Yayına hazırlayan: Şükran Şençekiçer
Merhaba, iyi günler, iyi haftalar. Karar gazetesi 7 Mart 2016’da yayın hayatına atıldı. Uzun bir süre AK Parti ya da Tayyip Erdoğan çevresine yakın bilinen çok sayıda gazetecinin çıkartılmasına katkıda bulunduğu, köşe yazdığı bir gazete. Mustafa Karaalioğlu var, İbrahim Kiraz var, Yusuf Ziya Cömert var, Mehmet Ocaktan var, Elif Çakır, Hakan Albayrak var; sonradan katılanlardan Ahmet Taşgetiren var, Yıldıray Oğur var. Bu gazetenin ekonomik anlamda iyi durumda olmadığını biliyorduk, tahmin ediyorduk; ama en son bir açıklama yayınlamak durumunda kaldı ve çok ciddi bir ambargo ve baskı altında olduklarını söyledi — özellikle ekonomik ambargo.
Bunun iki ayağı var. Bir; kamu kurumlarından –burada herhalde özellikle kamu bankaları kastediliyor– reklam alamıyorlar ve özel sektörden kendilerine reklam vermek ilan vermek isteyenlere karşı da baskı yapıldığını, onların sindirildiğini, gözlerinin korkutulduğunu söylüyorlar. Tabii ilanı okuduğunuz zaman, daha doğrusu duyuruyu, açıklamayı okuduğunuz zaman, bütün bu baskıların, ambargoların öznesi tam olarak tarif edilmemiş, adı konmamış bir özne. Ama bu özne, biliyoruz ki siyasî iktidar ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ta kendisi. Erdoğan bizzat kendisi yapmıyor olabilir, ama danışmanları ya da birtakım yetkililer Karar gazetesinin varlığını sürdürmemesini istiyorlar. Bu açıklamadan bunu anlıyoruz.
Bu şaşırtıcı bir şey değil. Çünkü Karar gazetesi başından itibaren –çıkışı da zaten öyleydi– Erdoğan’ın oluşturmakta olduğu medya havuzunun tam içinde olmak istemediler ve belli bir bağımsızlık ya da en azından bir özerklik iddiasıyla ve belli bir mesafe ile yayın yapmaya çalıştılar. Zamanında, Ahmet Davutoğlu’nun parti içerisinde belli bir gücü olduğunda ya da gücü olduğu sanıldığında ona yakın, ona paralel bir duruş sergilediler. Ahmet Davutoğlu’nu desteklediler ve Ahmet Davutoğlu gittikten sonra da –ki Karar çıktıktan kısa bir süre sonra gitti– Karar’ın da işi kolay olmadı. Şu anda kötü bir durumda, onu anlıyoruz. Bu üzücü bir durum aslında; ama çok da şaşırtıcı bir durum değil. Neden şaşırtıcı değil? Bunu birazcık ele almak istiyorum.
Pelikan Dosyası ve Davutoğlu’nun gitmesi
Bir kere, Karar 7 Mart 2016’da çıktı. Yaklaşık iki ay sonra, 1 Mayıs 2016’da Pelikan dosyası diye bilinen meşhur bildiri yayınlandı. Bildiri değil aslında, internette yayınlanan, Ahmet Davutoğlu’nu hedef alan saldırı metni. Ve o saldırı metninin ardından Ahmet Davutoğlu’na Cumhurbaşkanı Erdoğan sahip çıkmadı ve onun da iktidarı tam anlamıyla kaybettiğini, hızlı bir şekilde kaybettiğini gördük. Bu, Ahmet Davutoğlu’na yönelik olarak bir Pelikan operasyonuydu ve o operasyon değişik şekillerde daha sonra, bana göre Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’e de benzer bir operasyon yapıldı. Pelikancılar –zamanında çok konuştuk, ama sonra unutuldu– ihmal edildi.
Pelikancılar aslında ülkenin yönetiminde hâkim olan gücün etrafındaki operasyonel bir yapı. Kimi zaman internet siteleri üzerinden, kimi zaman sosyal medya üzerinden faaliyet yürütüyorlar ve bu faaliyetlerde hedefleri doğrudan rakip, düşman, artık her neyse, hasım olarak görülenlerden ziyade daha çok yakında gözüken, çevresinde gözüken, AK Parti içerisinde gözüken, Erdoğan’ın çevresinde gözüken ya da onunla yol arkadaşlığı etmiş ama şimdi kayıtsız şartsız bir itaat çizgisini benimsemeyenlerle esas olarak uğraştılar. Davutoğlu bu noktada en büyük lokmaydı ve bunun devamı başka şekillerde geldi. Bir tür ikili bir tasfiye söz konusu. Bir, rakip olanlar, düşman olanların tasfiyesi, sindirilmesi, medyada sermayenin el değiştirmesi –en son Doğan Grubu olayında olduğu gibi–, birçok gazetecinin, muhalif bilinen gazetecinin işsiz kalması, bazılarının özgürlüğünün gasp edilmesi gibi; bir de yakın çevrede bilinen, ama tam itaat etmeyen, soru soran, arada sırada da olsa soru soran, mesafe koyanların da etkisizleştirilmesi. Karar bu anlamda çok önemli bir örnek ve çok açık ve net bir örnek olarak önümüzde duruyor. Bu isimlerin her birini, yakın zamana kadar, belli bir süreye kadar Erdoğan’ın yanında gördük. Uzun bir süre kayıtsız şartsız demesek bile o dönemin koşullarına göre çok açık bir şekilde Erdoğan ve AK Parti iktidarını desteklediler. Eleştirenlerin etkisizleşmesinde çok önemli rolleri oldu. Ama daha sonra bir şekilde kendileri birtakım sorular sormaya başladığı andan itibaren de sıra kendilerine geldi. Bu birazcık o, biraz değil fazlasıyla o “Susma, sustukça sıra sana gelecek” sloganının bir başka versiyonu olarak karşımızda duruyor.
Gri gazeteciler
Bu noktada Kadri Gürsel’in son kitabına değinmeden olmaz. Kadri, esas olarak gazetecilik üzerine kaleme almış olduğu “Ben de Sizin İçin Üzgünüm” adlı kitabında çok ilginç bir olaydan bahsediyor. “Beyaz” ve “siyah” gazeteciler, bir de “gri” gazeteciler. “Beyaz” ve “siyah”, iktidara karşı aldıkları konuma göre ister “beyaz” deyin, iktidar yanlısıysanız iktidarı destekleyen gazetecilere “beyaz”, diğerlerine “kara” diyebilirsiniz. İktidara karşıysanız da karşı çıkanlara “beyaz”, diğerlerine “kara” diyebilirsiniz. Kadri burada “gri” gazetecilere bayağı geniş bir yer ayırmış. Bu “gri” gazeteciler tam olarak bir kopuş yaşamayan, tam olarak biat etmeyen, ama iktidara tam olarak da karşı çıkmayan, özellikle de AK Parti söz konusu olduğunda AK Parti’nin eski günlerine dönme ihtimali üzerinden konuşanlar diye bahsediyor. Ve gri gazeteciliğin günümüz Türkiye’sinde çok uzun ömürlü olmadığını anlatıyor. Bunu yeni okudum, yarın biliyorsunuz Kadri’yle burada bir söyleşi yapacağız, kitabı yeni okudum. İnanmayacaksınız ama okuduktan birkaç saat sonra Karar gazetesinin bu metnini görünce hemen aklıma gri gazeteciler konusu geldi.
Karar Türkiye’de AK Parti serüvenine, Milli Görüş’ten itibaren olabilir, sonradan olabilir, ama AK Parti serüvenine başından itibaren gönüllü bir şekilde katılmış, ama aynı zamanda belli bir profesyonelliğe sahip olan yazı insanlarının oluşturduğu bir yer. Yazı insanları diyorum, çünkü hepsi gazeteci olmayabilir, bazılarını köşe yazarı olarak tanımlamak daha doğru olur, ama çoğunluğu da gazeteci. Gazete çıkarmış, haber müdürlüğü, yazı işleri müdürlüğü yapmış çok sayıda isim de var içlerinde. Ekonomi servis şefliği yapmış mesela İbrahim Kahveci de var.
Baktığımız zaman bu kişiler uzun bir süre profesyonel şekilde gazetecilik yapıp, ama aynı zamanda AKP’nin iktidara gelme sürecinde, 28 Şubatlar’dan AKP’nin iktidara gelme sürecine ve AKP’nin ilk yıllarında hep bu kadrolarla beraber hareket etmiş, benzer şeyleri söylemiş insanlardı. Ama belli bir aşamadan sonra –özellikle o aşama Erdoğan’ın iktidarı tekeline alma süreci diyelim; bunun değişik milatları olabilir, ama esas milat bence Gezi olayıdır, Gezi sürecidir– o andan itibaren özellikle birtakım eleştirileri utangaç da olsa, örtülü de olsa dile getirmeye başlayan insanlar bunlar. Sadece gazeteciler de yoktu. Aynı zamanda siyasetçiler de, bakanlar da, milletvekilleri de, hatta dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de söz konusuydu. Ama bu eleştirilerin hiçbirisi sonuna kadar gitmedi. Hep yarım kalmış eleştirilerdi. Hep “Kol kırılır yen içinde” perspektifiyle yapılan eleştirilerdi. Tartışmanın büyümesinin karşı tarafa imkân sağlayacağı kaygısıyla, ya da bu bahaneyle diyelim, bu gerekçeyle hep ertelenmiş, eksik bırakılmış eleştirilerdi.
Ama daha sonra gördük ki bütün bu eksik kalmış eleştirilere rağmen, gözetilen birtakım kaygılara rağmen, karşı tarafın –karşı taraf derken de iktidarı ve Erdoğan’ı kastediyorum– hiç de böyle temkinli davranmadığını gördük. Hemen olmasa bile belli bir aşamadan sonra bunların hepsini teker teker tasfiye ettiğini gördük. Ve bu tasfiye devam ediyor. Siyasette bu tasfiye yaşandı. Medyada bu tasfiye yaşandı. Son noktalar da böyle böyle konuluyor. Kimi zaman üzerlerine Pelikancılar gibi troller yollanıyor. Kimi zaman maddi imkânlarının önü tıkanıyor, reklam vermek isteyenlerin önü tıkanıyor. Devlet imkânlarına ulaşmalarının önü tam anlamıyla kapanıyor. Habere ulaşmalarının önü kapanıyor. Haber kaynaklarına ulaşmanın önü kapanıyor ve böylece tamamen her türlü itirazın, eleştirinin, kaygının dile getirilmesine zemin vermeyen bir ortam içerisinde bulunuyoruz.
Derin rahatsızlık
Özellikle AKP tabanının bir şekilde tanıdığı, bildiği ve belli bir önem atfettiği bu kişilerin eleştirileri çok daha ürkütücü oluyor siyasî iktidar için. Çünkü siyasî iktidar, Erdoğan, bir kutuplaşmadan besleniyor ve bu kutuplaşmanın uçları çok belli. Bir tarafta kendisine destek verenler, bir tarafta da ötekiler var. Ve bu ötekiler şeytanîleştirilen ötekiler, dış güçlerin oyuncağı, FETÖ’cüler, PKK’cılar vs. vs.
Ama diyelim ki bir Mustafa Karaalioğlu gibi, Hakan Albayrak gibi, Ahmet Taşgetiren gibi isimler çıkıp “Ya bunları yanlış yapıyoruz, şu noktalarda biraz daha dikkatli olunsa” vs. dediği zaman, bu kutuplaşma oyunu bozuluveriyor. Dolayısıyla bundan çok ciddi bir şekilde rahatsız oluyorlar ve en çok da bu kesimden rahatsız oluyorlar. Aslında bakacak olursak, 7 Mart 2016’da başladı, şimdi 2018’in Kasım ayındayız, iki buçuk sene gibi bir zaman olmuş. Gerçekten iyi dayanmışlar diyelim. Ama belli ki artık bıçak kemiğe dayanmış ve Karar o çizgisini sürdürmekte bayağı zorlanıyor. Önündeki seçenek nedir? Çok fazla seçenek olduğunu sanmıyorum. Açık bir şekilde o örtülü, dolaylı, utangaç ya da mahçup eleştirelliği daha açık, net bir eleştirelliğe çevirmesi durumunda… ki zaman zaman bunun ipuçlarının verildiğini gördük. Bazı yazılar gerçekten, çok etkili yazılar da çıktı, çok etkili manşetler de attı Karar — haklarını teslim etmek lazım. Türkiye’nin bu kısır, çölleşmiş medya ortamında bence en ilgiye lâyık yayın organlarından birisiydi Karar, birisi hâlâ, di’li geçmiş zaman kullanmayalım, özür diliyorum, hâlâ öyle. Ama çok zor bir süreç bekliyor.
Medyascope'un haftalık e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her çarşamba mail kutunuzda.
“Gazete şart” mı?
Bu noktada ne yapabilirler? Karar ilk çıktığı zaman Mustafa Karaalioğlu ile bir sohbetimizi hatırlıyorum. Ben ona gazete çıkartmanın artık günümüzde çok akıl kârı bir şey olmadığını söylemiştim ve bizim Medyascope’ta yapmaya çalıştığımız türden arayışların daha kolay ve ilginç olabileceğini, dikkat çekici olabileceğini söylemiştim. Ama o hâlâ benim de dahil olduğum eski ekolden olduğu için, “Gazete şart” demişti. Ben o “Gazete şart” noktasından kurtulalı epey bir zaman oldu — çok şükür. E tabii yazmanın ayrı bir keyif ve etkisi var. Ama bir yerden sonra gerçekçi olmak lazım. Umarım kendileri de gerçekçi bir yol bulur, daha az maliyetle ama seslerini duyurabilecek yeni platformlar geliştirirler. Aksi takdirde onların da, bu isimlerin de tam anlamıyla bayrak çekmesi durumunda, zaten çok kötü olan Türkiye’deki medya atmosferi, düşünce atmosferi iyice beter olacak demektir.
Ama şunu biliyoruz ki o gazeteye kolay kolay reklam bulamayacaklar. O gazete, gazete olarak varlığını sürdürmek istediği zaman bir krizden diğerine savrulacak ve bu arada da çok gereksiz tatsızlıklar ve üzüntüler yaşayacak. Belki de en akıl kârı olan, başka bir platforma geçmenin yolunu düşünmeleri olur — ki bu noktada Habertürk’ün örneğini gördük.
En son Vatan gazetesi örneğini gördük, ama Habertürk ve Vatan gazeteleri, Karar’la kıyaslanacak gazeteler değil. Karar’ın siyasî bir anlamı var, diğerlerini siyasî bir anlamı falan çoktan bitmişti. Bu anlamda verilecek olan karar aynı zamanda siyasî bir karar olacak. Onun için de Karar’ı çıkartanların, oraya emek verenlerin ne karar vereceklerini açıkçası merakla bekliyorum. Ama işlerinin çok zor olduğunu da görüyorum. Pelikancıların, kim oldukları bilinmeyen, aslında bilinen ama bilinmeyen Pelikancıların böyle büyük lokmaları peş peşe kolaylıkla yutabiliyor olması ülke için üzüntü verici; ama aynı zamanda da bu devranın böyle dönmeyeceğinin de bir başka işareti, onu da söylemek lazım. Çünkü her şeyi yok ettiğiniz zaman, ortalığı çölleştirdiğiniz zaman, siz de çöl koşullarında yaşamak zorunda kalırsınız. Bu da Türkiye’de –dindar olan ya da olmayan– insanların pek fazla arzu ettikleri bir olay değil.
Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.