg yerlileri ile beraber hareket etti. Irak’ta El Kaide Sünni Araplarla beraber hareket etti” gibi… bu tür şeyler işi daha da zorluyor. Bunlarla mücadele etmenin, bunları ortadan kaldırmanın askerî yöntemlerle mümkün olmayacağının anlaşıldığı kanısında Martha Crenshaw ve müzakerenin nasıl yapılabileceğini söylüyor. Değişik yöntemler söz konusu olabileceğini söylüyor. “Mesela birbirleriyle çatışma halinde olan gruplardan herhangi birisi ile yapmak olabilir” diyor, ya da Cezayir’de daha önce yaşandığı gibi tek tek bireylere yönelik birtakım alanlar devletler tarafından açılabilir. Cezayir’de mesela, iç savaşta radikal İslamcılığın çok güçlü olduğu bir dönemde genel af ilan edildiğinde, çok sayıda kişinin örgütleri terk edip teslim olduklarını hatırlatıyor. Tabii çok çarpıcı olarak da yakın dönemde Afganistan’da Taliban’la Amerika Birleşik Devletleri de dahil olmak üzere birçok gücün görüşmekte olduğunu ya da görüşmek istemesini hatırlatıyor. Bu çok önemli bir husus.
Tabii ki burada şu noktayı da vurguluyor: Bugünkü Taliban’la 11 Eylül zamanındaki Taliban aynı değil, çok değişti. Ama bugünkü Amerika Birleşik Devletleri, Batı ile 11 Eylül dönemindeki Batı da aynı değil. Bu hususun önemi şurada: Yaklaşık 20 yıldır ya da bir çeyrek yüzyıldır dünya bu küresel iddialı İslamcı, radikal cihadcı gruplarla, Selefi-cihadcı gruplara tanışıyor ve bunlarla büyük ölçüde mücadele ediyor. Kimi dönem, 11 Eylül saldırısında olduğu gibi ya da dünyanın dört bir yerindeki çok büyük bombalı saldırılar, intihar eylemlerinde olduğu gibi, gündemi bu gruplar belirliyor. Kimi dönem, bunlara yönelik çok ciddi operasyonlar –mesela Usame bin Ladin’in öldürülmesinde olduğu gibi– gündemi onlar belirliyor; ama bitmeyecek bir savaş söz konusu.

Filistinli gazetecinin öngörüsü

Yıllar önce Temmuz 2005’te Londra saldırısının ardından, o tarihte Vatan gazetesi için Washington’da çalışıyordum. Gazetenin görevlendirmesi ile Pakistan’a gitmiştik, foto muhabiri arkadaşım Burak Kara ile. Orada bir dizi röportaj yapmıştık; Pakistan’daki medreselerde, bu El Kaide’ye militan yetiştirdiği varsayılan yerlerde, birtakım grupların liderleri ile konuşmuştuk. Orada hiç aklımdan çıkmaz, Filistinli bir gazeteci vardı: Cemal İsmail adında. Bu gazeteci o tarihte Abu Dabi televizyonunun Pakistan temsilcisiydi. Kendisi 1981’de Peşaver’e, Pakistan’a mühendislik eğitimi için gelmiş, orada kalmış; gazetecilik yapan, özellikle Arap dünyasına yönelik olarak gazetecilik yapan birisi. Biz onunla görüştüğümüzde, yani 2005’te, o zamana kadar Usame Bin Ladin ile dört kez, Eymen el Zevahiri ile de bir kez görüşmüştü. Sonra ne yaptı bilmiyorum açıkçası. Kendisi bize çok yardımcı olmuştu gazeteci olarak, meslektaş olarak. Birçok kişiyle randevu almamıza yardımcı olmuştu. Ben kendisiyle ayrıca bir uzman olarak görüşme yapmıştım. Ben orada gazeteye de çıkan o kısa röportajda şu bölümü özellikle vurgulamak istiyorum: Yıl 2005 ve El Kaide’ye karşı mücadele çok sert bir şekilde sürdüğü bir dönem. Demişti ki Cemal İsmail bana: “Batı, El Kaide ile veya onun destekçileri ile masaya oturmak zorunda kalacak, tıpkı yıllarca ‘asla’ diyen İngiliz hükümetinin IRA’yla oturduğu gibi” demişti.
2005 için çok cüretkâr, gerçekdışı gözüken bir çıkıştı; ama bugün, 13 yıl sonra, çok sular aktı, Usame Bin Ladin de yok, öldürüldü, yerine başkası geçti. Yeni örgütler çıktı. Ama Amerika’nın birtakım prestijli siyasetbilimcileri bu seçeneği bugün Amerika’nın önde gelen dış politika dergilerinde konuşabiliyorlar. Bu olabilir mi? Bence olabilir ve olması da kaçınılmaz gibi. Ancak burada tabii birçok sorun var.
Sorun şu: Şimdi bir yerel dava ile birleşmiş bir küresel cihadcı hareketle konuştuğunuzda neyi konuşuyorsunuz? Onun küresel taleplerini mi konuşuyorsunuz? Yoksa işbirliği yaptığı unsurların yerel taleplerini mi konuşuyorsunuz? Mesela Suriye’de şu anda İdlib’de söz konusu olan şey, Suriye’de muhalif bir gücün, belli bir gücün durumunu mu konuşacaksınız bu kişilerle? –Ki şu anda Ankara böyle bir şeyi üstlenmiş durumda– Yoksa bu küresel cihadcı grupların küresel iddialarını mı? Çünkü bu iddialar çok ciddi iddialar ve dünya sistemini kendilerine göre okuyup bu sistemi yıkmak istiyorlar. Bu sistem de yıkılmayacağına göre, –en azından onlar istedi diye yıkılmayacağına göre–, müzakerede neyin konuşulacağı belli değil. Ancak bu yazı, bu siyasetbilimcinin yazısı bunun bir yerden başlaması gerektiğini söylüyor ve ilginç bir şekilde Suriye’de Türkiye’nin birtakım radikal gruplarla müzakere edebiliyor olmasını olumlu bir örnek olarak da gösteriyor.

İdlib örneği

Bugünlerde, Ekim ayının ortasına kadar İdlib’de silahtan arındırılmış bölge yaratılmasının sorumluluğunu birinci dereceden Türkiye üstlenmiş durumda. Bunu nasıl yapacağı, yapabileceği sorusu çok ciddi bir şekilde masada. Bunu yapabilirse ne olacağı sorusu da belirsiz. Yani siz oradaki birtakım radikal cihadcı grupları şu anda belli birtakım şeylere ikna ettiniz diyelim, belli yerlere çekilmeye ikna ettiniz, daha sonra ne olacak? Bu kişiler buharlaşmayacaklarına göre nasıl bir çözüm bulunacak? Bütün bunlar çok ciddi bir soru işareti olarak önümüzde duruyor. Dolayısıyla Türkiye’nin şu anda Soçi mutabakatında üstlenmiş olduğu sorumluluk aslında sadece Suriye’deki bir spesifik sorunun çözümü için bir alıştırma, bir deneyim olmayacak. Aynı zamanda bu yazarın da, Martha Crenshaw’un da dile getirdiği bu çok ciddi mesele için de gerçekten bir örnek teşkil edebilir, başarısı ya da başarısızlığı örnek teşkil edebilir. Olayı sadece bir Suriye ekseninde, İdlib ekseninde ve Türkiye’nin bu gruplara ulaşabiliyor olup olmaması ve bunun ekseninde görmemek, daha genel bir soru etrafında düşünmek lazım.
Bunu demişken Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığının son döneminde –ki şu anda Cumhurbaşkanı Erdoğan Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na gitti–, Abdullah Gül’ün son katıldığı Birleşmiş Milletler Genel Kurulu toplantısı için New York’a gittiğinde, o tarihte kendisine her gittiği yerde Ankara’nın Nusra Cephesi ile Suriye’de ilişkisi olup olmadığı ve bunun nasıl olabildiği soruldu ve sıkıştırıldı. Washington Post’tan bir gazetecinin kendisi ile yaptığı uzun bir röportajı hatırlıyorum mesela — yayınlanmıştı. Kadın gazeteci dönüp dolaşıp –çok deneyimli, yaşlı bir gazeteciydi– söyleşinin ayrı ayrı yerlerinde Gül’e Nusra’yı sormuştu. Ya da New York’ta Council of Foreign Relations’da, Dış İlişkiler Konseyi’nde konuşma yapmaya gittiğinde, soru-cevap kısmında hemen kendisine sorulan ilk soru da yine Nusra Cephesi idi. O zamandan bu zamana ilginç bir nokta oldu. Şu anda İdlib’de Nusra Cephesi –adı değişmiş olmakla beraber– ve ona yakın çevrelerin belli noktalara gelmesinde Türkiye bir nevi baş aktör olarak rol üstleniyor ve buna ABD dahil hiçbir gücün itiraz etmediğini görüyoruz.
Şöyle bir yaklaşım var: Yeter ki becersin. Yani “Nasıl olur da müzakere ediyor? Niye müzakere ediyor? Teröristle masaya oturulmaz” gibi yaklaşımların yerine, “Bakalım yapabilecek mi? Yaparsa fena olmaz” gibi bir yaklaşım var. Tabii aslında şu anda İdlib’de yaşanmakta olan husus, o Türkiye’de de çok sık dile getirilen, dünyanın dört bir köşesinde ama Türkiye’de de çok sık dile getirilen ve çok sık da ihlal edilmiş olan “Teröristle müzakere edilmez” önermesinin yadsınması anlamına geliyor. Dolayısıyla İdlib sürecinde Ankara’nın oradaki radikal cihadcı unsurları belli noktalarda ikna edip edemeyeceğinin aslında çok daha küresel bir yaklaşım için önemli bir deneyim olacağını söyleyebiliriz. Tabii ki bu arada şunu da temenni etmemek mümkün değil: Bunu İdlib’deki terörist olarak, uluslararası kamuoyunun ve Ankara’nın da kabul ettiği gruplarla yapabiliyorsa Türkiye, pekâlâ kendi meselesinde de bunu yapabilir ya da tekrar deneyebilir. Ve buradan sonuç da alabilir. Bu uzun zamandır rafa kalkmış olan çözüm sürecinin tekrar Türkiye’de bir şekilde başlatılması temennisinin tekrarlanması benim açımdan. Ama şunu da biliyorum ki Türkiye, Ankara, bu noktanın çok çok uzağına savrulmuş durumda. Ama umarım belki bir gün tekrar bu noktaya geri geliriz.
Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.